İslam Siyaset Düşüncesi Peygamber (asv)’in irtihalinden hemen sonra Halife seçimi vesilesiyle doğdu. Ancak bu sorunlu bir “doğum”dur. Sorun, İslam’ın artık Arap kavimlerini aşan evrenselliği ve nüfusu yakalamış olması vesilesiyle ortaya çıkmıştı. İslam dini artık Arap kabilelerin dini değildi. Arap kabileleri arasındaki uzlaşmayı sağlamaktan öteye geçmiş bir kavimler üstü zihniyete vurgu yapılmaktaydı. Sonradan Müslüman olmuş kavimlerde de Hilafete geçmeye yönelmiş talepler bulunmaktaydı. Neticede doktrinel anlamda “Halife kim olacak?” sorusu İslam’a intisap etmiş her topluluğu ilgilendiren politik bir bilinç alanı açmaktaydı. İlk elde bu problem Peygamber (asv)’in baştan beri dava arkadaşı olan, Hicret esnasında da “mağara arkadaşı” olma şerefine eren Hz. Ebubekir’in çabası ile aşıldı. Hilafeti “davayı ilk taşıyan muttaki neslin omzuna yüklemek” endişesi, “Hilafet’in şartları” mevzuunu gündeme taşımıştır. Hz. Ebubekir (ra)’in “Hilafetin Kureyş’e aitliği” hakkında zikrettiği cümlenin “çok anlamlı” bir çerçeve çizdiği düşünülmelidir. Bu cümle ile öncelikle Ensar’ın Hilafet hakkında talepkar olmaları engellenmiştir. İkinci olarak da bu cümle ile Peygamber (asv)’in yanında mücadele veren bir avuç dava arkadaşına işaret edilmiştir. Zira Emevîlerin yani Ebu Süfyan ailesinin Mekke’nin fethi sırasında İslam’ı kabul etmeleri nedeniyle Ebu Bekir’in “Kureyş” kavramını öne sürmesinde fazilet sıralaması da yapılmış olmalıdır. Doğal olarak Hz. Ebubekir (ra)’in zihninde şekillenmiş bir sıralama yapılmış olmalıydı: 1) İslam’ı baştan kabul eden ve çilesini çeken fazıl Kureyş’liler, 2) İslam’ı kabul ederek Müslümanlara ev ve yurtlarını açan Ensar, 3) Kureyş’in (ilk Sahabelerin) siyaset modelini kabul eden muttaki Müslümanlar. Hz. Ebubekir (ra)’in cümlesinde niyet okumasını “ne olursa olsun Kureyşli olsun” şeklinde muhtevileştirmek mümkün değildi. Çünkü Kur’an, Muhacir ve Ensar’ı ard arda zikrederek bir sıralama yapmıştı: “O sabikûn-el evvelînden olanların bir kısmı muhacirînden, bir kısmı ensardan ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır” (9 Tevbe 100). Dolayısıyla Hz. Ebu Bekir (ra)’in tavrı ile Tevbe 100. Ayet-i kerimesi arasında bir geçiş ya da paralellik vardı.
Hz. Osman (ra)’ın halife seçilmesine kadar önemsenecek bir problem ortaya çıkmadı. Ancak Hz. Ömer (ra)’in beklenmedik şehadeti neticesi III. Halife seçilmesi, Hilafet kavramının Hz. Ebubekir (ra) tarafından açıklanmış kriterlerinde bir değişmenin oluşmasında tetikleyici rol oynamıştır. Hz. Osman (ra) ile birlikte Halife’nin Hilafeti koruma güdüsü altında farklı bir asabiyete yöneldiği düşünülebilir. Bu asabiyet, Hilafete seçilememiş Hz. Ali şahsında başka bir asabiyeti de canlı tutuyordu. Kendi şahsî yönelişinde olmasa da bir Ali Şia’sı oluştuğu muhakkaktı. Bu dönemde Hz. Osman (ra)’ın aristokrasiden ve Hz. Ali (ra)’in de fakirler, muhtediler ve mevalilerden oluşan destekçileri vardı. Yapısal manada İslam toplumunun zengin- fakir ayrışmasına uğradığı ifade edilebilir. Ancak bunun müsebbibi Hz. Osman değil, Hz. Ömer’in uygulamaya koyduğu maaş (a’ta) sistemi olduğu söylenmiştir. Sisteme göre Peygamber (asv)’in savaşlarında bulunan sahabe bir derecelendirmeye tabi tutulmuş ve savaşlarda elde edilen ganimetlerden pay almaya hak sahibi kılınmışlardı.
