Modern toplum “kent düzeni” içinde yaşamaktadır. Vahyin tesettür hükümleri ise “şehir” ortamında indirilmiştir. Biz bu yazıda “erkek tesettürü”nün kadın tesettüründen öncelikli olduğunu ve erkeğin bazı yükümlülüklerini yerine getirdiği takdirde kadın tesettürünün hükümlerinin yerine getirilmesinin anlam kazanacağı fikrini ifadeye çalışacağız.
Kadın tesettürü ev-barınma hakkı ile birlikte bulunmaktadır. Bağımsız şekilde ele alınamaz. Nur suresi “Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip (izin alıp) ev sahiplerine selâm vermeden girmeyin” (24: 27) derken mahremiyetin yönünü “dışarıya çıkışa” değil “ev’e duhüle: lâ tedhulû buyûten” çevirmiştir.
Aynı şekilde kadın tesettürü evlenme hakkını (“İçinizden bekâr olanları evlendirin”- 24: 32) da içermektedir.
Bu anlamda evi (barınacağı konutu), geçimi (nafakası) ve ailesi (kocası) olmayan kadının nafakasını kazanma, kamusal hayata girme, kadın (birey) kimliğini gerçekleştirme taleplerinin dini / içtimaî / ideolojik / iktisadî / siyasî gerekçelerle bastırılması sorunu bitirilememektedir. Kadınlar tarih boyunca “nesne”leştirilmişlerdir. Modern dünyada konut-otomobil muhtaçlığı kadınların kapitalizmin nesnesi haline getirilişini yeniden üretmiştir.
Kısaca söylemek gerekirse kadın tesettürü bir şehir=medine inşasını gerektirmektedir. Şehir=medine inşası ise bir “ev-hane” sistemidir. İslâm toplumunun “ev-hane sistemi” modern toplumun konut yapılaşması şeklinde anlaşılmamalıdır.
“Ev-hane sistemi” Müslüman kadın-erkeğin nikâh akdi ile gerçekleştirdiği bir “birim”dir. Müslüman toplumun en küçük birimi “aile-hane”dir. Bu birim, konut-eşya düzenini, vergi düzenini, mahalle düzenini, iktisat düzenini oluşturmaktadır.
İslâm toplumunda vergi (örneğin; öşür, avarız akçası) haneden alınır.
İslâm toplumunda mesleğe kabul çıraklıkla başlarsa da kalfalık ve ustalık için evlilik şarttır. Fütüvvet düzeninde zina eden, fuhşiyata sapan erkek meslekten atılır.
Yine İslâm toplumunda mahalleye girmek ancak kefili bulunan meslek sahibi evliler için mümkündür. Bekar kişiler mahallede barınamaz. İlk dönem İslâmî tatbikatta bekar erkekler “ehl-i suffa” sayılır ve bir ayrıştırmaya-eğitime tâbi kılınırdı.
Erkek-kadın tesettürünün şehir-medine inşasını zaruri kıldığını izah etmeden evvel tesettür ahkâmını içeren vahyin indirildiği coğrafya-toplum-iktisat yapısı hakkında birkaç değinmede bulunmak zarureti vardır:
Vahyin Zamanı:
Mevdudi’nin Tefhimu’l Kur’an adlı eserinin Nur Suresi’ne ilişkin bölümünde bu surenin Beni Mustalık Gazası’ndan sonra indiği hakkında icma bulunduğu ifade edilmiştir. Fakat bu gazanın H. 5’inci yılda Hendek Savaşı’ndan önce mi yoksa H. 6’ıncı yılda mı olduğu konusunda ihtilaf edildiği zikredilir.
Tesettür ahkâmının İslâm toplumunun Hicret ile inşasından 5-6 yıl sonra indirilmiş olması son derece dikkat çekici bir hadisedir. Mevdudi, bir de şu soruyu sormaktadır: “Nur suresinin mi tesettür ayetlerini içeren diğer sûre olan el-Ahzab’ın mı önce indiği sorusunu çözmek bir hayli önemlidir.” Ahzab 33. Ayet aşağıdaki gibidir:
“Ve evlerinizde karar kılın (oturun). Evvelki cahiliyye zamanındaki gibi (ziynetlerinizi) açmayın. Namazı ikame edin ve zekâtı verin. Allah ve O’nun Resûl’üne itaat edin. Ey ehli beyt! Allah sadece sizden günahları gidermek ve sizi tertemiz temizlemek istiyor” (33 Ahzab 33).
Mevdudi, Ahzab suresinin Hendek Savaşı münasebeti ile indiğinden hareketle “eğer ilk hükümler Hendek Savaşı ile indirildi ise Ahzab suresi sonrasında indirilen hükümler Nur Suresi ile tamamlanmış demektir; yok, eğer Mustalikoğulları Gazası daha önce oldu ise, örtüyle ilgili hükümlerin tarihi sırası tersine dönecek ve hükümlerin anlam ve hikmetini kavramak zorlaşacaktır” demektedir.
Ahzab Suresi Mi, Nur Suresi Mi Önce Vahyoldu?
Bu yaklaşımın ortaya çıkardığı netice şudur: Ahzab suresi önce Nur suresi sonra indirildi ise Nur suresi ayetlerindeki tesettür hükümleri kadınların “dışarı çıkmaları”na ait bir fıkıh getirmektedir. Eğer Nur suresi önce ve Ahzap suresi sonra ise kadın tesettürü dereceli olarak ağırlaştırılmış bir ahkâmı içerir ve “kadınların evde inşa edecekleri bir hayat”a ait fıkıh getirir.
Fakat biz her iki halde de “vahyin zamanı” meselesini başka bir perspektifle gündeme getirmek istiyoruz. Vahiy tesettür hükümlerini hicretten 5-6 yıl sonrası toplumuna ve mutlaka “ev inşası”nın ardına bırakmıştır.
Ahkâm Müslüman Bir Topluma-Evler Halindeki Topluma İnmiştir:
Bilindiği gibi Musa (as) da eşi ile birlikte Mısır’a doğru yol aldığında Mısır’da evler edinmekle emrolunmuştur. Ahzab 33. Ayette “Ve karne fî buyûtikunne” diyen vahiy ardından şu emri buyurur: “ekımnes salâte ve âtînez zekâte ve atı’nallâhe / Namazı ikame edin ve zekâtı verin. Allah ve O’nun Resûl’üne itaat edin.” Musa (as)’nın “evler edinmesi” ile ilgili vahiy ise şudur: “Ve evhaynâ ilâ mûsâ ve ahîhi en tebevveâ li kavmikumâ bi mısra buyûtenvec’alû buyûtekum kıbleten ve ekîmus sâlate, ve beşşiril mu’minîn / Biz ise, Mûsa’ya ve kardeşine şöyle vahyettik: Kavminiz için Mısır’da bir takım evler hazırlayın ve evlerinizi namazgâh yapın. Namazı gereği üzre kılın. Hem de (Ey Mûsa) müminleri cennetle müjdele?” (10 Yûnus 87).
Anlaşılacağı üzere Musa (as) ahkâmı “evleri olan” Müslüman bir topluma anlatmaktadır ve bunun gerçekleşmesi için bir ev-hane sistemi inşa etmesi gerektiği Allah’ın emri olarak önüne gelmiştir.
Hz. Peygamber (asv)’e indirilen vahiyde de ahkâm Medine’de nazil olmuştur. Mekke’de henüz Müslüman haneler ve Müslüman bir toplum yoktur. Hattâ Müslümanlar Kâbe’de namaz kılamamaktadır. Hicret ederek bir fıkıh toplumu haline gelmiş Müslümanlara işin en başında evlerinin inşasını bitirmeleri gerektiği de Nur suresi ve Ahzab suresi ile bildirilmektedir.
Ahkâmın tedriciliği (bu tartışma Seyyid Kutup tarafından “hareket fıkhı” bağlamında tartışılmıştı) meselesinden hareketle öncelikle erkeklerin tesettürü mümkün kılacak koşulları hazırlaması gerekliliği kaçınılmaz olmaktadır.
Vahyin Coğrafyası:
Erkek-kadın tesettürü ile ilgili hükümleri sadece Nur Sûresi 30-31 ayetleriyle değerlendirmek yanıltıcı sayılmalıdır. Bu iki ayet inzal olmadan önce mü’min erkek ve mü’min kadınlar hicret eylemi ile “Medine=şehir=adalet yurdu” olarak inşa edilmiş bir toplumsallığa kavuştular.
Ayetler şehir=medine ile ortaya çıkmış bir fıkıh toplumuna, mü’min bir topluma indirilmiştir. Yine bu ayetler Mekke-Roma-İran [ya da günümüzdeki kent tasavvurlarına uygun örnekler verilecekse Dubai-Londra-Paris-Tokyo] tekasür (biriktirme ve muhtaçlara infak etmeme) sistemine değil; aralarında “muahat-kardeşlik” teşkil edilmiş, hane sistemiyle inşa edilmiş bir toplumsallığa indirilmiştir.
İslâm şehrinde kadın ve erkeğin “flaneur” olarak dolaşması mümkün olmamıştır. Mekân bu tür bir dolaşıma izin vermeyecek şekilde düzenlenmiştir. Medine=şehir’de cadde / boş zaman avareliği şeklinde bir kültür bulunmamaktadır.
Tesettür ayetlerinin metalaştırılmış kadın-erkek cinselliğini sistematize eden Mekke-Roma-İran tekebbür toplumsallığı ile uzlaştığı da söylenemeyecektir.
Böylece mü’minlerin “mekân=toplumsallık” olarak bedenlerinin muhafazaya alındığını, vahyin rızk endişelerinden arınmış bir toplum inşasını temel saydığını düşünmenin yolu açılmaktadır.
Şu hatırlanmalıdır ki İran-Roma egemenleri kuştüyü yataklarda uyumakta iken Hz. Peygamber (asv) Medine’de hasırda yatmaktadır.
Hz. Peygamber (asv)’in eşlerinden Hz. Aişe (ra)’nin hücresi 2,5 metrekare genişliktedir. Hz. Aişe (ra) Hz. Peygamber secdeye kapandığında ayaklarını kendine çekmekte, kıyam ve/veya rükûa kalktığında ayaklarını uzatmaktadır.
Medine’deki mescidin zemini topraktır, duvarları da bulunmamaktadır. Oysa Doğu Roma’nın yüce mabedi Ayasofya, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından, MS 532 – 537 yılları arasında İstanbul’da Hz. Peygamber (asv)’in hicretinden 100 yıl önce inşa ettirilmiş mimarî bir şahaserdir.
Diğer taraftan Hz. Selman (ra) hakkında “Kitabü’z-Zühd” de şu rivayet aktarılır:
“Bir gün Hz. Huzeyfe (ra), Hz. Selman (ra)’a, Ebu Abdullah, sana bir ev yapayım, dedi. Hz. Selman (ra) bu teklifi kabul etmeyince Hz. Huzeyfe (ra): Sana öyle bir ev yapacağım ki başını bir duvarına koyduğunda ayakların karşı duvara ulaşacak, kalktığında da başın tavana değecek, dedi. Hz. Selman (ra): “Şimdi oldu! Tam benim düşündüğüm gibi bir ev, diye karşılık verdi.”
Sahabenin bu davranışının arkaplanında Hz. Peygamber (asv)’in peygamberlik-hâkemlik konumuna rağmen seçtiği hayat biçimini örnek alma endişesi bulunmaktadır.
Nitekim, Hz. Ömer (ra), bir gün Hz. Peygamber (asv)’in huzuruna girdi. Hz. Peygamber (asv), yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafında hasırın izi kalmıştı. Hücresinin bir köşesinde işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. Hz. Peygamber (asv)’in hücresinde bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (ra), bu manzara karşısında ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (ra): “Ya Resûlullah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asv), Ömer’e (ra) şu sözü söyledi: “İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun.”
Anlaşılıyor ki Medine’nin inşası yol, köprü, caddeler, alt ve üst geçitler, mağazalar, AVM-stadyum inşaatları ile tasarlanan günümüz kentlerinin oluşum mantığına benzememektedir. Vahyin coğrafyası günümüz Müslümanlarının kentlerinin coğrafyası gibi değildir.
Bu nedenle Müslümanların tesettür ile ilgili tartışmalarda (aslında bütün tartışmalarında) “medine=şehir” coğrafyasının kendine özgülüğü meselesini hatırdan çıkarmaması gerekir. Vahiy, kesinlikle Roma-Londra-Paris gibi bir kente inmemiştir. Bu noktada şu söylenmektedir:
“Hz. Peygamber tarım toplumunun ya da pre-kapitalist toplumun içinde vahye muhatap oldu. Eğer 21. Yy’da yaşayan bir peygamber olsaydı elbette zamanın teknolojisine ayak uyduracak, örneğin Mercedes-Bmw gibi araçlara binecekti.”
Bundan emin değiliz. Zira Medine şehir toplumunun hâkemi olduğu halde kayser ve kisraların yaşadığı hayatı reddetmekteydi. Kaldı ki içinden hicret ederek çıktığı Mekke Arap ticari kapitalizminin merkezi idi. Oysa Hz. Peygamber (asv)’in Medine’de ortaya koyduğu hayat standartları Mekke refah-terakki-kalkınmışlık seviyesinin bile çok altındaydı. Tesettür tartışmalarında bu hakikat es geçilmemelidir. Tesettür, medine=şehir oluşturma iradesi ile Mekke’den hicret etmiş bir Müslüman toplumsallığına indirilmiş ahkâmlardan biridir. Roma-Londra-Paris gibi bir kente inmemiştir.
Vahyin Sosyolojisi:
Bir diğer husus, vahyin kendisine indirildiği toplumla ilgilidir. Hz. Peygamber (asv) kabilevî bir toplum yapısı içindedir ve çevresindeki Araplar da aynı toplumsal ilişkileri sürdürmektedir. Akrabalık ilişkileri mahremiyet alanını genişletmektedir. Örneğin Hz. Peygamber (asv) Hz. Ebubekir-Hz. Ömer-Hz. Osman-Hz. Ali (ra-e) ile kız vermek-kız almak denilebilecek ilişkiler nedeniyle birbirleriyle akrabadır. Bu durum sahabenin tamamı için de söylenmelidir.
Diğer taraftan, Arap örfünde “süt anne”lik müessesesi bulunmaktadır. Bu da akrabalığı tesis etmekte ve mahremiyet alanını genişletmektedir.
Dolayısıyla vahyin indirildiği toplum setr-örtünme emrini modern toplumun algılayamayacağı bir “genişlik” içinde yaşamıştır. Bu şehir inşasının kaçınılmaz neticesidir. Modern zamanların Müslüman fertleri ne akrabalık, ne de süt annelik müesseselerini “vahyin indirildiği sosyoloji” gibi hayata geçirememektedir.
“Vahyin indirildiği sosyoloji”nin bir diğer özelliği ise medine=şehir’in Müslümanların “toplum olmak” iradesinin mekânını (dâr’ını) arayışıyla da ilgilidir. Oysa modern Müslüman fertlerin tesettürü ile ilgili hareketleri taşradan kente, cemaatik yapılardan birey-toplum yapılara “dağılışı” ve dağınık bireyselliklerin kitle ruhunda yeniden birleştirilişini politize etmektedir.
Bu nedenle modern zamanlarda Müslüman kadın “pardesümü giydiğim zaman dışarı çıkacağım” dediğinde “göreceli olarak” haklıdır. O, aile-kabile-cemaat-akraba-mahalle’nin “dışına çıkmak” için örtünmektedir.
Oysa “vahyin indirildiği sosyoloji” bu aile-kabile-cemaat-akraba-mahalle’nin varlığını korumakta ve hatta perçinlemektedir. Bu nedenle Müslüman kadın “dışarı” çıkmamaktadır. Çünkü mahallesi yine akrabalık ilişkileri nedeniyle hâlâ “içeri”dir.
Vahyin Muhatabı:
“Medine=şehir=fıkıh toplumsallığı” yaklaşımının vazgeçemeyeceği bir diğer konu da tesettür emrinin muhatabının kim olduğu hususudur.
Bilindiği üzere Hudeybiye anlaşması 628. Yılda (hicretin 6. Yılında) gerçekleşmiş ve Medine’ye hicret eden Müslüman erkeklerin Mekke’ye iadesini şart olarak kabul etmişti.
Bu anlaşmadan sonra Müslüman erkeklerin Medine’ye hicreti yasaklandı ancak kadınların hicret etmesi Mekke’li kadınlar tarafından kabul edildi. Bu hükümle birlikte Mekke’den kaçan kadınlar hakkında ayet nazil olmuştur. Aşağıdaki ayet mü’min kadınların hicreti hakkında erkeklerin mükellefiyetlerini bildirmektedir. Buna göre kadınların hicretinin sahih olduğu imtihan edilerek anlaşılacak ve kadın eğer Müslüman ise geri verilmeyecektir. Bu durumda kadınlar evli ise ve kocası kafir ise kafir kocasına mehiri geri verilecektir.
“Ey âmenû olanlar! Hicret etmiş olan mü’min kadınlar size geldikleri zaman onları imtihan edin (hicret sebeplerini sorun). Allah, onların îmânını çok iyi biliyor. Artık onların mü’min hanımlar olduğunu bilirseniz (mü’min olduklarından emin olursanız), bundan sonra onları kâfirlere geri döndürmeyiniz. Onlar (mü’min hanımlar), diğerlerine (kâfir erkeklere) helâl değildir. Diğerleri de (kâfir erkekler de), onlar için (mü’min hanımlar için) helâl değildir. Onlara (kâfir erkeklere), infâk etmiş oldukları şeyi (mü’min olarak size gelen kadınlara daha önce vermiş oldukları mehirlerini) geri verin. Ve kendilerine mehirlerini verdiğiniz taktirde, onlara nikâh yapmanızda sizin üzerinize bir günah yoktur. Ve kâfir kadınları nikâh ile tutmayın. Ve siz ne infâk ettiyseniz (mehir olarak ne verdiyseniz) geri isteyiniz. Ve onlar da infâk ettiklerini istesinler. İşte bu, Allah’ın hükmüdür. Aranızda hüküm vermektedir. Ve Allah; Alîm’dir (en iyi bilendir), Hâkim’dir (hüküm sahibidir).” (60 Mumtehine 10).
