Osmanlı’nın İstanbul’un Fethi ile beraber Gazali sistemini yerleştirdiği, bu vesileyle bilimde duraklamanın kapısının açıldığı şeklinde bir görüş var. Bu görüşün doğruluğu hakkında bazı şüpheler duymak gerekir. Bilimlerin gelişmesinin tarihsel anlamda toplumsal sistemleri geliştirdiği fikrinin ürünü olan Batı’daki gelişme düşüncesinin eleştirilmesi gerekmektedir. Bilimler toplumsal sistemlerin yerleştiği, yeni politik ve adalet zihniyet arayışlarının kurulduğu zeminlerde gelişmektedirler. Bu nedenle bilimlerin toplumsal sistemleri ya da ekonomik düzenleri geliştirmiş ve tahkim etmiş olduğu yolunda paradigmadan ayrılmak Müslümanca düşüncenin üzerinde yürüyeceği temel modernlik eleştirisi halinde kavranmalıdır. Bunu nasıl yapacağız?
Toplumsal yapıların ekonomik ve siyasal manada “düşünceyi kapattığı” dönemeçlerde bilimsel çalışmaların da durduğundan ya da bilimsel çalışmaların durgun toplumların önünü açmadığından bahsedilebilir. Tarihsel İslam (Âdem’den beri gelen ezelî nübüvvet ve hikmet)’den vereceğim bir örnek, bilimin gelişmesinin yeni bir toplum inşası ile ilgili olduğunu işaret etmekte. Kur’an’a göre Hz. Nuh (as) çağının güçlü ve zengin toplumunda o çağın bilgisine yabancı başka bir bilimsel paradigma ile gelmiştir. Hz. Nuh’un getirdiği bilgi Kur’an’î ifadeye göre “buharlı gemi” olmuş ama daveti sunduğu toplumda alayla karşılaşmıştır. “Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; Erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle. Zaten beraberinde iman edenler çok az idi” (11 Hud 40). Elmalılı Hamdi bu ayetin tefsirinde özetle der ki: “Tennur: Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki, dilimizde “tandır” olarak kullanılır. Leys demiştir ki; “tennur” genellikle bütün dillere gelmiş olan bir kelimedir. Bir benzeri de “tennar” teleffuzudur. Müfessirlerin çoğu, “tennur”un gerçekten bir ocak anlamına geldiğinde görüş birliği içindedir. Geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir. tennurun gerçek anlamıyla bir ocak olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olmasına da engel değildir. Cumhurun ocak olduğu hakkındaki rivayetiyle bu rivayet arasında çelişki de yoktur. Harf-i tarif ile “ettennur” buyurulması, bunun gemiye ait bir tandır, bir ocak olmasını açıkça belli eder. Ayı zamanda Hz. Nuh’a ait bir tennur olması da buna engel değildir. Çünkü bu onun bir mucizesidir. “Keşşaf” sahibinin, sarahatle belirttiği üzere, tennurun feveranı gemideki yapım işinin sona ermesi, yükleme ve hareket emrinin de başlangıcı ve şartı olarak gösterilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde bulundurulursa, tennurun feveranı gemiyi harekete geçiren kuvvetin kendisini ifade ettiği anlaşılır. Bu günkü söylenişi ile “nihayet emrimiz gelip gemi ateşlendiği vakit” demek olur. Ve bunda tennur ve feveran kelimeleri gerçek anlamda kullanıldığı ve âyetin bu mânâda gayet zahir olduğu da şüphesizdir. Şu halde nassta hakikat anlamını ve zahiri bırakıp da te’vil aramaya hiç de sebep yoktur. Geminin yapımı tamam olup “fayrap” haline gelmesi, ilâhî emir olan tufanın başlayacağına bir alâmet olmasına da engel olan bir durum değildir. Âyetin bu zahirine karşı, “O zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?” gibi vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların olduğu bile tarihi misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh, gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya “Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve vahyimize göre yap!” âyetinde de ifade buyurulduğu gibi, Allah’ın vahyi ile ve yine O’nun gözetiminde yapmıştır” (ELMALILI Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili).