Diğer taraftan, Hz. Osman’ın (ra) “hukuk” açısından Hz. Ali (ra) ile farklı düştüğü ifade edilebilir. Hz. Ali (ra) “Suçun şahsiliği” prensibi itibarıyle oluşturulmuş bir adalet yapısını inşa etmekte ve Hz. Osman (ra)’a göre daha “avama yakın” bir görüş sahibi idi. Hz. Osman (ra)’ın uygulamasındaki iktidar bu eşiği aşamadı: Hz. Ömer şehit edilmiştir. Oğlu Ubeydullah babasının katili olduğu zannıyla iki adam ile katilin kızı olan Ebu Lü’lü’yü (ki suç işleyecek yaşta değildir) öldürür. Hz. Ali, Ubeydullah’ın kısas edilmesi reyindedir. Hz. Osman ise Amr b.el- As’ın görüşüyle hareket ederek “kısası diyete çevirdim” der (ALGÜL Hüseyin, İslam Tarihi, c: 2, s: 396; LEWIS Bernard, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Kahraman, 1988, c:1, s: 81). Kısasın diyete çevrilmesinin aristokrat yapılanmayı güçlendireceği kesindi. Diyetle cezayı aşmak, zenginin fakire nazaran suç işleme alanını büyütmek demekti. Hz. Osman ile Hz. Ali arasındaki ayrışmanın neden zengin- fakir ayrışması olduğu bu olay vesilesiyle de anlaşılabilir. Ancak aristokrat- fakir arasındaki çelişme bir söyleme dönüşmedi. Bu dönemde Şura’nın halen kurumsallaşmamış olması veya esaslarının belirlenmemesi sebebiyle Arap örfünün Şura’nın sınırlarını çizdiği söylenebilir. Kurul üyelerinin en yaşlısı ve ileri geleni olması nedeniyle Hz. Osman (ra) halife seçildi. Arap örfünde en yaşlı kişi kabile şeyhi olmaktaydı. Hz. Osman da Ali’den ve diğer üyelerden yaşlı idi.
Muhalif yaklaşımlara rağmen Hz. Osman (ra)’ın iktidarında Hilafet’in şartlarında bir değişmeye uğranıldı. Hz. Osman (ra) “muttaki halife” kavramına tabi olsa da Hilafet bürokrasisi açısından “muttaki idareci” kavramında selefleri gibi davranmadı. Böylece Tevbe 100 ayetinin “bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı” şeklinde ifade edilmiş “üçüncü grup yönetici” ölçüsünün Hz. Osman (ra) hilafetinde yansıması görülmedi. Ancak bu Hilafetin meşruiyetinin şartları şeklinde değerlendirilemez. Hz. Osman (ra) meşru bir Halife olarak görev yaptı ve şehit edildi. Osman’ın sağlığında Osman ile görüşmeyen ya da Osman’ı ablukaya alan ve mescide gelmesini engelleyen ihtilalcilere karşı koymayan ashabın da İslam Hilafetini korumak bakımından zaaf ya da en azından kusurlu olduğu teslim edilmelidir. Hz. Ali (ra)’ye karşı ordular toplayan Talha- Zübeyr ve Aişe’nin Hilafete saldırıya geçmiş ihtilalcilere karşı direniş koymamalarına rağmen Hz. Osman (ra)’ın kanını Hz. Ali (ra)’den istemeleri bir çelişki idi. Çünkü Hz. Ali Halife olmadığı bir dönemin hesabını vermekle sorumlu tutuluyor, bir de Müslümanlar arası savaşa girmek zorunda bırakılıyordu. Gerek Cemel ve gerek Sıffin savaşları neticesi birçok sahabe şehit edildi ve itikadî ayrışmaların temelleri atıldı. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in doktrinel anlamda “cihad yalnız gâvurla yapılır” fıkhına varması ve siyasal otorite ile çatışmaktan kaçınması bu iki savaşın Müslüman vicdanındaki menfî yerindendir. Ehl-i Sünnet, a) Toprakta nizam, b) Küffar ile savaş, c) İman kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır; büyük günah küfür değildir; zihniyetiyle gelişti. Osmanlı’nın Anadolu’da bir medeniyet tesisi de bu üç ilkenin tatbikatının yansımasıydı.
Hz. Osman (ra)’ın şehadeti iki sorun çıkarmıştır. İslam siyaset felsefesinde 1) Halife’nin yanlış uygulamaları halinde Halife azledilecek midir? 2) Sahabelerin “fazıl imam’ın seçimi” doktrini Hicrî 2. yüzyıldan itibaren “Halife’nin seçimi” meselesine dönüştürülmüş olduğuna göre meliklerin durumu nedir?
1.
Hz. Osman (ra)’ın şehadetini gerçekleştiren silahlı grupların Hz. Osman (ra)’ı azl etme eylemleri hakkında sahabeler arasında bir fikir gelişmedi. Sahabelerin Halifeyi korumak noktasında tereddüt geçirmelerinin altında Hz. Osman (ra)’ın zamanında toplumsal yapının değişmesiyle ilgili değişmelerin etkisi vardı. 1a) Öncelikle Hz. Osman (ra) İslam Hilafetini “Devlet” fikrine taşıması ile ilgili yeniliklere girişmişti. Hz. Osman (ra) ilk defa olarak bazı toprakları “devletleştirmişti”. Hz. Osman, devletin develerinin otlaması, beslenip korunması, ordunun hizmetine hazır halde muhafaza edilmesi için, birtakım arazileri devlet malı haline getirmişti. Onun bu icraatı tenkid edildi. Bu politika ile devlet menfaatini gözetiyordu. 1b) İslam Devleti’nin ulaşabileceği toprak büyüklüğünün sonuna erişildiği için fetihler durmuştu. Dolayısıyla İslam’ı kabul etmiş büyük bir bedevi ve muhtedî grup iktisadi eşitlik istemi içinde davranıyordu. Ganimet gelirlerine kavuşamayan yeni toplumsal gruplar, önceki fetihler vesilesiyle gelirlere kavuşmuş toplumsal grupların “infak etmelerini” istemekte idiler. Fetihlerden elde edilen ve Müslümanlara dağıtılan malları çok fazla bulan, yaşanılan hayatı lüks veya israf hayatı sayan, bütün bunları İslâm’ın ruhuna ters düştüğüne inanan kesimler oluştu. Bunlar, zenginlerin, sahib oldukları mallarını ihtiyaç sahiplerine dağıtmalarını, ellerinde tutmamalarını istiyorlardı. Bu görüşlerini “Altın ve gümüşten biriktirip de Allah yolunda harcamayanların vay haline…” (9 Tevbe, 34) âyetine dayandırıyorlardı. Halife’nin, bu görüşte olanların önderliğini yapan Ebu Zer’e katılmadığı biliniyor. Ebu Zer’in ifadesi vicdanî bir eylem olmaktan çıktığı oranda bir şiddet hareketi demekti; çünkü zengin müslümanların mallarına el konması isteniyor, mecburi harcamaya zorlanıyorlardı. 1c) Sahabeler arasında Şûra koşulları Hz. Osman (ra)’ın Hilafete seçilmesi nedeniyle zaafa uğradı. Şûra’yı oluşturanlar Halife’yi seçmişlerdi. Üstelik seçilmeyen de şûra’dandı. Özellikle Hz. Ömer (ra) zamanının valileri görevlerinden alınıp yerine Ümeyye oğullarının vali atanması Şûra imkânını ortadan kaldırdı. Bu imkânın yitirilmesi Ebu Zer’in görüşlerinin ilmi bir ortamda tartışılmasını imkânsız kıldı. Doğal olarak memuriyet alamamış gayr-ı memnun kimselerin ve refaha kavuşamayan fakirlerin Hz. Osman (ra)’a karşı muhalif söylem geliştirmesi kaçınılmazdı. Muhalif söylemin gelişmesi Hz. Osman (ra)’a karşı azl hareketini meşrulaştırdı. İslam’ın