Türkiye ilginç bir ülke vesselam, ekonomi-politik konumu gereği sürekli siyasi gerilimler yaşıyoruz, Arap dünyası kan ağlıyor, Irak ve Suriye merkezli bir yeni kaosun eşindeyiz; ama bu arada içeride de sulh ve sükûnu bozacak her türlü eylemi de kendi elimizle yapmaktan çekinmiyoruz. Mesela her yönetimin bir şekilde ilahiyat fakülteleri ile uğraşmasını anlamak mümkün değil!
1980 askeri darbesini ve 28 Şubat post modern darbesini yapanlar, bir çok siyasi ve ekonomik sorunlar açtı başımıza ve şimdi yargılanıyorlar. Bu iki süreçte doğrudan etkilenen birimlerin başında İlahiyat fakülteleri geliyordu. 1980 darbesini öğrenci olarak yaşadım, alevi-sünni geriliminin merkezlerinden olan Çorum olaylarının travmasını gördüm, ardından İlahiyat fakültesinde başörtüsü problemini, talebe, asistan ve öğretim üyesi olarak gördüm. O zaman eşim fakülteyi bırakmak zorunda kalmıştı, bir yıl gecikmeli bitirdi. 28 Şubat sürecinde ise görevinden atıldı. İktidar bu haksızlıkların tamamına yakınını giderdi, özlük hakları geri verildi, şükür.
NİÇİN İLAHİYAT FAKÜLTESİ İLE UĞRAŞILIR?
1985 yılında bir de kız öğrencilere %7, ardından %5 kontenjanı getirildi. Böylece kız öğrenci sayısını azaltacaklardı, daha nitelikli öğrenciler geldiğini görünce, bir süre sonra bu oranlama kaldırıldı. Şimdi bu darbeyi yapanlar yargılanıyor. 28 Şubat sürecinde daha sert uygulamalar yapıldı, bütün üniversitelerde ve özellikle zihinsel travma yaşanması için olsa gerek ilahiyat fakültelerinde başörtüsü şiddetle yasaklandı. Bütün ilahiyatların kontenjanı düşürüldü. Bir dönem Çorum İlahiyat Fakültesini kazanan 20 öğrencinin tamamı kızdı. Kontenjan azalınca yine en başarılı öğrenciler ilahiyata gelmeye başladılar. Yani kontenjanlar ve yasaklar ilgiyi daha da artırdı.
Peki niye bu baskı? Burada din ile felsefe, ilim ile vahiy ikiz kardeş gibi okutuluyor, eleştirel, rasyonel düşünce ile harmanlanarak Maturidi gelenek yeniden üretiliyordu. Her türlü batini (Hasan Sabbahvari), Hurufi ve aşırı yorumlara karşı Nizamiye medreseleri geleneğini Daru’l-Funun ismi altında Osmanlı yeniden düzenledi. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti gündelik hayatın sorunlarıyla yüzleşen felsefe, sosyoloji, psikoloji birikimiyle bir arada dini verileri okuyup yeniden yorumlayan İlahiyat Fakültesi geleneğini devam ettirdi. Bütün aksaklıklarına rağmen Müslüman halkların da umudu bu tür eğitim ve öğretim sistemindeydi. Buna dair görüşlerimizi ilk üç yazıda paylaştık.
SORU/YORUM: Peki son on yılda yaşanan demokratikleşme evrimi ilahiyat fakültelerine niye yansımadı ve felsefe grubu derslerin yanısıra kelam vemezhepler tarihi dersleri niçin budanıyor? Bir taraftan Sayın Başbakan dini değerleri önceleyen ve modern bilgiyle harmanlayan yeni bir nesil istiyor, diğer taraftan YÖK ilahiyat fakültelerine bir yazı göndererek, İslam Ahlak felsefesi dersinin kaldırıldığını, felsefe ve grubu derslerin azaltıldığını bildiriyor. Fiili ve/ya post modern sivil destekli askeri darbelerin yersiz ve sözde kaygılarını tutarlı görmesek de, kendi paradigmaları açısından makul görünebilir, belki? Ama bu neo selefi söylemin alt yapısını hazırlayan uygulamalar bu dönemde nasıl izah edilebilir? Darbeciler, radikal, selefi yorumlardan korktuklarını söylemişlerdi, Katip Çelebi’nin de müşteki olduğu bu durum yine yeniden niçin hortlatıldı? Adına neo selefi yöntem diyebileceğim bu uygulamanın gerekçesi ne? Yoksa tersten bir 28 şubat dalgası mı bu diyeceğim, ama iki ya da üç kişinin durumdan vazife çıkarması, kendi ideolojik kurgularını mutlaklaşştırma çabasından başka bir şey olamaz diye düşünüyorum.
Niye mi; 1985 yılında Ankara İlahiyatı bitirince ODTÜ felsefe bölümünde mastere başladık, bir grup arkadaşla. Alparslan Açıkgenç hocam ABD dönmüş ve İslam Felsefesi kürsünü açmış, buradaki felsefi birikim olmadan düşünce tarihinin sıhhatli değerlendirilmesinin olamayacağı kanaatindeydi. Hazırlık sınıfından sonra Teo Grunberg hocadan Metod, Ahmet İnam’dan Modern Mantık, Alparslan Açıkgenç’ten Klasik Mantık ve Klasik Felsefe metinleri okumaya başladık. Bilim tarihi, bilim felsefesi dersleri de alıyorduk. O arada sosyoloji bölümünde lisans derslerinin bazılarını da takip ettim. Çoğu arkadaş ve/ya hoca ilahiyatçıdan felsefeci olmaz diye düşünüyordu, çünkü biz doğmatiktik, vahyi önceliyorduk ve vahiy sorgulanamaz, farklı yorumlara açık olamazdı. Felsefe Kurumu vardı ve her şey orada etkinlik gösteren felsefecilere sorulmalıydı. Necati Öner hocam Türk Felsefe Derneğini kurdu, orada kapsayıcı bir yapı içinde felsefi düşünce üretilmeye çalışıldı.
FELSEFE DENİLİNCE NİÇİN BATI AKLA ÖNCE GELİR?
Bu ikilem o zamanlar doğaldı çünkü; Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim-öğretim kurumlarında verilen felsefe öğretimi denildiği zaman hemen aklımıza Batı Felsefe Tarihi gelmektedir. Antik Yunan Felsefesinden başlayarak, günümüze kadar geldiği şekliyle öğretilen Batı Felsefesi, biricik ve evrensel düşünce tarihi olarak bizlere sunulmaktaydı. İnsanlığın düşünce tarihindeki diğer felsefeler (İslam, Hind, Çin vb) dışlanarak hazırlanan kitapların çoğunluğu 19. yüzyılın hakim felsefi akımı olan Pozitivizm ile şekillendiği hususu artık herkesin malumudur. Oysa eğer, “felsefe varloşun -hem dış dünyanın ve hem de insanın iç dünyasının- gizini düşünerek çözme uğraşı ise, düşünce tarihi, elimizdeki yazılı belgelerden çok daha eksi bir tarihte başlamış olmalıdır. Halbuki Hikemi bilgiye/tılsımlı taşa ulaşmanın yolunu salt pozitivist bakış açısına indirgemek, ortaya bir sürü taş kafalı felsefecileri çıkarması doğaldır. Bir doğma şeklinde dayatılan pozitivist öğretiye karşı, felsefeci, son tahlilde, bu bakış açısını da a tahlil ederek, farklı alternatifler sunmalıdır. Herşeye rağmen ilahiyat fakültelerinde bu yapılmaya çalışılıyordu. Batı Felsefesi, biricik ve evrensel düşünce tarihi olarak bizlere sunulmasının hata olduğu üzerinde duruluyordu. Şimdi siz, felsefe tarihini kaldırınca bu sorundan kurtulmuş mu oldunuz? Yoksa aslında felsefesiz bir ilahiyat ile dogmatiklik tezine tersten destek mi verdiniz?
Zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin elitlerinin kültür politikasını da önemli oranda böyle belirlenmişti. Bunda Selçuklu ve Osmanlı Düşünce tarihlerini yok saymaya çalışarak, kökenlerimizi Etiler, Sümerlerden başlayarak Greko-Romen temelli Batı felsefesinden hareketle oluşturulma çabalarının etkisi büyüktür. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmakla Batılılaşmak özdeş kılındığı için burada üretilen bilim ve bilim anlayışının yegâne yol gösterici olduğu, bunların dışındaki bilgi türlerinin ise anlamsız, dolayısıyla üzerinde durulmasının hiç gerekmediği önermesi kabul gördü.