Bilim tarihi açısından önemli olan bu örnek sosyoloji disiplinleri bakımından da önemli bakış açıları veriyor. Buna göre yeni bir bilim kurmak için yeni bir toplum tasavvurunun bulunması gerekiyor. Böylece Batı biliminin kökeninin Müslüman bilimi olduğu şeklinde meşhur olmuş görüşün temelleri yıkılıyor. Biz Müslümanlar belki bir bilim sahibi olduk, ama yeni bir toplum tasavvuru ile hareket etmedik. Dolayısıyla Müslümanların geri kalmışlığının nedeni bilimde geri kalmışlık meselesine bağlı değildi.
Bu meseleyi izah için bir başka alıntı daha yapacağız: “Abbasi Halifesi el-Me’mün (ö. 218/ 833) saltanatı zamanında, coğrafyacılar ve astronomlardan oluşan büyük bir grubu kapsamlı bir coğrafya eseri ve yeni bir dünya haritası yapmakla görevlendirdi. Bu görev, Marinos (m.s. 2. yüzyılın 1. yarısı)’un meşhur dünya haritasından ve Ptoleme (m.s. 2. yüzyılın 2. yarısı) coğrafyasından hareketle, çağdaş coğrafi bilgiler temelinde ve jeodezik ölçümlerin ve görevlendirilen bilginler tarafından toplanılan astronomik-matematiksel data bilgileri yardımıyla yerine getirilmiştir. Me’mün coğrafyacılarının haritası yaklaşık 20 yıl önce 740/ 1340 tarihli bir kopya halinde yeniden keşfedildi. el-Me’mün tarafından görevlendirilen bilginler, o zamanki meskun dünyanın hemen hemen merkezinde bulunan Bağdat’tan hareketle Güney ve Orta Asya’yı hem de Doğu ve Kuzey Afrika’yı mümkün olabildiğince kendi gözlemleri ve ölçümleriyle kavrama avantajına sahiptiler. Böylece Me’mün haritası birçok farklı nedenlerden ötürü çığır açıcı önemi haizdir. Bu haritanın, yeryüzünün oldukça ileri seviyede gelişmiş şeklini bir yana, kullandığı küresel izdüşüm, kartografik ölçüt ve de dağların perspektifik tasviri gibi kartografik yardımcı unsurlar, bunların oluşum dönemine ilişkin tarihlendirmeleri zamansal olarak daha öne kaydırmakta yardımcı olmaktadır. Bu haritada Akdeniz ekseninin Ptoleme’deki 62° veya 63° lik bir boylama karşın 52° ye indirgenmiş olması, Afrika’nın güneyden, Avrupa’nın ve Asya’nın kuzeyden dolaşılabilir olması hem Hint hem de Atlantik okyanuslarının Ptoleme’de olduğu gibi artık iç deniz olarak tasvir edilmemeleri burada zikredilebilecek ek hususlardır” (SEZGİN Fuat, İslam’da Bilim Ve Teknik, İBB Kültür AŞ, 2008, c:III, s: 26 vd).
Sezgin’in eserinde dünya haritasının Avrupa biliminin gelişmesiyle ilgili olmadığı bilgisi de yer alıyor: “Daha m.ö. 530 yılı civarında Kartacalı Hanno’nun, memleketinden Gine’nin ekvatora yakın körfezine kadar ulaşabildiği bilinmektedir. Heredot, Firavun Necho (yaklaşık m.ö. 596-584)’nun emriyle Afrika’nın Finikeliler tarafından yelkenle dolaşıldığını aktarmaktadır. O, bu hükümdar denizcilerine, Kızıl Deniz’in güneyinden başlayarak kıyılar boyunca Herakles’in sütunlarını dolaşıp gezdikten sonra Akdeniz’den Mısır’a tekrar dönecek kadar uzağa yelken açmalarını emretmiş olduğunu, denizcilerin bu emri üç yıl içerisinde yerine getirmiş olduklarını anlatıyor” (SEZGİN, 2008: 13). Hatta coğrafi keşiflerin Avrupa’lı denizcilerin bilgisi ile yapılmadığı Müslüman (Arap) klavuzlar sayesinde gerçekleştiği bilgisi de mevcut: “Bu bağlamda, Portekizli tarihçi ve coğrafyacı Joâo de Barros (1490-1570)’ un Asia isimli eserinden Vasco da Gama’nın Gujerat’lı Müslüman denizci Malemo (mıfallim, “üstad”) Canâ ile Afrika’nın güney doğu kıyısında buluşmasına ilişkin meşhur rivayeti alıntılıyorum. Bu rivayet Hint Okyanusu’nun derecelendirilmiş Arap haritalarının karakteri hakkında da bilgi vermektedir: Onlar arasında bir Arap da geldi, Guzarate doğumlu, Malemo Canâ isimli. O, hem bizim adamlarımızla görüşmekten hoşlandığı için hem de onlara bir gemi kılavuzu arayan kralın beğenisini kazanmak için onlarla seyahat etmeye razı oldu. (…) Vasco da Gama ona güneşin yüksekliğini belirlediği büyük ahşap usturlabı ve diğer metal usturlapları gösterdiğinde Arap bundan asla hayrete düşmedi, aksine, bazı dümencilerin (pilotların) Kızıl Deniz’de güneşin ve gemi seferinde gereksinim duydukları yıldızın yüksekliğini buldukları madenden üçgen aletler ve kadranlar kullandıklarını, ama kendisinin ve Cambaya ve bütün Hindistan denizcilerinin, gemi seferleri hem belirli yıldızlara göre, kuzeyden ve güneyden, hem de doğudan batıya doğru gök yüzünde yürüyen diğer büyük yıldızlara yöneltildiği için, uzaklıklarını benzer aletlerle değil de, kendisinin kullandığı başka bir aletle belirlediğini söyledi” (SEZGİN, 2008: 48).
Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Batı toplumlarının bilimsel gelişmeler sayesinde uygarlık tesis ettiği ve Müslümanların bilimsel gelişmeden koptukları için yıkıldığı söylemi Batı’nın “öteki” ilan ettiği toplumlara yönelik olarak kurguladığı bir masaldır. Müslümanlar 1453 İstanbul fethinden hemen sonra Batı’da gelişen “yeni bir toplum” tasavvuruna cevap üretemediler. Bu nedenle deniz üzerinden Endülüs’e yönelip bir Akdeniz Medeniyet’i olacakları halde kara üzerinden Avrupa içlerine genişlemeyi politika ettiler. Oysa Avrupa’nın iç bölgelerini ele geçirmek hem Anadolu tımarının bozulmasına neden olacak büyük külfetler getirmiş ve hem de Osmanlı’yı Dünya ticaret yollarından kopartmıştır. Osmanlı bilimde gerilemeye uğramaktan dolayı değil, uhdesinde bulunan bilimi toplum tasavvurunun hizmetinde kullanamadığından yıkılmıştır. Bilimi toplumsal mücadele ve savaş etiğinin hizmetine veren Batı’nın önce göçebe uygarlıkları (Amerika yerlileri, Afrika kabileleri, Uzak Doğu toplulukları) alt etmesi ve sonra da Osmanlı’yı işlenmiş hammaddenin pazarı kılarak çökertmesi “yeni toplum tasavvuru”nun ürünüydü. Bu nedenle “Batı’nın bilimini almak” şeklinde son 150 yıldır formüle edilip duran söylemin başarıya kavuşması mümkün değil gibidir. Yeni bir toplum olma iradesi ortaya çıkmadıkça, paradigmal manada başka bir âlem kurmadıkça yeni bir bilim de ortaya çıkmayacaktır.
Nuh’un gemisindeki Tennur kaynamaya başladığında onu inkâr edenler gülmeye başlamışlar ve alay etmişlerdi. Ancak tufan gelip sular yükseldiğinde gemidekileri başka toplumların atası kılacaktı. Bilim başka toplumların bilgisidir.
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus