Herkul.org sitesinde “Entelektüellerin dirilişteki rolünü” ele alan bir yazı yayınlandı. Bu önemli yazıyı dikkatlerinize sunuyoruz:
Soru: Bir toplumun kendi olarak var olması ve yeniden dirilişinde entelektüel seviyedeki insanların önemi nedir? Bu seviyedeki insanların yetiştirilmesi adına neler yapılabilir?
Cevap: Ele aldığı meseleyi ilim ve hakikat aşkıyla derinlemesine araştıran, tetkik eden, etraflıca bilen ve elde ettiği o bilgiyi medenî cesaretiyle ifade edip ortaya koyabilen hakikat yolcusuna biz entelektüel diyoruz. İşte bu mânâda bir entelektüel sınıfın yetiştirilmesi, bir milletin ihyası adına hayatî derecede öneme sahiptir ve üzerinde ne kadar durulsa değer. Fakat bu denli önemli bir mevzunun öyle kolay bir iş olmadığının da hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekir. Meselâ birkaç asırdan beri çok ciddi seviyede, üst üste ağır tahribatların yaşandığı bizim toplumumuz içinde, değil bu seviyede bir entelektüel kadro yetiştirmek; zihin ve fikir dünyası itibarıyla inhiraf ve çarpıklıklardan kurtulmuş, duygu ve düşüncede istikamete ulaşmış sıradan insanların yetiştirilmesi mevzuunda ıslahat bile oldukça zordur ve ciddi bir zamana vâbestedir. Bir muhalif rüzgâr esmez, çok ciddi bir müsadematla karşı karşıya kalınmaz, birileri gelip harmanı savurmaz, tohumları ezmez ve onları yele vermezse, bu şartlara bağlı olarak dahi, böyle bir ıslahatın gerçekleştirilmesi belki elli sene ister. Dolayısıyla bu meselenin öncelikle rasyonelce ele alınıp öyle değerlendirilmesi icap eder. Tabiî, Cenâb-ı Hakk’ın ekstra inayet ve ihsanlarla ümit edilenin de ötesinde böyle bir heyeti milletimize lütfetmesi her zaman için mümkündür. Fakat sebeplere riayetle mükellef olan bizlerin başta meseleyi değerlendirmeye alırken bu perspektiften ele almamız gerekir.
Uzun Bir Ayrılıktan Sonra
Bazıları gerileyişimizi Tanzimat dönemiyle başlatır. Hâlbuki Tanzimat, nakavt duruma düşüşümüzü artık kendimizin de hissettiği dönemin adıdır. Yoksa fikrî durgunluk ve donukluk çok daha gerilere götürülebilir. Meseleye Üstad Hazretleri’nin yaklaşımı içinde bakılacak olursa, İstanbul’un fethiyle beraber bir taraftan fethin kapıları bize açılırken, diğer taraftan da sanki düşünce ve ilim hayatımıza açılan kapılar kapanmış gibidir. Hatta Hazreti Pîr, meseleyi biraz daha gerilere götürür ve ilim ve düşünce hayatımızda kapıların üzerimize kapanmaya başladığı tarihi, hicrî beşinci asra bağlar. Evet, umumi bir perspektiften meseleye bakıldığında sanki biz, beşinci asra kadar ister fizik, kimya, biyoloji, tıp gibi pozitif ilimler alanında; isterse tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh gibi şer’î ilimler sahasında bir yönüyle bütün vâridâtımızı ortaya koymuşuz. Tabir caizse ne kadar yumurta ortaya koyma güç ve imkânımız varsa hepsini folluklara boşaltmış gibiyiz. O dönemden sonra ise, eskilerin yazdıkları âsâr-ı bergüzîdeyi değerlendirmek suretiyle onlara haşiye ve şerh koymakla iktifa etmişiz. Tabiî sadece bununla yetinince de derin düşünce, derin tedebbür ve derin tezekkürün önünü kesmişiz. Artık blokajı bize ait olan, bizim ülkemizde kurulmuş araştırma merkezleri ve laboratuvarlar olmamış ve dolayısıyla da ciddi tetkik ve araştırmalar ortaya konmamıştır.
Hâlbuki henüz Abbasi döneminde yerkürenin küreviyetini ispat adına çalışmalar yapılmış ve bu konuyla alâkalı günümüzdeki bilgilere yakın sonuçlar elde edilmiştir. Aynı şekilde erken bir dönemde, hicrî dördüncü asırda, Müslüman ilim adamları tarafından ay ve güneş tutulmalarının devrî olduğu ifade edilip bu konuda da en doğru tespitlerde bulunulmuştur. Misalleri çoğaltabilirsiniz. Zira ilim tarihi açısından bu asırlara bakıldığında, sadece astronomi sahasında değil, matematik, tıp, kimya vb. ilim dallarında da çağlara ışık tutacak nice ilmî gelişmelerin yaşandığı görülür.
İşte böyle bir altın dönemden sonra ne olmuşsa olmuş ve sanki beşinci asırdan itibaren bu ilmî faaliyetlerde ciddi bir durgunluk dönemine girilmiştir. Medrese bir taraftan kapılarını fünun-u müspeteye kapatırken diğer taraftan kalb ve ruh ufkuna karşı tavır almaya başlamıştır. Netice itibarıyla tekye ve medrese birbirinden kopmuş; fünun-u müspete, ulum-u diniye ve kalbî ve ruhî hayat birbirinden uzaklaşıp her biri bir yana savrulmuştur. Oysaki bunlar bir vahidin üç yüzü gibidir. Üçünü bir araya getirirseniz on güzellik meydana gelir ve onları tam bir imtizaç içerisinde inkişaf ettirirseniz yüz güzelliğe ulaşırsınız.
Hicrî ilk beş asır itibarıyla, araştırma ve hakikat aşkıyla dopdolu o dönemin insanları el-hak meseleyi katlaya katlaya, muzaaf ve mük’abıyla ele almış ve farklı derinlikleriyle ortaya koymuşlardır. Fakat daha sonra kapılar yavaş yavaş kapanmış ve panjurlar da çekilmiştir. Sonra da metafizik ve psişik dünyanın yanında tekvînî emirlere karşı da talak-ı selase ile bir tatlik vukû bulmuştur. Bunun mânâsı bir daha onlarla bir araya gelmeme demekti. Fakat –meseleyi bir espriye bağlayarak ifade edecek olursak– sistemli düşünce, hakikat aşkı ve araştırma iştiyakından talak-ı selase ile boşandıktan sonra, bunları tekrar elde edebilmek için zevc-i aher gerekecekti. Biz bunları boşadıktan sonra yabancı düşüncelerle zifaf olduğumuzdan bu şart da yerine gelmiş oldu. Dolayısıyla böyle bir espriye bağlı olarak diyebiliriz ki, artık akıl ve kalbin yeniden zifaf mevsimi gelmiş demektir.
Entelektüel Yetiştirecek Zemin
Bu arada şunu ifade edeyim ki, bu tespitlerimizle, geçmişte ortaya konan nice ceht ve gayretleri hafife aldığımız akla gelmesin. Zira biz biliyor ve inanıyoruz ki, ecdadımız asırlar boyu İslâm’ın bayraktarlığını yapmış ve aynı zamanda onun haysiyet, şeref ve namusunu korumuşlardır. İnşaallah onlar sahip oldukları bu pâyelerle Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sancağı altında bir araya gelmeye namzet insanlardır. Fakat sahip oldukları bu güzel vasıfların hakkını vermenin yanında meseleye daha külli ve bütüncül bir nazarla bakılması gerekir. Elbette biz, hâdisenin içinde, hâdiseyi yaşayan bir vakanüvis gibi vakaları okuyamadığımız ve o şartları tam olarak bilemediğimizden o dönemdeki insanlar hakkında belki bazı yanlış hükümlere de varabiliriz. Bununla birlikte işin doğrusu bazı hususları sorgulamadan da kendimizi alamıyoruz. Meselâ şu soruları kendi kendimize sormadan edemiyoruz: Neden acaba Sultan 2. Abdülhamit dönemine kadar bir Mühendishane-i Hümâyûn, bir Tıbbiye-yi Şahane gibi müesseseler kurulmadı? Toplum için hayatî derecede öneme sahip bu müesseselerin açılışında niye bu kadar geç kalındı? Diğer başarılarımızın yanında niye aynı ölçüde laboratuvarlarımız, araştırma merkezlerimiz işlemedi? Müspet ilimlere dair bir kısım meseleler niye daha erken dönemlerde ele alınmadı? Soruları çoğaltabilirsiniz. Fakat bu sorularla bizim asıl dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: Maruz kaldığımız uzun bir duraklamanın ardından elit ve entelektüel bir sınıf yetiştirme yolu oldukça çetin ve meşakkatlidir. Fakat bütün bu zor ve olumsuz şartlara rağmen milletimizin yeniden ihyası, yeniden ruhunun âbidesini ikame etmesi adına; bilmesi gerekli olan şeyleri doğru bilen, doğru bildiklerini müsait ortamlarda haykırabilen yani gerektiğinde bir bulut gibi gürleyen, gürleyip bir rahmet yağmuru gibi sağanak sağanak aşağıya boşalan insanlara ihtiyacımız var. Meselâ ulum-u diniye sahasında iştigal eden bir insan tefsir, hadis, fıkıh, kelam, usûl-i fıkıh… gibi ulum-u İslâmiyeyi temel yönleriyle bilmeli ve bildiklerini muhatabına çok rahat ifade edebilmelidir. En azından ansiklopedik seviyede bir malumata sahip olmalıdır. Yani karşılaştığı bir mevzuu nerede bulabileceğini bilmeli, “Bu konu falan kaynakta şu çerçevede ifade ediliyordu. Dayanağı, menatı da şuydu.” diyebilmelidir. Bir ölçü vermek gerekirse, meselâ hadisle iştigal eden bir insan hiç olmazsa karşılaştığı bir hadis hakkında: “Ben bu hadisi Kütüb-ü Sitte’de hatırlamıyorum. Ama onu Zevaid’de görmüş olabilirim.” diyebilmeli, ele aldığı o hadis-i şerifin, Hâkim’in Müstedrek’inde mi, yoksa Darakutnî’nin Sünen’inde mi ya da daha sonraki telifatta mı geçtiğini bilmelidir. İşte bu seviyede bir entelektüel sınıfın yetiştirilmesi adına binlerce insan seferber edilse değer, zannediyorum.
Belki ben bunları anlatırken sizin zihninizden: “Günümüzde hadisler bilgisayarlara yüklendiğinden, bilgisayar tuşuna tıklar tıklamaz aradığımız hadis hemen karşımıza çıkıyor.” şeklinde bir düşünce geçebilir. Fakat hemen ifade edeyim ki, bu ilim değildir. Evet, bir meseleyi bir yerden tıklayıp alma, fişleme, fişlediği meseleleri kitaplara geçirme, sonra onu jürilere arz etme hakiki mânâda ilim değildir. Asıl mesele, ele aldığı konuları selef-i salihin gibi değerlendirmeye tabi tutacak seviyede işin özüne ve ruhuna vâkıf olabilmektir.
Bu açıdan hicret-i seniyyenin üçüncü asrında yetişen o nadide insanlara ben hep, Cenâb-ı Hakk’ın İslâm için yarattığı harika insanlar nazarıyla baktım. Evet, İmam Buhari, İmam Müslim, Ebu Davud Sicistanî, İmam Tirmizî, İmam Neseî, İbn Mace gibi kimseler, Allah’ın hususi mahiyette yarattığı insanlardır bana göre. Bazıları görmezlikten gelmeye çalışsa da, esasında İmam Tahavî Hazretleri de bunlardan geri değildir. Hatta metn-i hadis mevzuunda onun ortaya koyduğu tespit ve ölçülerin, İmam Buharî’nin önünde olduğu dahi söylenebilir. Hâsılı, o devasa kametlerin ortaya koydukları eserler ve yaptıkları çalışmalara bakıldığında onların âdeta hususi mahiyette yaratıldığı görülecektir.
İşte Buharî veya Ebû Hanife gibi devasa kametlerin bulunduğu böyle bir dönemde onların mektebine devam eden binlerce insan varken, o binlerce insan arasından entelektüel diyebileceğimiz seviyede yirmi-otuz insan yetişiyordu. Bu açıdan yüce ve yüksek bir hedef adına böyle bir mübarek yola çıktığınızda ne kadar çok insanla yola koyulursanız o kadar avantajla geriye döner ve millete de o ölçüde istifade edebileceği bir zemin bırakmış olursunuz.
Milletimizin ihya ve terakkisine vesile olacak elit ve entelektüel bir sınıfın yetiştirilmesi mevzuunda önemli gördüğüm bir husus da, ilk ve orta dereceli okullardan başlayıp üniversitelerdeki akademik kariyer seviyesine varıncaya dek müfredat programımızın bu açıdan bir kez daha gözden geçirilmesidir. Zira hâlihazırdaki müfredat programıyla, –özel çalışmaların ortaya koyduğu başarılar müstesna– entelektüel bir sınıf yetiştirmemiz oldukça zor görünüyor. Evet, acı da olsa itiraf etmeliyiz ki, şu an ne liseler elit sınıfa namzet insanlar hazırlamaya ne de üniversiteler bu mevzuda kaliteli ve kalifiye insan yetiştirmeye müsaittir. Biz bu ifadelerle “şu andaki eğitim anlayışıyla hiçbir müspet netice ve semere elde edilemez” demek istemiyoruz. Fakat ortaya çıkan başarı ve muvaffakiyetlerin daha çok hususi gayretlere vâbeste olduğunun da görülmesi gerekir. Bu şekilde ortaya konulan hususi bazı başarı ve muvaffakiyetler ise umumi eğitim adına bir fikir vermez. Siz bir okulda, hususi bazı kabiliyetleri seçip gece gündüz çalıştırırsınız ve onlar da bu çalışmanın sonunda dünyanın değişik yerlerinde tertip edilen olimpiyatlarda başarılar elde edip plaket alabilirler. Fakat bu durum umumi mânâda ülkenizin eğitim ve kültür seviyesinin yüksek olduğunu göstermez. Ancak başarı tamim edilip yaygınlaştırılabilirse işte o zaman ülkenizin eğitim kalitesinin seviyeli ve yüksek olduğunu söyleyebilirsiniz. Evet, mevcudu hafife almamakla beraber, şu an, eğitim telakkimizde; lise, üniversite ve araştırma merkezlerinde çok ciddi bir reforma ihtiyacımız olduğu açık bir gerçektir.
Konuyla ilgili üzerinde durulması icap eden bir diğer husus da yapılan araştırmalarda, milletimize ait temel değerlerin esas alınmasıdır. Eğer biz, başkalarının natüralist, pozitivist ve bir yönüyle materyalist mülahazalarla ortaya koydukları doneleri değerlendirip sonra kendi değerlerimize göre bir sonuca ulaşmaya çalışıyorsak, bilmemiz gerekir ki, bu yolla istediğimiz hedefe ulaşmamız mümkün değildir. Bu açıdan temel değerlerimize zıt bütün yol, yöntem ve usulleri kritiğe tabi tutmalı ve süzgeçten geçirmeliyiz. Bunun için de, toplum olarak laboratuarınızı kendiniz kurduğunuz gibi, mebdeden müntehaya araştırmanızı da kendiniz yapmalısınız; yapmalı ve baştan sona her şeyi kendi gözünüzle görmeli, kendi elinizle test edip o şekilde sonuca ulaşmalısınız.
Ceht ve Gayretler Karşılıksız Bırakılmamalı
Konuyla ilgili bir diğer husus da şudur: Siz elit veya entelektüel yetiştirmeyi düşündüğünüz zaman, günümüzde çokça kullanılan “Mârifet iltifata tabidir.” realitesini nazar-ı itibara almalısınız. Gerçi ihlâsa kilitli ve adanmış ruhlar iltifatla hareket etmezler/etmemelidirler. Onlar için belki mezkûr sözü değiştirip şöyle demek icap eder: “İltifat mârifete tabidir.” Yani siz bir mârifet ortaya koyarsınız, el âlem ister iltifat eder ister etmez, kesinlikle böyle bir beklenti içine girmezsiniz. Fakat bilinmesi gerekir ki, bize düşen, objektif davranmak ve bu beşerî realiteyi göz ardı etmemektir.
Batı’da yapılan çalışmalara baktığımızda, ciddi emek ve gayretle kâinat kitabını didik didik ettiklerini görüyoruz. Meselâ birisi diyor ki: “Ben şu kobralarla alâkalı bir araştırma yapmak için yirmi senedir ormanın içinde yaşıyorum.” Daha sonra yayınladığı belgeselde görüyorsunuz ki, kobraların erkekleri birbirinin zehirli olduğunu biliyor ve birbirini sokmamak için âdeta kendi aralarında bir mutabakata varıyorlar. Şayet biri diğerinin başını bastırırsa, galip o bölgenin hâkimi oluyor; mağlup ise bulunduğu bölgeyi terk edip başka bir yere gidiyor.
Başka birisi akreplerle alâkalı bir araştırma yapıyor. Araştırmacı, onların birbiriyle muhabere yapmak için kullandıkları sinyalleri yakalıyor. Ben bunu ilk gördüğümde hayret etmiştim. İşte adam akreplerin sinyalini keşfetmiş. Daha sonra bir aletle böyle bir sinyali vermeye başlayınca değişik taşların altında bulunan akrepler kuyruklarını dikip raks etmeye başlıyorlar. Şimdi her ne kadar bu araştırma gerçek bir mârifete dönüşmese de, araştırma ceht ve gayreti açısından böyle bir hâdiseyi takdir etmemek de mümkün değildir.
Evet, bu insanlardan kimi, yirmi sene bir akrebin arkasında, bir diğeri kobraların, bir başkası da ceylanların peşinde koşturup durmuş. İşte böyle bir performans ve gayretin arkasında bir iltifatın olduğunu unutmamak gerekir. Batı’da böyle bir çalışma yapan kişi şöyle düşünür: “Ben burada yirmi sene diz çürüttüysem benim bu hizmetim karşılıksız kalmayacaktır. Görülüp gözetilecek, ödüllendirilecek ve çalışmalarımın karşılığını alacağım.” Gerçekten de öyle oluyor. Bilim adamları ve araştırmacılar gül gibi yaşayıp gidecek şekilde bir mükâfatla karşılık görüyorlar. Vâkıa, Einstein ve Edison gibi bazı kimseler, merak saikası, araştırma ve ilim aşkıyla hareket etmiş olabilir. Zaten bunlar sa’y ve gayretlerinin karşılığını almadan, mükâfat görmeden gitmiş insanlardır. Hatta sinemayı keşfeden insanın, gala gecesinde orada acından öldüğü söylenir. Fakat umumiyet itibarıyla denebilir ki, yapılan çalışmalar mükâfatlandırılmış ve karşılıksız bırakılmamıştır. Şimdi durum böyle olunca dinimizin bize emrettiği hakikat aşkı için biz nasıl koşturmalıyız, nasıl fedakârlıkta bulunmalıyız, onu sizin iz’an ve insafınıza havale edip geçmek istiyorum.
Bundan dolayı kanaatimce bilim sahasında yapılan bir yarışmada ceht ve gayret gösteren her çalışma takdir ve taltif edilmeli, hiç kimse eli boş geriye gönderilmemelidir. Meselâ bir bilim veya dil olimpiyadında yarışma yapıyor; birinciye altın, ikinciye gümüş, üçüncüye bronz madalya, dördüncüye de mansiyon veriyorsunuz. Bence ödüllendirmede yeni yeni isimler bulup ceht ve gayrette bulunan herkesi mükâfatlandırmak lazım. Şahsen, bu tür yarışmalarda başarılı olan arkadaşlar yanıma geldiklerinde imkânım neye elveriyorsa mutlaka onları mükâfatlandırma niyeti içinde olduğumu söyleyebilirim. Evet, ortaya koydukları başarılarından dolayı onları mesut edecek şekilde niye bu insanları kucaklamayacaksınız ki? Meselâ onlara: “Dünyanın önde gelen şu üniversitesine git, kayıt ol. İster yüksek lisans, isterse doktora eğitimi yap. Ben senin bursunu tekeffül edeceğim.” diye niye teşvikte bulunmayacaksınız ki? Bu ve benzeri mükâfatlarla onlar mutlaka iltifata tabi tutulmalı ve böyle bir iltifatla onların mârifetlerini döktürmelerine imkân ve zemin hazırlanmalıdır. Zannediyorum istenen seviyede bir elit ve entelektüel sınıfın yetiştirilmesi adına eğitim yuvalarında ihmal gören hususlardan bir tanesi de budur. Bu sebeple takdir, taltif ve teşvik dinamikleri işletilmeli ve böylece yıllardır ihmal edilen bu mesele telafi edilmelidir.
HLotus