Şerif Mardin’in geniş kapsamlı ideolojilerin önemini, toplumsal eylemle din arasındaki ilişkiler açısından göstermeye ve Türkiye yönünden incelemeye çalıştığı Din ve İdeoloji çalışması, Türkiye toplumunda dinin rolünü farklı araştırma ve analiz yöntemleriyle ele alan ve bu alanda bir ilk olma özelliği gösteren bir yapıttır. Bu yapıtı, gerek yazıldığı dönemde gerekse günümüzde anlamlı kılan unsur, Mardin’in Türkiye’deki ideolojik yapılanmaya ve bu yapılanmayı ortaya çıkaran tarihsel sürece yönelik yaklaşımıdır. Kendi döneminin başat eğilimlerinden farklı olarak, Mardin, Türkiye’deki toplumsal yapıyı incelerken din unsurunun yaşamsal önemini fark etmiş ve kendi ifadesiyle, Türkiye’de dinin ideolojik-siyasal fonksiyonlarını belirtip, siyasal alanda ne gibi bir rol oynadığını anlatacak başlangıç analitik kategorilerini ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Mardin’in bu amaçla; dine, dinin toplumsal yaşamdaki rolüne, bireylerin sosyalleşme ve kişilik oluşturma süreçlerindeki etkisine ve dinin bu türden fonksiyonları yerine getirebilmesini mümkün kılan geleneksel yapısal bağlama atıfta bulunarak vurguladığı şu husus, siyasal-sosyolojik gerçekliğimizin temel referanslarının anlaşılması açısından yaşamsal bir öneme ve vazgeçilmez bir değere sahiptir: Cumhuriyet, Türkiye toplumu ve dolayısıyla bireyi için birçok bakımdan bir başlangıç noktası değil, tam aksine, tevarüs ettiği kültür dünyasıyla olan sürekli ve kalıcı bir ilişkiyi temsil etmektedir.
Aslında ilk söylendiği anda insana normal gelen ve özgün bulunmayabilecek bu tespitin önemi Cumhuriyet Türkiye’sinin 1923’ten başlayarak günümüze kadar sürdürdüğü redd-i mirasçı tutumundan kaynaklanmaktadır. Zira Cumhuriyet Türkiye’sinin temel paradigması, tevarüs ettiği kültür dünyasıyla, bir başka deyişle Osmanlı-İslam dünyasıyla kurulan bir ‘süreklilik ilişkisi’ üzerine değil, ‘kopuş ilişkisi’ üzerine temellendirilmiştir. Oysa Mardin’in de belirttiği gibi, Osmanlı-İslam toplum yapısıyla Cumhuriyet döneminin toplum yapısı arasında bir süreklilik ilişkisi bulunmaktadır. Cumhuriyet ideolojisi her ne kadar geçmiş zamanlar dilimine ait her şeyi (dili, dini, kültürü, tarihi, sanatı) kendi tarihsel bağlamından soyutlayarak ve modernist bir projenin içinde eriterek ele almışsa da, İslam dini insanların bireysel yönelimlerine ve toplumsal davranış kodlarına şekil veren en merkezi güç olmaya devam etmiştir. Dinin gerek bireysel gerekse toplumsal yaşamda son derece merkezi bir yer işgal ettiğini ileri sürmek, günümüz Türkiye’si için başlangıçta biraz abartılı gibi görünebilir. Ancak burada dinin merkezi rolü ifadesiyle, dinle kurulan organik ve bütünsel bir ampirik ilişki değil, dinin içine doğduğumuz kültür dünyasının en temel belirleyicisi olduğu kast edilmektedir. Çünkü Türkiye sınırları içinde doğmuş ve büyümüş ortalama bir insan, kendisini aktüel anlamda dinsel olanın sınırları içinde görmese ve hatta dinsel olanı reddetse bile, anonim olarak edindiği ve içinde bireyselliğini gerçekleştirdiği referans kaynaklarının ya da en geniş deyimiyle kültürel kodlarının dinden beslendiği ve din tarafından şekillendirildiği çok açıktır. Dolayısıyla böyle bir kültür atmosferinde insanların, kişisel eğilimlerinden bağımsız olarak, dinsel olandan etkiler taşımaları kaçınılmazdır.
Hal böyleyken, Türkiye’de egemen sınıflar dinin olanaklarından faydalanmak yerine, onu reddetme yolunu seçmişler ve dinsel temelli talepleri inanç özgürlüğü kapsamında görmeyip onu siyasal sistemi ve toplumsal barışı tehdit eden bir unsur olarak algılamışlardır. Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze dek uzanan ve kısmen yumuşamış olmakla birlikte, halen devam eden bu algı, hem dinsel öğretinin kendisine hem de bu öğreti(ler) etrafında kümelenen gruplara ve hatta kendisini dindar olarak tanımlayan veya dinle bilinçli ve organik bir ilişki kuran bireylere kadar uzanan müdahaleci bir siyasanın oluşmasına kaynaklık etmiştir. Bu siyasanın dine yönelik en sansasyonel ve sonuçları açısından en trajik müdahalelerinden biri de ‘başörtüsü yasağı’ olmuştur. Başörtüsü, söz konusu siyasanın aktörleri tarafından ‘türban’ olarak tanımlanmış ve türban da her türlü siyasal olumsuzluğu temsil eden bir metafora ya da kendi deyimleriyle ‘simge’ye dönüştürülmüştür.
Oysa yukarıda da belirtildiği gibi, başörtüsü ya da başka bir dinsel tutum, din eksenli veya din-merkezli dizayn edilmiş yaşam tahayyülüne işaret eden bir siyasallığa değil, olsa olsa bireyin içine doğduğu kültür dünyasıyla kurduğu bir ilişkiselliğe ve gündelik yaşam pratiklerine yönelik kişisel bir tercihe işaret eder. Kaldı ki, hangi gerekçelerle takılırsa takılsın, inanç özgürlüğünün bir gereği olarak görülmesi ve özel ya da kamusal alan ayrımlarına tabi tutulmadan bütünüyle serbest bırakılması gereken başörtüsü, İslam dininin insanların bireysel yönelimlerine ve toplumsal davranış kodlarına şekil veren en merkezi güç olmaya devam ettiğinin göstergelerinden biridir. Cumhuriyet tarihi boyunca yaratılmaya, daha doğrusu dayatılmaya çalışılan ‘çağdaş kadın modeli’nin her türlü baskıya rağmen reddedilmesi de bu durumun bir kanıtıdır. Bu reddiyenin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü burada laik temelde tanımlanmış bir yaşam alanına değil, laikçi yaklaşımların kendisine karşı çıkılmakta ve kişisel tercihler dini hak ve özgürlükler bağlamında sahiplenilmektedir.
Dolayısıyla bugüne kadar ‘başkalarının hak ve özgürlüklerini ihlal edeceği ve onlar üzerinde baskı oluşturacağı’ varsayımıyla yasaklanan başörtüsü, yalnızca bu yasaklanmış yönüyle değil, nasıl bu türden güçlü bir kişisel tercihin konusunu oluşturabildiği yönünden de egemen sınıflar ve siyasal elitler tarafından detaylıca değerlendirilmelidir. Zira ancak böyle bir değerlendirme, dinin toplumsal yapı içerisindeki etkilerini ve aynı zamanda ortalama bir insan nezdindeki gücünü açığa çıkaracaktır. Bu anlamda, Türkiye’nin yaklaşık olarak iki yüz yıldır devam eden modernleşme süreci de oldukça öğreticidir. Başlangıçta yalnızca teknik düzeyde Batı’ya yönelmeyi esas alan Türk modernleşmesi, özellikle Cumhuriyet döneminde kültürel düzeyde de Batı’yı referans alan bir içeriğe kavuşmuştur. Bu durum, geleneksel toplumsal yapıların ve kurumların baskı altına alınmasına ve hatta bazılarının ortadan kaldırılmasına yol açmış ve bu süreçte dinsel alana ve dinsel olana dair her şey toplu (ve belki bugünkü deyimiyle kamusal) yaşam alanının dışına itilmiştir. Ancak bütün bu baskılara ve yok saymalara rağmen, dinin toplum hayatındaki belirleyiciliği devam etmiş ve din üzerindeki baskıları kaldırabileceği izlenimini uyandıran siyasal partiler halkın büyük çoğunluğunun desteğiyle iktidara gelmiştir. Çünkü Türkiye’deki egemen siyasal akıl, dinin ortalama insanın ve kitlenin yönelimlerindeki etkisine aldırış etmemiş ve ithal ikameci bir modernleşme projesiyle arzuladığı toplum modelini ve kadın-erkek tipolojilerini yaratacağını düşünmüştür. Oysa halkın ezici çoğunluğunun geleneklerine, inancına ve değerlerine aykırı bir siyasanın kısa vadede ve zor yoluyla uygulanması mümkün olsa da, orta ve uzun vadede uygulanması imkânsızdır.
Türkiye, bugün bu imkânsız siyasanın biriktirdiği onlarca sorun alanıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Başörtüsü sorunu/yasağı da bunlardan biridir. Gelinen noktada, bu yasağın mimarları da dâhil olmak üzere, hiçbir siyasal parti, grup ya da kişi, başörtüsü sorununun sürmesinden yana açıkça bir tavır alamamaktadır. Bu durum, giderek artan demokratik bilinç kadar, dine karşı tavır alan veya öyle algılanan hiçbir hareketin siyasal bir geleceğinin olamayacağının anlaşılmasından da kaynaklanmaktadır. Ancak söz konusu yasağa ilişkin yaşanan bu yumuşamanın sınırlı bir alanı kapsaması, Türkiye toplumundaki din gerçekliğinin yeterince anlaşılmadığını da göstermektedir. Yıllarca siyasal bir simge olarak görüldüğü için bütünüyle yasaklanan başörtüsü, bugün de kamusal alan tartışmalarıyla ilişkilendirilerek çalışma hayatından dışlanmaya devam edilmektedir. Oysa bu sorun, eğitim hayatı-çalışma hayatı ya da hizmet alan-hizmet veren ayrımları yapılmadan çözülmelidir. Zira çözümü bu yönde ve en geniş özgürlük perspektifiyle ele almayan siyasal partilerin iktidar olmaları ve dahası kalıcı olmaları mümkün değildir.
—————
Not: Bu makale Stratejik Düşünce Dergisi’nin Kasım 2010 sayısında da yayınlanmıştır.
Ahmet Kızılkaya
– Haber Lotus –
HLotus
Bu yazının içeriğine genel hatlarıyla katılıyor ve bu ilkel yasağın bir an önce ortadan kalkmasını diliyorum. Ama arkadaşlar sizlere bir sorum olacak: Başörtüsü bir mağduriyet aracı mıdır yoksa rant aracı mıdır? Bunu bir tartışmak lazım bence…
sayın kızılkaya siz dininin nimetlerinden yaralanıyor olmalısınız ki egemen sınıfların bundan yaralanmadığını dile getiriyorsunuz Türkiye’de egemen sınıflar dinin olanaklarından faydalanmak yerine, onu reddetme yolunu seçmişler ve dinsel temelli talepleri inanç özgürlüğü kapsamında görmeyip onu siyasal sistemi ve toplumsal barışı tehdit eden bir unsur olarak algılamışlardır bu ifade de hezayanlarınızı dile geirmişsiniz. entelektüel görünmek için şerif mardin okuyacağıana ismail karanın cumhuriyet türkiyesinde bir mesele olarak islamı okumanız tavsiye ederim.kendinizin bile anlayamacağınız cümlelerle bu yolda gark olursunuz