Ana Sayfa > Gündem > “Medeniyet İçi Savaş” mı?

“Medeniyet İçi Savaş” mı?

icsavas

11 Eylül 2001 aslında yeni yüzyıl başlangıç tarihidir. ABD merkezli küresel güçler, enerji üretim ve arz merkezlerine, demokrasi insan hakları vb gerekçelerle müdahalelerde bulunmaya başladı. Irak’tan başlayarak (bir zamanlar ipek yolunun güney hattı olan) Afganistan ve Pakistan bölgesine kadar alanda “sürekli bir istikrarsızlık” durumu oluşturuldu. Arap baharı operasyonları sırasında Yemen’de idim, bizatihi gördüm.  Müslüman halklardaki sömürgeci güçler ve bunların yerli işbirlikçilerine olan direnişin üst boyutlara taşınarak bahar/demokrasi arayışları sekteye uğratıldı.

Mısır örneğini merkeze alarak söyleyecek olursak, “Mubarek gitti ama Mubarekçilik devam ediyor” deniliyordu, şimdi Mubarek de tahliye edildi. Halkların bilinçlenmesine karşı, temelde aynı sömürgeci zihniyeti yeni politikalar oluşturarak devam ettirildiği bir kez daha ortaya çıktı. Türkiye, totaliter liderler yerine Müslüman halkların mazlumiyeti ve mağduriyetinin giderilmesine yönelik politikalarıyla büyük ilgi görüyordu. Ama son olaylar ile İslam âleminde bir Şii-Sünni çatışması tetiklenip, yaygınlaştırılarak Türkiye’yi de bu türbülansa dahil etmeye çalışmaktalar. Böylece laik, sosyal bir hukuk devleti olarak yönü Batı’ya dönük olan Türkiye’nin bölgede etkileri giderilmek üzeredir.

Medeniyet İçi Savaş

1993 yılında kaleme alınan “Medeniyetler Arası Savaş” teorisi 2001 olaylarından sonra İslam dünyasına yönelik müdahalelerin alt yapını oluşturmakta kullanıldı. “Tarihin Sonu” tezi ile bu desteklendi.  “Medeniyetler Arası Savaş” kumpasından ancak Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti sürekliliğini koruyan bir zihniyet ile çıkılacağı aşikardı. Tarihsel birikimiyle Türkiye, medeniyetler arası savaş tezinin tutarsızlığına bizatihi delildi. Ama şimdi Safevi/Şii hilali oluşturuluyor gerekçesiyle kendisini Sünnilerin temsilcisi gibi gören yeni selefilik/vahabilik arasındaki çatışmalar yaygınlaşmaya başladı. Her öğreti kendisinin sahih/Ortodoks olduğunu iddia etmekte, ötekinin sapık/olduğunu ve katlinin uygun olduğunu belirtmektedir. Her iki taraftaki yönetimler, mezheplerini devlet ideolojisi haline dönüştürerek, politikalarına meşruiyet sağlamaktadırlar.

Mezhepçilik Bir Tuzaktır

Cumhurbaşkanımız Birleşmiş Milletler’de bunun tehlikelerine işaret ederek, mezhepçiliğin bir ilkellik ve büyük bir tuzak olduğuna işaret etti. Maalesef bu tuzağa çoğu Müslüman halk düştü ve Türkiye için de alarm çanları çalmaktadır. Neo selefi söylem, kendisini İslam dünyasının sahih/ortodoks anlayışının temsilcisi olduğunu söylüyor ve Şii öğretiye karşı biricik direniş merkezi olduğunu belirtiyor. Arap dünyası, Orta Asya ve Afganistan ve Pakistan bölgesinde her gün silahlı çatışmalar ve bombalama haberleri geliyor. Bunları duyan insan, dünyada refah ve huzur, ahirette felah temin edecek ilkeler bütünü olan İslamiyet’in uygulanabilirliğini de tartışmaya açıyor. İlk peygamberden itibaren temel ilkeler (Tevhid-Nübüvvet-Mead) farklı zaman ve mekânlarda farklı dillerle yeni bir peygamber (Nebi/Rasul) vasıtasıyla hayata geçirilmiştir. Bunun nihai temsilcisi Hz. Muhammed’tir, ama onun ümmeti birbirini kırıyor. Ondan önce gönderilen mesajların temsilcileri ise dünya da gayet rahat yaşıyorlar. Şimdi biz, bu medeniyet içi çatışmalarla Müslümanlara hayatı zehir ettiğimiz gibi İslamfobia’yı paradoksal bir şekilde desteklemiş olmuyor muyuz?

Bu bağlamda “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et, onlarla  en güzel şekil hangisi ise onunla mücadele et” (16/en-Nahl/135) ayeti niçin inmiştir, diye sorgulamamız gerekmiyor mu? Bu gayr-i Müslimlere nasıl davranılacağını gösterirken, Müslümanlar arasındaki kanlı hesaplaşmalar nasıl bir zihniyetin ürünüdür?

Arap/Körfez ve Afganistan-Pakistan-Bangladeş merkezli cemaatler (Selefilik/Vehhabilik, Tebliğ cemaati, Hizbu’t-Tahrir) cemaatler bütün İslam dünyasını sardı. Bangladeş’in kendine hayrı yok, ama orada kurulan Tebliğ Cemaati müslüman halkların bütün köylerine kadar ulaştı. El-kaide denilen örgüt nasıl bir yapılanmaysa, 60 ülkede 18. Bin eleman ile etkinlik gösteriyormuş. Teorik ve pratik uygulamalarıyla hepsi de sahih islam’ın temsilci olduğunu söyleyerek, Müslümanları kendi öğretisine çağırıyorlar. Bu örgütler, artık iç Asya’da kardeş ve akraba topluluklar üzerinde de etkin olmaya başlamışlardır.

Atayurt’ta Medeniyet İçi Çatışma

Ateist ve materyalist öğreti üzerine kurulu SSCB’nin çökmesiyle Orta Asya, sarkacın tam öte tarafına yönelmiş gözüküyor. 130 etnik yapının yer aldığı coğrafyada İslam, Hristiyanlık ve Budist öğretilerin kesiştiği yerdir. ABD merkezli Medeniyetler Savaşı tezini ileri sürenlere göre, Akdeniz’den Kafkaslara ve İç Asya’ya kadar uzanan bir hatta bu savaş olacaktı. Şimdi, buna gerek kalmadı, çünkü Müslümanlar birbirilerini zındık ve kafir olarak görmeye başladılar, yer yer çatışmalar olduğu malumdur. Mesela Kırgızistan’da yaşanan 1989/1990, 2005-2010 etnik çatışmalara ilaveten dini yorumlar/mezhepler gerilimi ilave edilince, artık medeniyetler arası çatışma tezinin bir ileri aşamasına, yani medeniyet içi çatışmalara geçilmek üzeredir. Bu bağlamda, radikal İslami hareketlere karşı olduğunu iddia eden küresel güçler (Rusya, ABD vb) medeniyet içi çatışmalardan memnunlar. En karlı çıkan bölge ülkesi de Rusya olup, bunları bahane ederek, bölgede yeniden yerleşmektedir.

Bu durumda, bu cemaat veya siyasal grupların amacının İslam’ı yaymak ve yaşatmak mı; yoksa enerji üretim ve dağıtım merkezleri üzerinde sürekli bir istikrarsızlık hali oluşturularak küresel güçlerin politikalarına mı hizmet etmektedir, diye sormak gerekir.

Ortadoğu’da Medeniyet İçi Savaş

İran, Suriye ve Lübnan merkezli bir Şii/Safevi hilali kurulduğu gerekçesiyle Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri selefilik adına, Sünnilik temsilcisi olarak hareket ettiklerini söylemektedir.  Tarihsel temellendirilmesi İbn Hanbel ve 7. yy İbn Teymiye tarafından kurumsallaştırılan bu öğretinin yeni versiyonu Muhammed b. Abdulvehhab tarafından yapılmıştır. Bu nedenle Vehhabilik de denir. Mevcut Suud yönetimin resmi/dini ideolojisidir. Bu öğreti yaygınlaşmaya başladığı andan itibaren kâfirlere ve dönmelere (ki bunların arasında Şiiler öne çıkıyordu) karşı cihat etmeyi ilk şart olarak görüyordu.

Günümüzde Suriye’de bu husus net olarak ortaya çıkmıştır. Şii-Selefi çatışması diğer bölgelere yayılacak gibi durmaktadır. Suriye, İran ve Hizbullah’ın açık desteğiyle Şii bloğu oluştururken, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’yi  Vehhabi-Selefi öğretinin unsurları olarak nitelendiriyor. Çin ve Rusya’nın Suriye’ye açık destek vermesi, kutuplaşmaların temelde dini değil de ekonomik-politik olduğunu göstermektedir. Teolojik olarak da Şii-Sünni karşıtlığının temeli yoktur. Çünkü Suudi Arabistan Mısır’da Sunni İhvanü’l-Müslimin teşkilatına mensup olarak devlet başkanlığı görevine seçilen Mursi’nin bir askeri darbe ile yönetimden alınmasını destekledi. Mısır’daki Selefi Nur Partisi açıkça darbecileri destekledi.  Halbuki Şii yapı karşısında Arap dünyasında en büyük güç olan Mısır’daki sunni yapılanmanın devrilmesine katkı vermesinin izahı yoktur. İlginç olan nokta, Türkiye, Mısır darbesini kabul etmeyerek Suudi Arabistan ile tam tersi bir yerdeyken, Suriye olaylarında paralel hareket etmektedir.

Anayurtta Medeniyet İçi Çatışma

Türkiye, Şii öğretiden tamamen farklı olan Anadolu Aleviliği ve Sünnilik arasındaki gerilime ilaveten bir de bu sorunla karşılaştı. 1980 yılında bu satırların yazarı Çorum olaylarını (Alevi/Sünni) bizatihi yaşamıştır. Biz içerde Alevi/Sünni adı altında bir çatışma yaşadık, şimdi bir de Şii-Sünni/Selefi ikilemleriyle bölgesel çatışmalara çekilmek isteniyoruz.

Türkiye, laik ve demokratik yapısıyla çevre devletlerdeki mezhep çatışmalarına taraftar olmamalıdır. Sünnilik adına hareket ettiğini belirten Selefilik ile Şiilik arasındaki gerilimlerden kurtulmanın yolu, “ Anadolu Aleviliğidir”  diyerek bunun temellerini Orta Asya’ya Batı Türkistan’a ulaştırmaktan da vazgeçilmelidir. Çünkü Türkiye’de yeniden yaşanması istenen gerilim, Ahmet Yesevi’nin aslında bir alevi olduğu tezi ile bu sorunu hiç yaşamamış İç Asya’daki kardeş ve akraba topluluklara taşınmak istenmektedir. Türkiye’deki “Alevileri Şiileştirme” projesini boşa çıkartmak için “Alevileri Sünnileştirmek” gibi düşünülecek politikalar üreterek gerekli bir öteki konumuna düşmenin tutarlılığı yoktur.

Bu bağlamda, Türkiye, Şii öğretiden tamamen farklı olduğunu vurgulamak için Anadolu Aleviliği ve Sünnilik arasındaki gerilimi gidermek adına yeni çatışma alanları (Cami ve cemevi aynı yerde) oluşturmak çözümden ziyade çözümsüzlüğe hizmet edecek gibi gözükmektedir. Zira isteyenin istediği gibi ibadetini, zikrini, semahını veya ayinini yapabileceği mekanların tepeden ve jakoben suni oluşumlara ihtiyacı yoktur. Camiden çıkan cemevine gidip, ya da cemevinde zikrini/ayinini yapan kişi camiye gidip kaynaşacak mı, gerçekten? Eski AK Parti İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’ya göre, “12 Eylül’ün ‘karıştır barıştır’ politikası akla geliyor. İnsanlar inançlarından mutludur; onları dönüştürücü çabalara gitmemelidir. Bu girişimi iyi niyetli dahi olsa, anlamlı ve olumlu değildir.” Halbuki isteyen istediği yerde ibadetini/zikrini yapabilmesinin kanuni engeli ortadan kaldırılsa (Tekke ve zaviyeler kanunu) sorun liberal bir şekilde çözülebilir. Cami, tekke, zaviye, dergah adı her neyse, insanlar orada hem ibadetini, hem de kendi paradigmasının ritüelini yapıyordu önceden.

Balkan ülkelerinin başkentlerinde örneğin Saraybosna ve Üsküp’de, Mısır’ın başkenti Kahire’de kilise, cami ve havraları aynı meydanda görebilirsiniz. Hatta Katolik ve Ortodoks kiliselerini de aynı meydanda görebilir ve ziyaret edebilirsiniz. Ama birinde ibadetini yapan insan, diğerini görüp, oraya gidip oranın ibadetine katılır mı, toplumsal barışa mı hizmet eder, toplumsal ayrışmanın olası bir mekanı olarak mı görülür. Bu hususlar üzerinde ayrıntılı düşünülmelidir. Nitekim “Alevilik, hak, Muhammed, Ali yoludur, cemevleri de kamu vakıfları olabilir ve kamu imkanları oraya da aktarılabilir” şeklindeki resmi görüşe rağmen Aleviliğin tamamen semavi dinler dışında doğal din yapılanması olduğunu söyleyen bir grubun da bulunduğunu düşünürsek, yukarıdaki tartışmaların çözüme değil de çözümsüzlüğe katkı da bulunma ihtimali daha güçlüdür.

Sonuç: Ülkemiz içinde yapılması gereken; farklılıkları (din, dil, ırk) aykırılığa dönüştürmeden insanları ülkesine olan aidiyetini pekiştirecek şekilde bir arada yaşamanın (çoğulcu) yolunu bulmaktan geçmektedir. Bunun içinde bize düşen görev, dini değerlerin felsefi açıdan yorumlanması ve birlikteliğin kardeşliğin temel ve kapsayıcı olduğu hususu öne çıkarmalarıdır. Bölgesel olarak da, Müslüman halkların mağduriyeti ve mazlumiyetini giderecek önlemler alınmasına yaptığı katkılarla edindiği kazanımları yok edecek bir medeniyet içi/mezhep çatışmasına taraftar olmamalıdır.

Prof. Dr. Mevlüt Uyanık

– Haber Lotus –

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.