Bu sürecin kökenini Tanzimat Fermanının ilanına kadar geri götürmek mümkündür.(1839) Anadolu İnsanı, Şinasi’nin şahsında pozitivizm ile tanıştı. Auguste Comte’nin M.Reşit Paşa’ya mektup yazarak İnsanlık Dinine daveti ve Pozitivist İlmihal ile amel edilmesi talebiyle bu tanışıklık muhabbete dönüşmeye başladı. Pozitivist-materyalist öğreti Beşir Fuad, Abdullah Cevdet, Baha Tevfik, Rıza Tevfik ile popülerleşmeye başladı. Bu grup daha sonra ismi bile pozitivist öğretiden mülhem olan İttihad ve Terakki (progress and order) Cemiyeti içinde etkinlik göstermeye başladı. Felsefeyi dışlayarak bu pozitivist/doğmatik yapı desteklenmiş olmayacak mı, olacak çünkü felsefe, seçenekleri çoğaltmaktır, insanın iradesini güçlendirmektir. Nitekim tarihte de, pozitivist yapıyı eleştiren alimler yok muydu? İsmail Fenni (Ertuğrul) Ahmed Hilmi, M. Ali Ayni, İzmirli İsmail Hakkı gibi aydınlar pozitivist eğilimi eleştiriyorlardı, ama 1930 lı yıllarda H.Reichenbach ile birlikte Viyana Çevresi pozitivizmi baskın olmaya başladı.
PHİLOSOPHY/BİLGELİK SEVGİSİ NASIL MİSOSOPY/NEFRETE DÖNÜŞTÜ?
Buna bir de, insanların akıllarına, felsefeci denilince, meraklı ama hayatın somut gerçekleriyle ilgisi olmayan fikir ve ideallerin peşinden giden, çözümsüz sorulara anlaşılmaz ve sürekli olarak birbiri ile çelişen cevaplar veren, fildişi kulede oturan bir kişi imgesi gelmesi eklenince, felsefe ile uğraşmak toplumsal bir intihara özdeş görülmeye başlanıldı. Bu bağlamda, “Bilgelik sevgisi” olarak genel tarifi verilen felsefenin niçin günümüzde; özellikle kendini dini değerlere öncelik verdiğini söyleyen (Harun Anay hocamızın tabiriyle dindarımsı) kesimlerde, hikmetten nefrete (misosophy) dönüştüğünü anlamak biraz daha kolaylaşmaktadır.
Bu tür kabullerin sonucunda, fiili sömürgeyi hiç tatmayan Anadolu İnsanı, fikri sömürgeyi bütün boyutlarıyla yaşamaya başladı, eğitim ve öğretiminde en azından Anadolu’daki bin yıllık geçmişini ve düşüncesini yok sayması sonucunda tam bir zihinsel parçalanmayı süreci geçirmeye başladı. Oysa Anadolu ve Mezopotamya bölgesi dünyadaki bir çok medeniyetin beşiğiydi.
Kültürel kodlarımızda yer eden bu felsefi birikimin sentezi durumundaki İslam düşüncesi devre dışı kalınca, eğitim, geleneksel-modern, doğu-batı, akıl-vahiy, din-bilim ikilemleriyle verilmeye başlamıştır. Halbuki İslam klasik kaynaklarının büyük kısmı, önce epistemolojik bir temellendirme yaparak bilginin kaynaklarını, güvenilirliğini tartışıyor, sonra sorunları incelemeye başlıyordu. Bilginin kaynakları olarak önce duyusal ve akli bilgi sonrada doğruluğundan emin olunan (haber-i mütevatir) bilgi veriliyordu. Üstelik İnsanlığın bütün düşünce birikimini haber-i mütevatirin ilk kısmı olarak değerlendiriyor, sonra vahyi bilginin verileri inceleniyordu.
Bu şekilde bir tarihsel deneyime sahip olmasına rağmen Tanzimat’tan itibaren başlayan kırılma, yeni eğitim sisteminde daha yoğun oldu. Tahsili boyunca aldığı felsefe ve diğer sosyal bilimlerde, gözle görmediği, elle tutmadığı; yani metafiziksel olan hiç bir şeye inanmaması gerektiğini öğrenen genç nesil, evinde ve çevresinde pozitivizmin ve materyalizmin reddettiği metafiziksel unsurlar olan “Allah”, “melekler”, “ahiret” gibi kavramlarla büyütülmeye devam etti. Özellikle vahyi bilginin de içinde bulunduğu her türlü metafiziksel bilginin devre dışı kalmasıyla oluşan bu ikilemin insanımızın zihinsel yapısına yansımaması imkansızdır.
Din’in bilim lehine, vahyi bilginin akli bilgi lehine müfredatlardan çekilmesi, modernleşmeyi batılılaşmayla özdeş hale getirdi ve yeni yetişen gençler, ne Anadolulu ne de Avrupalı olabildi, kelimenin tam anlamıyla “araf”ta kaldılar. Bunun olması doğaldır; zira yaratıcı ve özgün düşünce geliştirebilmenin yolu, öncelikle felsefe ve bilim de (Ahmed İnam’ın tabiriyle) “bayi” olmaktan kurtulmakla olacakken, biz daima, başka şartlar ve mekanlarda farklı sorunlara üretilen çözümleri sanki kendi sorunlarımızın çözümleri imiş gibi öğrendik. Üstelik bunu da, aktarılan çözüm önerisine, o düşünce evreninde üretilen karşı çözümleri aktarmadan yapınca, verilen felsefe eğitimi Batı’nın sadece bir yanını yansıttı. Bunun sonucunda, ne kendimiz kalabildik, ne de “öteki” olabildik. Bu durum yalnız bizlere özgü değildir; maalesef 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kademeli olarak bütün İslam dünyasında aynı çıkmazlar yaşanmaya başlamıştır.
YÜZLEŞİYORUZ: Bu çıkmazı gören bazı alimler, sorunun kaynağının Batı bilgi ve bilimini bütün boyutlarıyla kavrayarak, kendi geleneksel kültür evrenimizdeki verilerle eleştirel bir hesaplaşmaktan geçtiğini gördüler. Bu Grek tercümeleriyle birlikte İslam’ın ilk dönemlerinde yaşanan kültürel dönüşümün benzeri bir süreci yeniden gündeme getirmekten ibaretti. Düşünce tarihinde diğer felsefi sistemlerden istifade etmeyen, yani eklektik olmayan bir yapılanmanın mümkün olmaması bu tür etkileşim ve dönüşüm süreçlerini doğal karşılamayı gerekli kılmaktadır. Nitekim, Batı, Rönesans (Yeniden diriliş) dönemini klasik Grek düşüncesine yönelip müslüman filozofların şerhlerinden istifade ederek yeniden yorumlamalar ile gerçekleştirmiştir.
Felsefe ve bilim alanında 1970 li yıllardan itibaren yoğun bir şekilde, farklı yöntemlerle de olsa, İ.Raci Faruki, S.Nakip el-Attas, S. Hüseyin Nasr, Abdulkerim Suruş, Muhammed Abid Cabiri, Muhammed Arkoun gibi bilim adamları, İslam dünyasındaki felsefi birikimi eleştirel bir perspektifle incelemeye başladılar. Türkiye’de ise, merhum Nurettin Topçu’nun başlattığını düşündüğümüz ve Mümtaz Turhan ve Erol Güngör’ün devam ettirmeye çalıştığı bir süreç, aksaklıklarla da olsa, devam ettirilmeye çalışmaktaydı.
FELSEFESİZ İLAHİYAT VE OLASI SORUNLAR
Şimdi, İlahiyat fakültelerinde felsefe ve grubunun budanması ile bu süreç artık kesintiye uğrayacaktır. Çünkü bu sorunu yaşayan ve çözümler üretmeye çalışan aydınların eğitimlerine baktığımız zaman, modern Batı felsefesinden bütün boyutlarıyla haberdar olan nesil yetişmeyecek. Yöntemlerindeki farklılıklarına rağmen, Batı bilgi, bilimi ve “etik”ine, kısacası, felsefesine hakim olunca, İslam dünyasında proje geliştirebilmenin ön şartlarından birisi tamam oluyordu. Artık olmayacak.
Bir kısım akademisyen İlahiyat fakültelerinde, Din ile felsefeyi uzlaştırmaya çalışmak ya da felsefeyi Din’in emrine sokmak gibi bir amaç hedeflenmeden birikimi analiz etmeye çalışıyordu. Çünkü felsefenin amacı ne bir bağlanma ne de mutlak bir kurtuluş sağlamak olarak görmüyorlardı. Bilakis amaç, varsa bu tür bir bağlanmanın kökenine inmek, akla uygun olan ile akıl üstü ve akıldışı seçeneklerden en uygun olanı seçmeye dair yetiyi geliştirmek, böylece Din ile Felsefe arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesine yönelik bir adım atmak; böylece her birinin kendine özgü öncülleri ve ilkelerini anlamaya çalışmaktı.
Çalışmaktı diyorum çünkü bu süreç, hem 28 şubat ile kesintiye uğratılmak istendi ve bu kendi paradigmaları açısından makuldü. Bu bakış açısına göre zaten ilahiyat fakültelerinde felsefe olmazdı, çünkü dogmatiktiler, eleştirel ve rasyonel düşünce üretilemezdi. Düşünce silsilesinin sonsuza kadar ulaşmasının imkansızlığını, zorunlu olarak bir ilk öncülde durmanız gerekliliği ve bunun mantıksal tutarlılığından ve buna verilen isimlerin (Tanrı, madde vb) dünya görüşünü de temellendirdiğinden bahsetmenizin bir anlamı da kalmıyordu! Biz, ilahiyatlılar dogmatiktik; ama kendileri zorunlu/doğmatik bir şekilde kabul ettikleri ilk öncüle ve verdikleri ismi tartışmıyorlardı bile!
Peki şimdi muhafazakar/dini değerleri öncelediğini söyleyenler niye felsefeden rahatsız oluyorlar ve felsefe grubu dersleri ile kelamı buduyorlar diye sorsam? Aslında her iki görüşünde ilahiyat fakültelerindeki zihin açıcı derslerden rahatsız olması ilginç değil mi? Hani bu iki paradigma birbiriyle zıttı, burada nasıl bir araya gelindi diye sorsam, şeytanın avukatlığını mı yapmış olurum?
SKOLASTİK EĞİTİM Mİ?
Eğer bu dönemde felsefe ve grubu derslerini kısıtlayarak, bazılarını kaldırarak kelimenin tam anlamıyla bir dini (skolastik) eğitim verileceğini düşünüyorlarsa, yanılıyorlar. İlahiyat fakültelerindeki eğitim ve öğretim aksaklıklarının tefsir, hadis, fıkıh gibi temel islam ilimlerinin çoğaltılması, buna karşılık felsefe grubunun azaltılması, (bunun içinde İslam Ahlak felsefesi dersinin de olması oldukça ironik ve kafa karışıklığının boyutlarını göstermesi açısından ilginçtir) ile meselenin çözüleceğini sanıyorlarsa yine yanılıyorlar. Nasıl 28 Şubatçılar ilahiyat fakülteleri ile uğraşmalarından bir sonuç alamadıysalar, yeni ve jakoben (aslında neo selefi söylem demek daha uygun) tutum da başarısız olacaktır. Niye diye soracak olursanız; bunun cevabını Etienne Gillson’dan hareketle söyleyelim:
Skolastik diye isimlendirilen ortaçağ alimleri yedi hür sanatı (gramer, hitabet, mantık, hesap, geometri, astronomi ve musiki) iyi bilen kültürlü İnsanlardı. Fakat ortaçağda temel gaye, araştırmadan ziyade eğitim ve öğretimdi. Dolayısıyla şayet, felsefeyi dinin doğrularını tasdik etmek için kullanmaktan söz edilirse, “bir hususta belirli bir sabit fikre saplanıp kalmanın son tahlil de tasvip edilmeyen şeyleri de savunmaya kişiyi mahkum eder” ilkesinden hareketle ve böyle bir duruma da düşmemek gayesiyle, felsefi düşünce hakkında temel bir bilgilenme şarttı. Şimdi siz yukardaki dersleri bırakın, temel felsefi ilkeleri budayarak nasıl bir dini/skolastik eğitim vereceksiniz?
Kaldı ki, felsefe/düşünce tarihini, antik-orta/skolastik-yeni çağ diye nitelendirmenin tutarsılığını felsefe öğretir gençlere. Çünkü bir medeniyetin (örneğin Hıristiyanlığın) ortaçağı; başka bir medeniyetin (örneğin İslamiyet’in) altın çağı olabilir. Veyahut üç vahyi dinin düşünürlerinin felsefi tartışmalarından yakalanabilecek bir çağ da olabilir. Bu tür bir izafilik bile, felsefi bilgiden mümkün olduğunca faydalanmayı, basite indirgenmiş, kolay öğrenilebilir ve öğretilebilir şekilde üretilmiş hazır çözüm önerilerinden kaçınmayı gerekli kılar..
İLAHİYATLI FELSEFECİ NE DEMEKTİR?
Vahyi hareket noktası olarak kabul eden bir kişinin gerek felsefe yapması imkansız mı? 1980 ve 28 Şubat darbecilerine göre evet, imkansız; maalesef yeni dönemdeki bazı kişilerce de felsefe gereksiz. İlk gruba göre dogmatik insanların felsefe yapması imkansızdır ve kendileri açısından makuldür. Peki ikinci gruba göre, felsefe ve grubu dersleri ilahiyat ilimlerindeki başarısızlığın temel nedeni olarak görerek, bunların azaltılması, mümkünse kaldırılması isteği makul müdür? Değil, çünkü Dini/dünyevi, laik/antilaik/ vahiy/akıl, din/felsefe gerilimini besler bu tür uygulamalar.
Bize göre, dini değerleri/vahyi bilgiyi öncelemek, Tanrı’nın varlığı, evrenin yaratılışı, ruhun ölümsüzlüğü gibi felsefi/metafizik sorunların çözümü ile uğraşmasında bir engel teşkil etmez. Tersine, fiziksiz metafizik nasıl olmazsa, felsefesiz ilahiyat olmaz. Bu düşünce soru(n)lara dini verilerden etkilenen bir tasavvur ortaya koymak, bu konulara dair ama dini değerleri kabul etmeyen ilim insanlarının ortaya koydukları tasavvurları gibidir. Müslüman veya Hıristiyan ilim insanını diğerlerinden farklı kılan; bu terimlerin onu ve ürettiklerini vasıflandırmasıdır. Onlarda diğer bilim insanları gibi tüm felsefe ve bilim sorunlarıyla ilgilenme hakkına sahiptirler; kendi fikirlerine/paradigmalarına göre problemler arasında seçme yapabilir ve çalışabilirler.
İslami entelektüel kültürün en zengin hazinelerinden birini oluşturan İslam’daki felsefi hareketi, mezhebi yapılanmaları, teolojik tartışmaları budayarak toplumsal barışa hizmet edilmez, tersine yeni bir mihne oluşturulur! Mutezile, nasıl özgür irade ve özgür düşünce adı altında çıkıp, bir süre sonra alternatif düşünceleri ve/ya kendi öncüllerini kabul etmeyenlere yönelik baskı oluşturduysa, bu da benzeri sonuçlar çıkaracaktır?
Sahi bu müfredatla, bir tarafta din ve vahiy; diğer tarafta felsefe ve akıl şeklinde sunulan ikilemden sıyrılacaklarını ve bütün Müslüman halklara örnek mi olacaklar? Yeni müfredat ile bu çerçevede, özellikle Din olarak İslâm’ın (veya Hıristiyanlığın) irrasyonel alana ait olduğu, aklın dini bir kategoride değerlendirme yapamayacağını, dolayısıyla dinin felsefe ve doğa bilimleriyle işbirliği içinde olmasının imkansız olduğunu söyleyenler ile aynı safta olduğunuzun fakında değil misiniz?
Araştırılan ve ilgilenilen beşeri veya doğal alanlar, salt rasyonel boyuta indirgemez mi? Eğer böyle ise, yani bu alanların rasyonel olması dini/tinsel boyutunun olmadığı anlamını söyleyenler ile aynı söylemde buluşmaz mısınız? Felsefe, bilim tarihi ve bilim felsefesi derslerini budayarak, Doğanın Tanrı’nın kudretini ve yüceliğini vurguladığını, ondan simgeler taşıdığını söyleyerek, incelemeyi başarısız ve sübjektif mi kılar, diyenlerle aynı safta buluşmuyor musunuz? (bkz. Etienne Gilson, Ortaçağ Felsefesinin Ruhu, çev. Ş.Öçal, İstanbul.2003, Elisabeth Ströker, Bilim Kuramına Giriş, çev. D.Özlem. İstanbul. 1990, Mevlüt Uyanık, Felsefi Düşünceye Çağrı, Ankara.2003/2012)
SONUÇ: Fiili sömürgeyi hiçbir zaman tatmamış Anadolu insanı, fikri sömürge araçları ile hesaplaşmayı, yüzleşmeyi bilmiş ve her daim fikri, vicdanı hür insanlardan taraf olmuştur. 1980 ve 28 Şubat süreçlerinin dini değerlere yönelik müdaheleri nasıl sonuçsuz kaldıysa, bu sefer kendini Ortodoks/sahih din anlayışının sahibi olarak görüp, diğerlerini heteredoks yani sapkın ve delaletle olan, modernleşmiş zihinler olarak nitelemenin ve İlahiyat müfredatlarına müdahalenin bir anlamı olmadığı er veya geç ortaya çıkacaktır. Akl-ı selim bunu söylüyor çünkü….
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık
– Haber Lotus –
HLotus