Anlaşılacağı üzere tesettür emri hicret ederek eş-statü-mal-akrabalarını terk eden kadınların imtihan edilerek “Medine şehri-fıkıh toplumsallığı-İslâm toplumu” inşasına katılımından sonra gerçekleşmiştir.
Diğer değişle tesettür imanını kanıtlamış erkek-kadınlardan oluşan Müslüman toplumsallık inşasını gerçekleştiren topluluğa indirilmiş bir farzdır.
Vahyin muhatabı bütün kadınlar değil Müslüman kadınlardır.
İkinci olarak vahyin muhatabı erkek-kadınlar modernitede yaşayan “birey kimlikler” de değillerdir.
Bu ayetle Müslüman kadınların Medine=şehir’e geldiğinde kafir eşleri ile olan nikâh bağlarının koparılması gerektiği de emredilmiş oldu. Ancak kafir eşlerin verdiği mehirlerin iadesi de emredilmiştir. Bu şekilde toplum evli kadınların mehirlerini Mekke’ye ödemekle mükellef tutulmuştu. Bu şekilde serbest kalan kadınların artık Müslüman erkekle evliliğine imkân tanındı. Bununla Medine=şehir’de yeni bir cemaatik-toplum kurulmuş oldu.
Vahyin İndirildiği İktisadi-Beşerî Ortam:
Vahyin indirildiği iktisadî ortamın da Müslümanların tekno-uygarlık ile ilişkileri açısından bakıldığında dünyanın “geri kalmış” kesimini temsil ettiği hususunda bir şüphe bulunmamalıdır. Müslümanlar hicret ederek “medine=şehir toplum=adalet yurdu ve fıkıh toplumsallığı” kurmuşlar ve mallarını Mekke’de bırakmışlardır. Medine’ye hicret nedeniyle Ensar’ın da mal-mülklerini paylaşmak zorunda kaldıkları tartışmadan varestedir. Dolayısıyla böyle bir iktisadî vasatta erkek-kadınların modern toplumlar içinde yaşayan Müslümanların sahip olduğu zenginlikleri aramadıkları unutulmamalıdır. Vahyin indirildiği iktisadî ortamdaki Müslümanlar, modern toplum içindeki Müslümanların hedefledikleri “kamusal alana çıkma” gayelerinden oldukça uzak iktisadî-beşerî zihniyete sahip görünmektedir.
Öncelikle bu ortam bekar adam-kadınlar ortamı değildi. Nikâh ile tesis edilen iktisadî borç-alacak doğuran bir ortamdı. Medine’de zina etmemek koşuluyla oluşmuş bir toplum kurulmuştu. Bu da evliliğin kolaylaştırıldığı, mahremiyetin akrabalıkla mekânlaştırıldığı bir “mahalle kontrolü” tesis etmişti. Diğer değişle Müslümanlar modern toplumdaki Müslümanlar gibi 30 yaşına kadar bekar bırakılmamaktaydı. Sahabeler “Taaddüd-ü zevcat” ile geniş bir akrabalık ağı kurmuşlardı. Vahiy bu akrabalık (Taaddüd-ü zevcat veya süt annelik kurumu ile) ağı içine indirilmişti.
Diğer yandan “Medine Pazarı” sistemi de “kapitalist çarşı” olmaktan arındırılmıştı. Medine “geçimlik” iktisadîliği esas almışken Mekke “tekasürcü ve debdebeci” bir ticaret zihniyetini paganlaştırmıştı.
Erkek Müslümanların Savaş-Cihad Mükellefiyetleri (Dul-Çocuklu Kadınlar):
Tesettür tartışmalarında atlanmış bir diğer konu da vahyin indirildiği ortamda erkeklerin savaş-cihad-kıtal ile ilgili mükellefiyetleridir.
Bu ortam kadınların dul kalmasına neden olmaktadır.
Modern toplumda ise erkek, savaşçı ruhunu yitirmiş ve kadınsılaşmıştır. Modern toplum bir kadıncı düşüncedir ve bütün kadim kültürlerdeki savaşçı erkeği tarihten atmak üzere konumlanmıştır. Bununla amacı Batı-dışı kültürlerin savaşçı saldırı potansiyelini zayıflatmaktır.
Kıtal-cihad mecburiyeti askerî bir toplum olan Müslüman şehir-medine toplumsallığının erkek ferdlerinin şehadeti gerçeği ile yüzleştirmektedir. Bu nedenle İslâm toplumlarında şehidlik fikri ile aile inşası arasında doğrudan bir ilişki vardır. Erkek hem savaşçı toplumun muhafızı olarak ve hem de “herif” olarak kıymetlidir.
Erkek Müslümanların Meslek Mükellefiyetleri:
Herif kelimesi “hırfet”ten gelmektedir. Bir mesleği olan, zanaatkâr kimseye “herif” adı verilir. Ahilikte “herif olmak” evlenmenin, mahalleye kabul edilmenin, meslek erbabı sayılmanın, helal kazancın ve nihayet ahireti kesb etmenin anahtarıdır.
Anadolu’da meslek tasavvurunun da askerî niteliği burada hatırlanmalıdır. Bilindiği gibi Anadolu’da ahilik bir meslek teşkilatıdır. Bu teşkilat içerdiği prensipler gereği cinsiyetçidir. Ahi teşkilatları fütüvvet (kabadayı-civanmertlik) teşkilatlarının Anadolu’da aldığı biçim olduğu için hem askerî niteliğini korumuş ve hem de mesleğe kabulde erkek çırak geleneğinden vazgeçmemiştir. Ahi teşkilatları düzen bozulduğunda şehrin düzenini korumayı üstlerinde bir görev olarak telakki etmekteydi. Bir anlamda meslekî mensubiyet askerî disiplini, hiyerarşiyi, savaşçı kalfa ve çırak tedarikini kaçınılmaz kılmaktaydı.
Erkek kas ve şiddetinin meslekî faaliyet içinde eritilmesi hem erkeğin evine (mesken=sükûn) meveddet için yönelmesine fırsat veriyor ve hem de erkek eylemi ile kazanılmış rızk, erkeği toplum içinde “kazananlar Allah’ın sevgilileridir (el kasibu habibullah)” kelamınca mübarek kılıyordu. “Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar” (24 Nur 37) ayeti “Ricâlun-yiğitler, adamlar” terimi ile erkek eylemine işaret etmiştir.
“Kişi elinin emeği ile kazandığından daha hayırlı rızık yememiştir” veya “dürüst tacir salihlerle, peygamberlerle haşrolunacaktır” şeklindeki rivayetler de “emek ya da ticaretle helal kazanç” mücadelesini ahir hayatın kesbi için vesile kılmaktadır.
Modern toplumda “kazan da nereden kazandığın mesele değil” diyen bir “allahsızlık”, erkeğin ahi ilkelerine göre yaşamasını gereksiz kılmıştır.
Modern Toplumda Meslekler Ve Savaşçı Kimlikler:
Modern toplumda meslekler Batı’dan ithal edilen tekno-uygarlık araçları nedeniyle biçim değiştirmiştir. Erkeğin kas gücü ve askerî kimliği silinmiştir. Bu durum nedeniyle erkeğin toplumsal rolü yitirilmiştir. Erkek bir kahraman, evi inşa eden, mahalleyi kuran, şehri muhafaza eden, gerekirse “mustazaf erkekler, kadınlar ve çocuklar için cihad edip şehid düşen” rol modelini kaybetmiştir.
Burada şu ayet hatırlanmalıdır: “Ve mâ lekum lâ tukâtilûne fî sebîlillâhi vel mustad’afîne miner ricâli ven nisâi vel vildânillezîne yekûlûne rabbenâ ahricnâ min hâzihil karyetiz zâlimi ehluhâ, vec’al lenâ min ledunke veliyyâ, vec’al lenâ min ledunke nasîrâ / Hem size ne oluyor da Allah yolunda (…) o ezilmiş-mustazaf erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda çarpışmıyorsunuz?” (4 Nisa 75).
İslam toplumunda erkeğin savaşçı kimliği örneğin Eyüp Sultan’ı yaşlı başıyla İstanbul’a getirmiştir. Firavun da İsrailoğullarının erkek bebelerini öldürtüyordu. Refah toplumları erkekleri-savaşçıları yok etmektedir.
Ev Nedir?
Savaşçılığını yitirmiş erkeklerin bulunduğu toplumun tamamının kadınlaşmış olduğu söylenebilir. Bu kapsamda İslâm toplumunda erkek ev-mahalle-şehirin “dışında” konumlanmıştır. Yani kadın için “dışarı” bir alan bırakılmamış ve ev-mahalle-şehir kadın için “saklı bahçe” kılınmıştır. Nasreddin Tûsî’nin ev’i tarifinde şu ifade edilmiştir: “Ev; taş, kerpiç, çamur, çadırdan yapılan bina değil hususi bir kuruluştur.” Ayrıca “Ev”in beş bileşeni vardır: karı koca, ana-baba ile evlat, hizmet edilenle hizmet eden, mal sahibi ile mal; bu beş bileşenin yaşadığı yerin tahtadan, taştan, çadırdan, kulübeden, ağaç gölgesinden, mağaradan veya bir kovuktan ibaret olması konunun özünü değiştirmez” (Nasreddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî, 2005:205). “Ev kurmak” bir “geçim sanatı”dır ve Ev, “Meslek-ev” ilişkilerinden tesis edilir. Bu nedenle “Ev kuracak” kadın erkek aşk için, güzellik için, para için, soyluluk için değil “geçimi sağlamak ve nesli devam ettirmek için” evlenir.
Tûsî’ye göre ev, erzak tedariki ile ilişkilidir. Yani rızkın sağlanması ve bunun toplumsallaşması için “ev” gerekir. Çünkü ev, beş bileşenden [1. karı-koca, 2. ana-baba, 3. evlat, 4. hizmetçi, 5. meslekî faaliyeti gerçekleştirmeye yarayan malzemeler-erzak-mal] oluşur. Ev’i beş bileşenden oluşturup meslekî faaliyeti ve erzak teminini bunun içine yerleştirmek modern konut ideolojisinin içinde “aile kuruyor mış gibi” tavrındaki Müslümanların “bireyci” yaklaşımlarından çok farklı bir zihni kabuldür.
Şehir Ve Fütüvvet:
Bu kapsamda erkeğe, meslekî ve/veya askerî mesuliyetini tamamlamadan “eve-mahalleye-şehrin içine” giriş imkânı tanınmamıştır. Şehir çarşıları ev ve mahallenin içine kurulmaz ve mutlaka “Cum’a kılınur, pazar kurulur” felsefesini yaşatacak bir erkek merkezilik ekseninde gelişir. Bu Pazar-merkezîlik erkeğin kadını gözetlemesini ve zina düşüncesini alıkoyan bir disiplinle yürür. Ahi felsefesinde meslek erbabı birinin zina etmesi mesleğini kaybetmesi anlamına gelir ki bu aynı zamanda evini, mahallesini de kaybetmek demektir.
Modern toplumda zina suç olmadığı gibi, meslek=sülûk ile bağın kesilmesini gerektiren ahlâkdışılık olarak kabul edilmemektedir. Ahilikte haram kazanç da meslekten atılmanın sebebidir. Meslekten atılan erkek mahallesinden de atılacak olduğundan ahlâkî amele mecburdur.
Bu nedenle “erkeğin tesettürü” kadının bireysel tetkikinden daha ciddi bir toplum kontrolüne muhataptır. Modern toplumda kadın bireyselleşmiş dindarlığı ile bu kontrolü sağlayamamaktadır. Modern toplum bu nedenle ahilikle irtibat kuramamaktadır. Ahilerin şed kuşanması (uçkurun bağlanması) vefa-sıklaştırmak-kuvvetlendirmek demektir. Ahilikte icazet almak, şed kuşanmak yoluyla olur. “Şedsiz kazanç haramdır.” Şed kuşağının ucu elif gibi sarkar. Elif Allah demektir. Ahi-esnaf Allah’a kuşağından (belinden) bağlıdır. Şedd’in ilkesi dörttür: 1) Eli iş tutmaktır,2) Daima kalbi ve elbisesi temiz olmaktır, 3) Pir sözü tutmaktır, 4) Yasak-haramlardan kaçmaktır.
Hane sistemi ancak evlilik akti ile kurulmaktadır. Dindar erkek-kadının hane-ev kurmasını engelleyen “eğitim-meslek-kariyer” zihniyeti bunu “hayat boyu eğitim ve üniversiteleşme” siyaseti ile tüm topluma kabul ettirmiş görünmektedir.
Selatin camilerinde hutbenin kılıçla okunması da Cum’a için toplanan cemaatin askerî niteliğini ortaya koyar. Bu yaklaşım nedeniyle “metroda Cum’a kılmak” Müslüman toplumun fıkıhla inşa edildiği anlamına gelmeyecek bir metrokapitalist uyuma işaret eder. Geleneksel toplumda kadın, erzağı tedarik eden erkeğin işine talip olmaz ve gelen erzağı ev halkının muhannete muhtaç olmaması için işler. Anadolu’da türkülere konu edilerek işleyen bu düzen metrokapitalist kent sistemi içinde borçluluk üretilerek yitirilmiştir.
“Kadir mevlam senden bir dileğim var / Beni muhannete muhtaç eyleme
Eğer muhannete muhtaç eylersen / Kara topraklara garkeyle beni”
Erkek Tesettürü-Nur Suresi 30. Ayete Geliş Süreci:
Vahiy Öncesi Erkek Takvası:
Artık erkek tesettürü hakkında fikir beyan edebileceğimiz bir arkaplana kavuşmuş olduğumuzu düşünüyorum.
Şimdi tekrar siretin başına dönelim.
Daha vahyin inmediği dönemde Hz. Muhammed (asv)’in artan dinî duygularla kendini cahiliye toplumunun adetlerinden ayırdığı, Hira’ya çekildiği siyer kitaplarında vurgulanmıştır. Vahiy “oku” emri ile geldiğinde Hz. Peygamber (asv)’in “beni örtün, beni örtün” diyerek Hz. Hatice’den kendisini sarıp sarmalasını istediği de rivayet edilmektedir. Bundan sonra gelen vahiy “ey elbisesine bürünen” hitabıdır.
Dolayısıyla erkek tesettürünün vahiy öncesinde dahi [Hz. Peygamber (asv)’in hayatı açısından] toplumun cahili-tensel fahşasından kaçınmayı şiar haline getirdiği reddedilemeyecektir.
Benzeri bir eylem Hz. Yusuf (as)’un nübüvveti öncesi de ortaya çıkmış görünmektedir. Hz. Yusuf (as) köle olduğu halde iffetini muhafaza etmiş ve fahşadan kaçarken gömleği sırtından (arkadan) yırtılmıştır.
Feta Kavramı:
Hz. Peygamber (asv)’in henüz kendisine vahiy gelmeden önceki yaşantısında fütüvvetin izlerinden de bahsedilmelidir. Allah Nur suresinde “Genç cariyeler/feteyâti-kum” ile “fadlih(fadlihi)” kavramlarını aynı ayette zikretmiştir. Nisa suresinde de “feta” kavramı kadın-cariyeler hakkında geçmektedir: “Ve içinizden kimin, mü’min ve hür kadınlarla nikâh yapmaya (evlenmeye) gücü yetmezse, o zaman ellerinizin altında bulunan genç mü’min cariyelerinizden / minfeteyâti-kum (alıp) evlensin” (4 Nisa 25). Mekke’de de Hz. Peygamber’in “Hılfu’l Fudul”teşkilatını kurarak toplumda müstezaf kılınmış kişilere yardım ettikleri bilinmektedir. Feta kavramı Kur’an’da Hz. İbrahim (as), Hz. Yusuf (as), Hz. Musa (as) ve Ashab-ı Kehf hakkında zikredilmiştir.
- “Ona İbrâhîm denen gencin/feten, onları zikrettiğini (putlardan bahsettiğini) işittik,dediler” (21 İbrahim 60).
- “Şehirdeki kadınlar: “Azîzin (vezirin) hanımı, onun (emrinde) olan kölesini/fetâhâelde etmek istiyor” (12 Yusuf 30).
- “Ve Musa, genç arkadaşına/fetâhu: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar (yoluma) devam edeceğim veya senelerce (uzun süre) gideceğim.” demişti” (18 Kehf 60).
- “Biz, sana onların haberlerini gerçek olarak kıssa ediyoruz. Muhakkak ki onlar, Rab’lerineâmenû olmuş gençlerdi/fityetun. Ve onlara hidayeti artırdık” (18 Kehf 13).
Böylelikle Nur 30. Ayette “Mü’min erkeklere söyle, bakışlarını indirsinler (haramdan sakınsınlar), ırzlarını korusunlar” şeklinde beyan edilen emir daha vahiy bu konuda bir buyrukta bulunmadan gerek Hz. Peygamber (asv) ve gerek ise Hz. Yusuf (as) tarafından hayata geçirmiş bulunmaktaydı. Hz. Peygamber (asv) “feta” ilkeleri gereğince yaşamaktaydı. Bu ilkeler erkeğin hem “örtünme”sini ve hem de “ırzını koruma”sını gerektirmekteydi.
Yukarda işaret ettiğimiz örneklerde henüz “Müslüman bir toplum” inşa edilmediği gibi vahyin tesettür ahkâmı da henüz indirilmemiştir. Ancak ahkâm indirilmediği halde salihlerin kendisini koruduğu hususu tartışmasızdır. Bilindiği üzere cahiliye döneminde Varaka gibi şahıslar vahiyle muhatap olmadıkları halde muvahhid yaşantılarını ahlâk ile sürdürmekteydiler, iffetle yaşamaktaydılar.
Erkek Ve Kadınların Temizliği (Habis Erkek Ve Kadınlardan Uzaklaşmak)-Nur 26:
Diğer taraftan aşağıdaki ayetle birlikte tesettür ahkâmına doğru yürüyen toplumun fertlerinin ahlâkı inşa edilir. Tesettür ayetleri (24: 30 ve 24: 31) öncesinde vahiyle toplumun Medine şehri=fıkıh toplumsallığı meselesine hazırlandığı ve inşa edilen bu toplumda erkek ve kadınların habîs olanlarının ayıklandığı mutlaka ifade edilmelidir. Medine toplumsallığı, tayyib erkek ve kadınlardan oluşturulmuştur.
“El habîsâtu lil habîsîne vel habîsûne lil habîsât, vet tayyibâtu lit tayyibîne vet tayyibûne lit tayyibât, ulâike muberraûne mimmâ yekûlûn, lehum magfiretun ve rızkun kerîm / Pis kadınlar, pis erkeklerindir ve pis erkekler, pis kadınlarındır ve temiz kadınlar, temiz erkeklerindir ve temiz erkekler, temiz kadınlarındır; İşte onlar, (kendileri haklarında) söylenenlerden berî (uzak) olanlardır. Onlar için mağfiret (günahların sevaba çevrilmesi) ve kerim (Allah’tan ikram edilen) rızık vardır” (24 Nur 26).
Bu ayetin benzeri Nur suresinin başında da vardır: “Zina eden erkek ancak zina eden kadın veya müşrik bir kadını nikâh eder; zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik bir erkek nikâhlar. Bu mü’minlere haram kılındı” (24 Nur 3).
Erkeklerin Ev İnşa Etmesi Zarureti / Mahremiyet-Özel Yaşamın Gizliliği-Nur 27:
Erkek-kadınların tayyib olanlarını birbirine lâyık gören vahiy ikinci olarak bu kadın-erkeğin ev-hane inşa etmesi konusunu düzenlemektedir.
Ev-hane, aynı zamanda özel yaşamın gizliliğini ve erkek-kadının başkasına ait mahremiyeti gözetlememesi/dinlememesini sağlamaktadır.
“Ey âmenû olanlar! Evlerinizden başka evlere, izin isteyip ev halkına selâm vermedikçe (içeri) girmeyin. Bu, sizin için hayırdır. Umulur ki; böylece tezekkür edersiniz” (24 Nur 27).
Bu ayetin tefsirinde Mevdudi, “Eğer bir kimse, senin evini dikizler ve sen de taşla onun gözünü yaralarsan, bunun hiçbir günahı yoktur” rivayetini zikretmiş ve İmam Şafii’nin bu rivayetteki hükmü olduğu gibi aldığına işaret etmiştir. Mevdudi bu ayetin tefsirinde fakihlerin “dinleme”yi de “gözetlemek”le benzer değerlendirdiklerine yer verir. İzin isteme prosedürü kişinin annesi hakkında dahi geçerlidir. İzin üç kere selam ile istenir; cevap verilmezse ziyarete gelen dönmek zorundadır. Kendisinden izin istenen kişi izin vermek durumunda değildir. İzin verilmediği halde ısrarla kapıda beklemek yasaktır.
Bu ayet “bakışlarını indirsinler (haramdan sakınsınlar), ırzlarını korusunlar” ayetlerine hazırlıktır.
Kur’an bakışların hainliğinden bahsetmektedir: “Ya’lemu hâinetel a’yuni ve mâ tuhfîs sudûr / O, hıyânetle gizlice bakışı da bilir, gönüllerde (sadırlarda) gizlenen şeyleri de” (40 Mü’min 19). Bu nedenle onun başkalarının mahremiyetini dikizlemesine yasak getirilmiştir.
Modern toplumda tesettür tartışmaları kamusal alana bireysel olarak çıkmaya çalışan erkek-kadınların meselesi haline gelmiştir.
Şehir Hareketi-Hicret’le Gelen Fıkıh Toplumsallığı:
Müslümanların Yesrib’e gelişlerinin sıradan bir nüfus hareketi olmadığı söylenmelidir. Mekke’deki kabile sistemi Medine’de değiştirilmiştir. Müslümanlar Medine’ye soy-ırk esaslı bir boy-kabile sistemi ile gelmediler; talip-ikrar-muahat-kurbiyet esaslı yeni bir teşkilat kurdular. Bu kapsamda Medine, ikrar vererek veya sözleşme yapılarak oluşturulmuştu.
Müslümanların “Şehir fikri” ikrar verilerek dahil olunabilen bir toplumsallıktı. Kendisine mahsus ahlâk-hukuk kurallarını muhatabının kabul etmesi gerekiyordu. Bu toplumsallığın mekân düzenlemesi de, toplumsal örgütlenmeyi tesisi de “kamusal alan”a fırsat vermemektedir. Medine’ye gelen kadınlar bu kuralları kabul etmedikçe şehre kabul edilmediler. Bu nedenle Medine’nin Müslüman kadınları “seçilmiş” varlıklardı. Bu kadınlar da bu şehirde yaşamayı seçmiş (talip) idiler.
Tesettür hükümleri bu “seçme-talip olma” durumunu kabul etmiş erkek-kadın toplumsallığına indirilmişti. Bunun iktisadî sonuçlarının olacağı muhakkaktır. Mekke’de fityan-feta ilkelerine göre hayat kuran Hz. Peygamber (asv)’in Medine’de bunu toplumsallaştırdığı açıktır.
Modern dönemde kadın temelli İslami tartışmalarda Medine=şehir ortamına kadınların seçilerek dahil edildiği hususu dikkatlerden kaçmıştır. Medine=şehir toplumsallığı kesinlikle Mekke çoğulcu-çok kültürcü pagan toplumu ile ayrışmıştı. Kadın Mekke’de kamusaldı. Medine=şehir toplumunda kadının kamusala çıkması mümkün değildi. Çünkü ortada Mekke benzeri bir kamusal bırakılmamıştır. Mekke, tüm Arabistan’ın “görünmek” ve “görünülürlük” alanıdır. Oysa Medine bir adalet sahası (deyn=borç=din=adl) olarak doğdu. Medine’de muahat ilişkisi ve yeni akrabalık tesisi nedeniyle Mekke’de rastlanılmamış bir toplum kurgusu vardır.
Medine’de Müslüman toplumsallık “Mescit / Pazar / Muahat” ile tesis edildi. Mekke’den kaçan Müslüman kadınların eski kocalarından aldıkları mehir Mekke’ye iade edildi. Kurulan pazarda Müslümanların sınıf temelli bir ayrışmaya girmesine izin verilmedi. Ayrıca meskenlerin konformist zihniyetle büyümesine de karşı çıkıldı. Nitekim Hz. Peygamber (asv) yaşadığı sade hayat ile tüketim toplumuna yol açacak eğilimleri engelleyen bir bir ahlâk numunesi olmuştu. Bu üç kurumsal yapılanma (Mescit / Pazar / Muahat) ve yaşatılan basit hayat (Hz. Peygamber imkânı olduğu halde hasırda yatıyordu; Hz. Ebubekir halife olduğu halde yıkadığında kurumasını beklediği tek elbise sahibiydi) Müslümanların “debdebe ile görünülürlük kazanan beden politikası” yürütmesine fırsat vermemekteydi.
Son Söz Yerine:
Anadolu ahileri fütüvvetin Anadolu’daki biçimidir; üretici-esnaf aynı zamanda askeri bir teşkilattı. Bu nedenle kadınlar ahi olamamışlar Bacıyan-ı Rum ile teşkilatlanmışlardı. Bu durum “cinsiyetçi meslek” kurgusunu kaçınılmaz kılmaktadır.
Ahilik bir kitle örgütü, popülist bir hareket değildir. Ahiler, “çırak-kalfa-usta-pir” hiyerarşisi ile örgütlenmişlerdir. İkrar verip mesleğe girmeyen, fütüvvetnâmeye göre yaşama iradesi göstermeyen ferd, “ahi”liğe kabul edilmez. Usta’dan öğrenilmeyen meslekle mesleğe girilemez. Bu ilke, ahi erkek ve bacı kadınların ancak evlilik ile hane kurabilecekleri bir “şehir felsefesi” getirmiştir. Mesleklerin pirleri peygamberlerdir. Bu nedenle şehir, pirler etrafında teşkilatlanmış feta-fütüvvet toplulukları olarak tezahür etmiştir.
Her erkek feta değildir. Feta erkek varlığını feta bir kadın ile birleştirir. Bu birleşme “şehir” inşa etmektedir. Şehir, “korunan yer-adalet yurdu” demektir. Vahiy, bu şehrin inşasından sonra tesettür ayetini indirmiştir.
Tesettür ayetleri inmeden önce iman etmiş bir “seçilmiş toplum=medine=şehir” inşa edilmiştir. Bu nedenle erkeğin tesettürü, harama göz kaydırmamak, ırzı korumak, helâl rızkı temin etmek, şehri inşa etmek gibi görevleri ihtiva eder. Kadın tesettürü, erkeğin inşa ettiği şehirde gerçek manasına kavuşur. Şehir bir mekân, bina-yol-metro-köprü değil Müslümanların fıkıh toplumsallığıdır. Bu toplumsallığın ev-binasının kıl-yün çadır olması, yer altında ya da üstünde inşası “Medine” vasfına ilişkin değildir.
İslam şehrinde ev/hane sistemi kadını evi geçindirmek yükümlülüğünden muhafaza etmiştir. Kadın ev sahibi olmak için borçlanamaz. İkamet edilecek evin koca tarafından tedarik edilmesi asıldır. Kadının eşiyle birlikte ikamet edeceği konuta sahip olmak için çalışıyor olması erkeğin nafaka yükümlülünden kaçması ya da bu sorumluluğu kadının sırtına pay etmesi anlamına gelmektedir.
İslâm şehrinde kadının barınması, ailenin “hane-ev” sahibi olması “nesil emniyeti” içinde değerlendirilmelidir. Barınma hakkı asıldır.
Bilindiği gibi 1982 Anayasası 21. Maddesi Konut Dokunulmazlığı hususunu düzenlemiştir. Anayasa’nın 57. Maddesi konut hakkını düzenlemişse de bu madde konut borçlanması için araçlaşmıştır.
Bu maddenin “Toplumun temeli ailedir. Devlet ailenin barınma hakkını güvence altına almakla yükümlüdür. Devlet ev-konut veremediği hane-evlere yaşayabilecekleri uygun bir evi tahsis etmek veya kira yardımı yapmakla yükümlüdür” şeklinde değiştirilmesi gerekmektedir.
Erkeğin tesettürü kadınların mehir hakkını, nafaka hakkını, konut-barınma hakkını ve nihayet mahalleler tesis ederek inşa ettiği şehir hakkını içeren mali bir görevi ve mekân (mahalleler içinde işyerleri-mağazalar-fabrikalar-tüketimi dayatan kültürel alanlar bulunamaz) düzenlemesini içermektedir.
Erkek bu görevi yerine getirmemektedir. Kadın tesettürü vahyin kendisine sağladığı bu hakk alanında yürütülmemekte ve kapitalist piyasa sistemi içinde kendine yer açmaya çalışmaktadır. Çarpıklık ve eleştiriye muhataplık bu çaba nedeniyle görünülürlük, evsizlik durumundan gelmektedir.
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus