“Modern” denilen bilgi faaliyeti, tarihsel manada sanayi toplumlarının evrilimini kapsıyorsa da o, eski tarihin pek çok döneminde örneklerine rastlanan bir dünyevileşme. Dünyevileşmede bir de modern dışı kurgudan bahsetmeliyiz: Asketik iktidar/ ters judeoizm. Buna çilecilik, zahidanelik üzerinden dünyevileşme de diyebiliriz. Kendisindeki derunî bilgi ile işten, emekten koparak insanların kurtarıcılığına yönelen gnostikler dünyevileşmeyi yeniden imal ediyorlardı. Bu nedenle Batı tarihi, yani Judeo-Christ toplumların tarihi, sekülerleşmeyi ele vermek açısından münbit bir saha. Modernite tabiata ve gnostisizm (evrenin kurtarıcısı bilgi) ise insana yönelmiş bir iktidar taarruzu olarak dünyevileşmeyi mutlak kıldı. Aslında Musa (as) ile “modern” Mısır’dan kaçırılan kavm, öteki dünyevileşmeye, kurtuluşun kutsallaşmasına batmıştı: Seçilmişliklerine inanıyorlardı. Firavun, “mülk benimdir” dediği için modern idi; “Biz kutsal ve elitiz” diyenler de (ruhbanlar) gnostik bir dünyevileşmenin figürleri olarak “modern”diler. Modernizm doğa ve insanı buradan bozmaya başladı. Her iki temayül de “Bilen özne” ile “makina doğa” fikrine vararak, Tanrı’nın doğayı yaratıp kenara çekilişini tasavvur etti. Bunu Hristiyanlık için dahi söylüyorum çünkü Tanrı bizatihi kendi kudreti ile insana yardım etmedi de, “işte İsa geldi ve insanlık için kendini kurban etti” dediler. Kenara çekilmiş “Tanrı” ile “hareket eden logos İsa” figürü yin-yang gibi ayrışmaz ama tevhid olamaz ikiliği temsil ediyor. Tanrı’nın doğayı yaratıp onu bilen/ düşünen insanın kullanımına bıraktığı varsayılıyor: “Ben, bütün özü (mahiyeti) ve doğası düşünmek olan ve var olmak için hiçbir yer’e ihtiyacı bulunmayan ve maddi hiçbir şeye bağlı olmayan cevherim… düşünmek için var olmak gerekir” (Descartes, Metot Üzerine, Sosyal yay, 1984: 33). Descartes’in bu sözü problemli. Çünkü Allah’ın, “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” (2 Bakara 30) beyanı “Bir vakit Rabbin, meleklere “Ben topraktan bir beşer yaratacağım.” (38 Sad 71) ayeti ile birlikte düşünüldüğünde, insanın var olmak için yere ihtiyacı olduğunu ortaya çıkarıyor. Descartes, “var olmak için hiçbir yere muhtaç olmayan” insanı düşündüğünde onu tanrısallaştırmıştı artık. Bir an “maddi hiçbir şeye bağlanmayan cevher” olarak ifade ettiği insanın “ruh”undan bahsettiğini zannediyorsunuz ama öyle değil. Yani Allah’ın beşeri yaratılışa ruh üfürmesi nedeniyle insandaki “ilahi” yandan söz edildiğine yorulacak bir düşünce geliştirmiyor Descartes. Salt bir varlık olarak tasarlıyor. Taberi tefsiri’ne göre Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud ve diğer bir kısım sahabi, bu hususta şöyle diyor: “Ölüm meleği olan Azrail, Âdemin toprağını almak için yeryüzüne gönderilince O Âdemin toprağını, yerin yüzünden çeşitli yerlerden aldı. Birbirine karıştırdı. Aldığı toprak, kırmızı, beyaz ve siyah gibi renklerdeydi. Bu nedenle Âdemin soyundan gelen insanlar çeşitli renklerde oldular. Âdem’e de “Deri” ve “Yüz” mânâsına gelen “Adem” adı verildi. Çünkü onun toprağı, yerin yüzü ve derisi durumunda olan bir topraktı.”
İşin bir diğer boyutu da “bilgi” ile ilgili. Kur’an insanın cahilliğinin giderildiğini beyan ediyor. Yani bilmez ya da bilecek durumda değilken “bilmeye” muktedir kılındı: “İnsana bilmediğini öğretti/ Allemel insâne mâ lem ya’lem.” (98 Alak Suresi 5) ve “Ve (Allah), Âdem’e, isimlerin hepsini öğretti/ Ve alleme âdemel esmâe kullehâ.” (2 Bakara 31). Bakara sûresindeki “kulleha” kelimesini müfessirler eşyaların tamamı olarak tefsir etmişler. Yani bu Âdem’in “yaşadığı çağdaki” eşya değil, Kıyamete dek zuhur edecek tüm eşyadır. Zaten orada melekut aleminde ya da meleklerin bulunduğu bir anda, Melekler ile Âdem arasında bir karşılaşma var. Meleklerin bilemediği isimleri Âdem söylüyor. Bu hâdise Âdem’in “bilgi”sinin günümüz tüm insanlığını da ve gelip geçen tüm insanlığı da bilgi çerçevesinde ihata ettiğini düşündürtüyor. O’nun bozguncu ve kan dökücü olacağına itiraz edince, Allah meleklere “Eğer sizler, bunlar gözününüzün önünde mevcut oldukları halde isimlerini bilemezseniz ve sizin dışınızda birisi de benim kendisine öğretmemle bunları bilecek olursa, sizler gözünüzün görmediği ve henüz meydana gelmeyen şeyleri nereden bileceksiniz? O halde bilmediğiniz bir şeyi bana sormayın.” der. İşte bu ayetlerle Descartes’in tezi geçersiz kalıyor. Âdem “bilen” ama bilgisini ahlâki kriterle kullanan bir önder haline geliyor.
Dolayısıyla bugün modernizmin “evrensel” dediği düşünme ve teknik biçimlenmesi, Âdem’in “bilgisi” içinde olan bir şey, ama kullanılmayan bir hususiyetti. Descartes’in meseleyi “düşünüyorum”/cogito’ya getirmesi biraz da Âdem hakkında yeterli bilgisinin olmamasından yahut tıpkı Roesseau gibi insanlığın ilk atalarının “vahşi ilkeller” halinde tasavvurundan. Yani ilk insanlar ilkeldi, ne zaman “düşünmeye” başladılar: “ergo sum.” Var oldular. Modernlik bu yanlış tasavvurdan geliyor. Descartes, kainatı yaratılmış otomat makinalar halinde düşünmekteydi. Tanrı’nın her şeye “kurmalı makina” özelliği verdiği kanısındaydı. İnsan da düşünmekle bu kurmalı kurgudan ayrışmış oldu ona göre. “İnsan ustalığının pek az parçalarla ne kadar çeşitli otomatlar ya da hareketli makinalar meydana getirebildiğini bilen ve hayvan bedenine bir makine gözüyle bakan kimselere hiç de garip görünmeyecektir. Oysa hayvan bedenini oluşturan makine, Tanrı eliyle yapılmış olduğundan…” (Descartes, 1984: 52) diyor.
Descartes’in felsefesinin 8. ilkesi de ruh ve beden ayrılığını tarif ediyor: “Düşüncemiz dışında gerçekten bulunan ya da var olan başka hiçbir şeyin olmadığına inandığımız bu anda, ne olduğunu incelediğimizde, var olmak için ne uzama, ne şekle, ne bir yerde olmaya ve ne de bedene verilen bu türden başka bir şeye gereksinimiz olmadığını ve sadece düşündüğümüz için var olduğumuzu biliyoruz. (…) ruhumuz ya da düşüncemizden edindiğimiz kavram, bedenden edindiğimizden önce gelir” (Descartes, Felsefenin İlkeleri, Say, 1995: 58). Bu cümleleriyle Descartes’in öznesi (insan), önce düşünerek “aşkın anlamda yaratılan” ve sonra da madde üzerine/ fizik dünyaya sahip olmak ve onu kullanmak üzere “varedilen” bilgi fügürüdür. O’nun dini mehaz olarak alması, dinden (Tanrı’dan) yola çıkması, dünyayı ele geçirmek için “Tanrı’yı kullanmak” ihtiyacından (haşa!) gelir. İnsanın, matematik olarak hesaplanmış, öznenin kullanımına göre geometrisi belirlenmiş “gelecek” doğasında artık Tanrı’nın yeri yoktur. Nitekim Tevrat da böyle söylüyor: “(2: 2); Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. (2: 3); Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.” Descartes’in Tevrat’dan yola çıkmış olması pek tabii idi: “Hareketin ilk nedeni Tanrı’dır” (Descartes, 1995: 131). Hatta kainatın koruyucusu da Tanrı’dır: “Tanrı etki biçimini hiçbir zaman değiştirmeden dünyayı yaratırken kullandığı aynı etki ile korur.” (Descartes, 1995: 137). Ancak düşünmekle cismin tözü olan uzamdan kurtulan özne, yani maddeye ait fonksiyon, cevher, özelliklerden aşkınlaşan, tecrübe alanının sınırlarından huruç eden insan; ruhun tözüne yükseltilir. “Her tözün temelli bir özniteliği vardır, ruhunki düşünce, cisiminki de uzamdır” (Descartes, 1995: 90) dedi. Böylece özne, matematikleştirilmiş bir dünyanın maliki ve meliki; Tanrı da düşünen öznenin “Halik’i” haline gelir. Descartes’in “düşünen” insanı, Tanrı’nın yarattığı alemde, düşünebildiği için vahye ihtiyaçtan azade olarak otomatlar/ makinalar üzerinde dilediğince tasarrufta bulunabilir. Bacon da böyle bir kainat tasavvuru içinde “Novum Organum” adlı eserinde “ışık verecek deneyler arayarak doğa imparatorluğunu ele geçirmek”ten bahsediyordu (Bacon, Novum Organum, Doruk, 1997: 85). Dev bir kozmik otomat imgesine geçilmiştir. İnsan fiziksel evrende mekanik ve deterministik yasaları keşfedip, bilimin yanılmaz ilerleyişi vasıtasıyla dünyaya tasarrufta bulunabilme imtiyazına kavuşturuluyordu. A) Doğa karşısında üstün hatta ilahi bir dokunulmazlık yetkesi elde etmişti. B) Doğa, insandan aşağı ve ele geçirilebilir ötekiye döndürülmekle insan için sonsuz bir servet/ kapital imkanı sağlıyordu. Ortaçağ’da “düşünen adam”ın köle ihdas ediciliği ile Yeniçağ’da “düşünen adam”ın tabiata engizisyonvari işkenceyi tatbik etmesi arasında “dünyevileşme” meselesi açısından fark yoktu. Problem şuydu: İnsana Kilise pratiği ile davranmayan Müslümanların, tabiata modernleşme pratiği ile davranmakta behis görmemesi. Oysa modernleşme en az Ortaçağ Kilise düşüncesi kadar dünyevileşmiş ve Judeo- Chırist bir ideolojiydi. “Evrensel bir bilim” fikri ile kesinlikle bağı yoktu. Hatta Âdem’in bilgisi ile alakası da yoktu. Müslümanlar teknik bilgi ile irtibata geçerek farkında olmadan Âdem’in “külleha” bilgisinin içindeki cüziyata razı oldular. Bununla dünyanın maliki olma iradesi koyulabilirdi. Oysa “Halife” olsun diye yaratılmış Âdem’in malik olmak değil adalet yapmaktan başka hedefe yönelmesi mümkün değil. Adaleti de otomat bir dünya değil her zerresi kulluk eden bir âlem içinde tahakkuk edebilirdi.
Dünyevileşmenin Ortaçağ’da Kilise’den çıkması ve modernleşmeye evrilmesi mümkünse, Müslümanın dindarlığının da bilgiye erişmek için yeterli sayılamayacağının kanıtı oluyor. Külleha bir bilgiye talip sülûk arayışı, Müslüman cehdinin ana meselesidir.
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus
Enteresan bir yaklaşım…. çok güzel
Evet oldukça ilginç bir bakış açısı…Çok ilginç, enteresan, ürpertici, yenilikçi, tuhaf, sıradışı, alışılmadık, çarpıcı, dikkat çekici, ilgi uyandırıcı, kendine has, zekice, yol gösterici, fikir verici, ufuk açıcı, düşünmeye sevkedici, cici oğlu cici.