Yıl 2005, aylardan kasım. O sıralar henüz farkında değilim ama iki yıldır devam eden İstanbul maceramın son zamanları. Hani herkes gelirken “seni yeneceğim İstanbul” diye iddialı bir giriş yapar ya bense daha en başından “İlk fırsatta senden kurtulacağım” diye gelmişim. Hedefim küçük yani. Belki o yüzden sevemedim, sevmek istemedim. Hatta on dakikalık mesafede olmasına rağmen bir kez bile Büyükçekmece sahiline gitmedim.
Sebebini bilmediğim, kurtulmak için herhangi bir çaba göstermediğim bir tekdüzelikle işe gidip geliyorum ve günde iki kez servisle TÜYAP diye bir yerin önünden geçiyorum. Fuar alanıymış, içinde bir şeyler oluyormuş ama neler oluyor haberim yok. Gerçi o zamanlarda da kitaplarla aram iyi ama elbette şimdiki gibi değil. Bulursam takvim yaprağı bile okuyorum ama denk getirmek için özel bir çaba göstermiyorum hiç. Derken bir gün Kumburgaz’da dört kişi kaldığımız bekâr evine nadiren gazetelerin birinden, o hafta Tüyap’ta kitap fuarı olduğunu ve Ahmet Selçuk İlkan’ın imza gününün olduğunu görüyorum.
Ferdi Tayfur’un söz yazarı oğlum adam, hayatta kaçmaz…
O gün belki de iki yıldır süren, nereye gideceği belli olmayan, miskin, eylemsiz, tembel İstanbul hayatımın kırılma noktasıydı. Acele bir hareket planı yaptım. Altı üstü bir dolmuşa bineceğim ama inanın ki o tarihteki ben için gerçekten büyük bir iş bu, hesapsız kitapsız yola çıkamam. O hafta 16.00 – 24.00 vardiyasındaydım neyse ki. İmza da doğru hatırlıyorsam 14.00 ya da 15.00 civarı. Nerden binerim, nerden inerim bunlar ince ayrıntılarına kadar hesaplandı, bilenlere soruldu, hazırlıklar yapıldı. Hayatımda imzalı kitabım olmamış, ne yapılır, nasıl alınır ondan bile haberim yok. İş o aşamaya kadar gelirse, “klasik önündeki ne yapıyorsa aynısını yap” taktiğini uygulayacağım.
İçeri ilk girdiğimde dehşete düştüm. Burnumun dibinde, bu kadar çok kitap var ve ben bundan habersizim. Yıl 2005 diyorum, şimdiki gibi üst geçitten insan selinin aktığı değil, yayınevlerinin dikkat çekmek için stantlarda iç çamaşırı görünen kızları çalıştırdıkları zamanlar. (ilgili yayınevinin adı bendedir, ilgilenenler özelden yazsın kıps) Önce gidip imzanın olacağı yeri buluyorum, ardından neredeyse bomboş olan salonları turlamaya başlıyorum. Vakit saat gelince önümdeki 8-10 kişinin peşine takılıp, onları taklit ediyorum. Ahmet abi, gerçekten sıcak, samimi bir adam. Her geleni güler yüzle karşılıyor. Gelen adını sorup, kitabı imzalıyor, içine bir ayraç bir de imzalı bir fotoğraf yerleştiriyor. Sıram geliyor, o kısımları çok net hatırlamıyorum. Ama bana fotoğraf vermeyi unutuyor, ya da bilerek vermiyor. Yüzümü kızartıp fotoğraf istiyorum bende. Sağolsun “elbette” diyerek imzalıyor fotoğrafını. Sıradan ayrılırken ayıkıyorum işe. Öndeki kızı taklit edip resim istemekle akıllılık edip etmediğimi sorguluyorum. Ne yapıcam abi ben Ahmet Selçuk İlkan’ın fotoğrafını? Tamam, o dönem garip bir ruh halindeyim ama abartmadım mı?
O zamanlar okuyorum, geçiyor şiirler. Sanki her biri benim için yazılmış; hepsi birbirinden anlamlı. Zaten pek çoğu şiir kasetlerinden (evet genç okuyucu, kaset) aşina olduklarım. Hatta beynimin içinde, fondan melodiler yükseliyor, şiirleri okurken.
İşte gidiyorsun ve biliyorsun
Birazdan sol yanıma düşeceğim
Yaramın olduğu yana
Vurduğun yere yani
Ne de olsa ayrılık acıdır zordur
İşte karşında ağır yaralı bir adam
Bir avuç gözyaşı
Ve ihanet makamında bir şarkı
Suç mahallinde senden kalan son delil budur
Git hadi git vazgeçilmezim
Unutma ki dünyada bütün mezarlıklar
Senin gibi vazgeçilmezlerle doludur…
Yıl 2018, aylardan Haziran… Kütüphanemin ilk imzalı kitabı olan Erkekler Hep Yalnız Ağlar’ı imzalatalı neredeyse 13 yıl olmuş. Bu süre zarfında İstanbul’dan kurtulmuşum, işimi, eşimi bulmuşum, kendi çapımda kitap eleştirmeni hatta yazar bile olmuşum ve o kitabı tekrar elime alıyorum. Bu sefer daha profesyonel inceleyip hakkında yorum yapacağım diye.
Ama nerde… Her bir mısrası benim için yazılmış olan onca şiir, şimdi kapağı açık unutulmuş bir meşrubat şişesi gibi. O kadar çok mu büyüdüm ben, bu kadar çok mu hissizleştim. Demek ki insan hayatında zaferler kazandıkça, bulduğu veya bulmaktan umudunu kaybettiği için mutluluğu aramayı bırakınca ya da sadece büyüdükçe pek çok şey tadını yitiriyor.
Yine de imzalı fotoğraf hala kitabın içinde. Üzerinde deri bir mont, uzakta bir yere bakıyor. Ben de bakıyorum aynı tarafa. Bin türlü “keşkeler” barındırsa da içinde, güzel şeyler görüyorum bir sürü.
Kim bilir?
Belki sadece eski bayramlar gibi sırf artık geride kaldığı için, belki de içinde Ahmet Selçuk İlkan olduğu için güzeldi benim gençliğim…
Umut Çalışan
– Haber Lotus –
HLotus