doğuş ve tebliğine ayak direyen Ümeyyeoğulları’nın Müslümanların yöneticileri haline gelmesi Hz. Osman (ra)’ın yalnızlaşmasının temel nedenidir. Buna rağmen Halife’nin yanlış kararlarının onun azline sebep verecek bir ayaklanmayı meşru kılmadığı söylenmelidir. Çünkü İslam düşüncesinde iktidarı “kılıçla düzeltmek” şeklinde bir yol müesseseleştirilmiş değildir. Peygamberlerin İslam tebliğini kabul etmeyen halklara kılıç kullanmadığı hatırlanırsa (Hz. Nuh kavmine dokuz yüz elli yıl tebliğde bulunmuştu; Hz. Musa Firavun ve kavmi ile savaşmamış bilakis savaştan kaçmıştır; Hz. Peygamber de Mekke’de savaş şartları uygulamamıştır), İslam toplumlarında Müslüman yöneticilere yönelik hareketin kılıçla düzeltmek meselesine gelmeyeceği muhakkaktır. Bu şartlarda Ehl-i Sünnet doktrini tarihsel manada kendini Müslüman bir devlet (ordu)nun gayr-ı Müslim bir devlet ile savaşacağı biçimde konumlandırmıştır. Tarihsel anlamda Ehl-i Sünnet doktrini, bir “devlet teorisi” halinde temayüz ederek kendini “masum imam- seçilmiş soy” fikri üzerinden “idarecinin kutsallığı” zihniyetinden ayırmıştır. Bu doktrinin kendini ayırdığı diğer bir zihniyet de kabile ve soy üyeliği üzerinden siyasetin “ötekine” kapatılması politikalarıdır. Bu çerçevede Ehl-i Sünnet doktrini kendini “idarecinin kutsallığı” anlamına gelecek mezhebî yapılardan ayrıştırarak geliştirdiği gibi; kamu yararını bir kabilenin imtiyazlı şekilde kullanabileceği şekilde teşekkül etmesine izin veren zihniyetten ayırmaktadır.
Tarihsel anlamda İslam Siyaset Düşüncesi Ehl-i Sünnet doktrininin izleğinde şekillenmemiştir. İlk ortaya çıkan Siyaset düşüncesi, Hz. Ebu Bekir’in iyi niyetli bir teorik yaklaşımıyla Kabile partikülarizmidir. Buna itiraz da Hz. Ali (ra)’nin şehadeti sonunda şekillenmeye başlayan ama Hz. Hüseyin (ra)’in şehadeti ile kurumlaşan “idarecinin kutsallığı” doktrininden gelmiştir. Mutezili ve Havariç de bu iki doktrinin çatışması sırasında zuhur etmiş siyaset felsefeleriydi. Ehl-i Sünnet tarihsel olarak bu fikirlerden sonra ortaya çıkmıştır ve daha erken dönemlerde Hz. Ali, Aişe, Talha, Zübeyr, Muaviye arasındaki çatışmalarda yer almak yerine Müslüman orduların gayr-ı Müslim diyar ve ordularıyla savaşında yer alarak farklı bir tutum geliştiren sahabelerce temsil edilmiştir. Ehl-i Sünnet doktrininin tarihsel manada kendini ifadelendirmesi Hasan-ı Basrî zamanından itibaren başlar ve Müslüman toplumun Cum’a (namazın ikamesi), nesebin korunması (nikâhın tesbiti), miras- mal güvenliğinin sağlanması esasları dâhilinde düşünür. Halife’yi düzeltmek hakkında kılıç değil, söz (tebliğ) kullanılır, diyen Ehl-i Sünnet doktrinine göre a) Peygamber veliaht ya da vekil bırakmamıştır; b) Halife “masum imam” değildir; c) Peygamber dini kâmilen ve eksiksiz anlatmıştır.
2.
Ehl-i Sünnet doktrini açısından ikinci sorunun ortaya çıkışı, Müslüman toplumun yaşadığı beldede bir melik ya da kuvvetin, cebir (kahr) ve şevke (güç) kullanarak hâkimiyet kesbetmesi vesilesiyledir. Memlûklar dönemi Şafii fakihlerinden olan Bedreddin İbn Cemaa (1241- 1333) “Halife’nin mezkûr melik o beldeyi ele geçirmesi dâhilinde o beldelerin işlerini melike tevdi etmesi gerekir” demiştir (İBN CEMAA Bedreddin, Adl’e Boyun Eğmek, Klasik, 2010: 40). İbn Cemaa’ya göre mezkûr melik, halifenin bu tevdiî sayesinde, yaptığı atamaları sahih ve verdiği hükümleri geçerli kılar. Bu kişi (melik) halifenin görevlendirmesi için aranan kıstaslara sahip değildir. Ancak, halifenin ülkenin anarşiden kurtulması, tebaanın güvenliği, namaz ve zekâtın ikamesinin sağlanması, iyiliği emir- kötülüğü nehiyin yerine getirilmesi şartlarının sağlanması adına melike görev tevdi etmesi ile “idareyi zorla ele geçiren kişide olmayan sıfatların açığı kapanır; dinî ve dünyevî maslahatlar düzene girer” (İBN CEMAA, 2010: 40). İbn Cemaa, maslahat gereği melikin işlemlerine meşruiyet tanımış ve “otoriteyi anarşiye tercih etmiş” olmakla birlikte imameti yine de ulemanın üstünde tutmuştur. Müslüman toplum ulemasını yetiştirmekle görevlidir. “Ulemanın çoğunluğuna göre “ulu’l emr” imam ve naibleridir. Bir başka görüşe göre âlimlerdir. Bu nedenle melik “masiyetle davranırsa kendisine itaat edilmez” prensibini ulemanın adil bir toplumun oluşması için yetiştirilmesi ve toplum nizamının tesisinde vazife alması şiarıyla dengelemiştir. Ulemanın toplumun dini şiarlarını yükseltmesi, müşavere ve şûra’yı tesisi, namaz- oruç- zekât- hac ibadetlerini ikame etmesi, yargı ve adalet işlerinde anlaşmazlıkları çözecek bir zemini hazırlaması, güçlü ile zayıf arasında ayrım yapılmamasını sağlaması, zekât ve sadakaların belirlenmiş sınıflara sarfetmesi, hayır vakıflarının kurulumu ve işleyişine nezaret etmesi ve cihadın yerine getirilmesi ile ilgili vazifeleri vardır. Bu vazifeler nedeniyle melik ulemanın yükümlülüklerini üzerine almaktadır. Ulema yöneten melikin nasıl yönetmesi gerektiği ile ilgili sınırları belirleyerek gerçek manada “ulu’l emr” mevkisine çıkarılmaktadır. Ehl-i Sünnet bu esasları Selçuklu ve Osmanlı asırları boyunca uygulayarak Anadolu’da bir düzen kurdu. Bu nedenle Anadolu’da kadı’ların ticarî- ve ziraî alanları, kamusal yapıyı; mahalle imamlarının da sivil alanı yönettiği ve bir anlamda “ulu’l emr” haline geldiği söylenebilir. Ehl-i Sünnet bu vasfıyla Osmanlı sultanlarının seküler/ örf-i hukuk ile toplumu şekillendirmelerine fırsat vermemiş ve yöneten/ yönetilen çatışmasına uğramasından muhafaza etmiştir. Osmanlı’da yöneten/ yönetilen çatışmasının Ehl-i Sünnet doktrininin dışındaki zihniyetler tarafından yönlendirildiği söylenebilir. İslamcılığın temel fikir adamlarından sayılan Reşid Rıza, Maverdi’nin Halife’nin azline neden olan (ahlâki dürüstlüğün zail oluşu, fiziki yetersizlik, delilik, esaret, irtidat) bütün durumları naklettikten sonra; adaletsiz emirlere isyan etme hakkından söz eder. Despotizmin söz konusu olduğu hallerde “zorunluluklar yasakları mubah kılar” ilkesi gereği adaletsizliğe kılıçla direnme hakkını ifade eder (İNAYET Hamid, Çağdaş İslamî Siyasi Düşünce, Yöneliş, 1988: 136). Rıza’nın geliştirdiği fikir uyarınca çalışan aydın- bürokratların “Osmanlı meliki Abdulhamit’i” hal etmesinin Osmanlı bakiyesi topraklarda daha şedid iktidarlara ve emperyalizme zemin hazırladığı söylenmelidir. Ehl-i Sünnet’in “anarşi otoritesizlikten kötüdür” fikrinin Müslüman tebaayı muhafaza ettiği, güçlü bir ulema ve ilim geleneği inşa ettiği red edilemez. Hz. Osman (ra)’ın halli de II. Abdulhamit’in halli de sonuçları itibariyle Ehl-i Sünnet’in işaret ettiği felaketlere sebebiyet vermiştir.
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus