El-Hamra’nın dış bahçelerine (genaral life) tekrar dönmek kaydıyla artık sarayın içine girebiliriz.
Saray derken iki ayrı medeniyeti temsil eden sırt sırta vermiş iki yapıdan bahsedeceğim. Birincisi Karlos – V tarafından 1500’lü yılların başında inşa ettirilen bina. Dış cephesi kabartma çok büyük taşlardan inşa edilen sarayın içerisi dışından tamamen farklı… Müze görevi gören binanın iç kısmı bizim Roma eserlerinde görmeye alışkın olduğumuz stadyum havasında, dış cephe itibariyle ortama yabancı dursa da herhalde 600 yıldan sonra ortama alışmış gibi. Bu binanın esasen “Nasriddin Palace”ın bir kısmının yıkılarak inşa ettirildiği düşünülürse yine de Nasriddin sarayının şu halinde kalmış olması bile insanlık tarihi için bir şans sayılabilir. Şu anda daha öncesinde ifade ettiğim gibi tüm alan koruma altında.
İki ayrı medeniyetin esas farkı ne diye sorarsanız, sizi “Nasreddinlerin” sarayında bekleyen iki şey var “yazı” ve “su”. Bana göre her ikisi de El-Hamra’nın medeniyetini şekillendiren iki öge. Yazının sözün önüne geçtiği ve tabiatın su ile canlandığı bir medeniyet . Fakat bu yazılanların hiç birisi veya resimlerin herhangi birisi bu iki ögeyi yani “ yazıyı ve suyu” açıklayamaz. Hayatınızda en ez bir kere burayı görmeniz lazım. O zaman Batı diye tarif edilende “orta çağının kirliliği” yanında bu gün dahi kendisine ulaşılamayan yazı ve suyu orada iç içe görüp kendinize sorular sorabilirsiniz . Bahsettiğim yıllar 1200’lere denk geliyor.
El-Hamra’nın bahçesinde -sarayın içine girmeden önce- Karlos’un sarayını gezdikten sonra sol tarafa doğru dönünce ilerleyen kuyruğu görüyorsunuz. Bekleme anında sarayı pek tahayyül etmeniz mümkün değil, gösterişsiz kapıdan girince sizi tavandan tabana kadar sarıp sarmalayan bir yapı içerisine giriyorsunuz. Sarayla ilgili olarak El-Hamra broşüründe tam on bir adet yer tanımlanmış. Bunların hepsini görmeniz mümkün olmasa da girişten itibaren Arapça olarak yazılmış ayetlerle ve ifadelerle karşılaşıyorsunuz . Girişteki odanın tavanı gözünüzü alıyor. Tüm yazılar içerisinde galip olan yazı “La galibe İllallah”. Bu söz adete sarayın simgesi halinde. Yazıların güzelliğini ve mükemmelliğini burada yazıyla anlatmak çok zor. Sivas–Divriği Ulu Cami’yi ve şifahaneyi gördüyseniz oradaki taş süslemelerinin binlercesini hayal edebilirsiniz. Süsleme sanatının zirvesine çıkılan sarayda özellikle yazının yanı sıra geometrik desenler de göze çarpmakta. Yazılar ve şekiller belli bir simetri içerisinde dizayn edilmiş. Muhtemelen bir yazı okulunun ve işlemecilik ekolünün eseri olsa gerek.
Bu taş işçiliğinin yanı sıra muhteşem bir ağaç işçiliğiyle karşılaşıyorsunuz. Saraydan en çok etkilenenlerinin başında Amerikalılar gelmekte… Hayranlıkları yüzlerinden belli ne düşündüklerini bilmeseniz dahi.
İç içe geçmeli şekilde inşa edilen binanın içinde ilerlerken özellikle duvarlardaki turkuaz renkler solsa bile dikkati çekmekte. Karşınıza aslanlı bahçe çıktığında -şu anda aslanlar başka bir odada özel olarak sergilenmekte- hayranlığınız bir kat daha artıyor. Muhteşem ağaç işlemeli büyük kapı sizi bu bahçeye çıkarıyor. O zaman işte suyun ve tabiatın nasıl yazıyla iç içe geçtiğini anlıyorsunuz.
Ortada uzanan havuzun yanındaki yeşilliklerin yanından geçerek aslanların olduğu odaya girerken tüm duvarların yazıyla bezendiğini, pencere pervazlarına kadar işlemelerin yer aldığını görünce havuzun başında bir hatıra resmi için soluklanmanın vakti geldi demektir. Aslanların olduğu oda özellikle korunmakta… Flaş ve kameranın yasak olduğu bu alanda sizi yüz ifadeleri birbirine benzemeyen aslanlı çeşmeler karşılıyor. Çok ciddi bir restorasyondan geçen bu eserlerin tarihçesini içerideki yansıdan izlemeniz mümkün.
Daha sonra dışarı çıkıp kısmen görebileceğiniz sarayın iç bahçesine giriyorsunuz . Burada da ciddi bir restorasyon var. Ortak olan şey yine su ve kalem. Hızlı bir şekilde gezdiğinizde yaklaşık bir saatinizi alacak bu sarayın içinde esasen saatlerce vakit geçirmeniz mümkün. Çünkü her bir pencerenin, pervazın, tavanın veya duvarın incelenmesi dahi uzun zaman alabilir.
Saraydan çıkarken aklınızda sorular kalıyor. Bu medeniyetin çocukları nerede, medeniyetin inşa edicilerinin mezarları, hatıratları nerede? Şam’dan gelen bir Arap veya kuzey Afrikalı bir Berberi burada ne hissediyor? Bizler de İslam medeniyetinin bir parçası olsak dahi onlardan hissiyatta ve düşüncede farklılıklarımız vardır.
Bu soruların cevabını ararken bahçenin çıkışında Arapça konuşan üç genç kızla karşılaştım. Kendimi tanıtıp bu soruları onlara yönelttim. İkisi Kanada’da biri Amerika’da yaşıyormuş. Sorular için uygun olmayabilirlerdi. Amerika’da yaşayan ve Şamlı olduğunu söyleyen ‘burada evimde gibi hissettim kendimi’ cevabını verdi. Bu doğru olabilirdi. Çünkü bu medeniyeti inşa edenlerin yöneticileri Emevi Devleti’nin o zamanki başşehri olan Şam’dan gelmişlerdi. İkinci soru üçünü de şaşırttı. Bu medeniyeti inşa edenlerin genetik torunları olmasalar dahi medeniyetin ortakları olarak onların şu anda bulunduğu durumu sordum. Şu anki Şam ile Granada’nın farklılığı nereden kaynaklanmaktaydı? 1300 yıl önce Avrupa’nın ilk üniversitesini “medreseyi” Granada’da açan -şu an o da restorasyon da ve çok güzel bir bina- o nesillerin çocuklarının şu anda içinde bulundukları medeniyet ne durumdaydı?
Bir tanesinin cevabı enterasandı: İbni Haldun’u okumuş muydu bilmiyorum fakat durumu medeniyetlerin doğması yaşlanması ve yıkılmasıyla açıkladı. Durum ona göre çok doğaldı. İkincisi ise buraların nasıl inşaa edildiğinin daha önemli olduğunu söylerken o zamanki sultanların diktatöryasına atıfta bulundu. Avrupa Ortaçağda demokrasiyi yaşıyormuşçasına bir cevap verdi. Bu günü düne taşırken, dünün gerçeklerinden habersiz gibiydi . O zamanın Endülüs’ü / Granada’sı tüm Avrupa medeniyetinin beşiği değilmişcesine verilmiş bir cevaptı. Tartışma çok enteresan tarafa yönelmişti. Sorduğum soru siyasetle ilgili değil medeniyetin kodlarıyla ilgiliydi. Yani kalem ve suyla ilgiliydi. O ise bu muhteşemliği sadece bir zorbalığa bağlamaya çalışmaktaydı. Bu tamamen batılı bir kafanın eseriydi. Genetik olarak medeniyetin uzantısı olsa dahi o Arap genci kendi medeniyetiyle bağlarını koparmıştı. Diğeri ise bana bir soru sordu “siz Osmanlının niye yıkıldığını biliyor musunuz?” Bu sorunun kendime göre bir cevabı vardı fakat konuya girmek zaman alabilirdi. Gençlerin söyleminden anladığım, soruların cevabını kendi kültür veya medeniyetlerinin perspektifinde çözmeye çalışan değil de sanki batılı kafayla çözümler arayan bir yapıdaydılar.
Burada Osmanlı’dan en farklı olan hal Granada / El-Hamra açısından bakıldığında Endülüs’ün Avrupa ile bu kadar uzun süre temas etmesi ve onları bir anlamda eğitmesi ve en önemlisi ise özellikle Müslüman alimlerin, İbni Rüşd başta olmak üzere Yahudi alimlerle beraber şu anki Avrupa biliminin de taşıyıcısı olmalarıydı. Bu medeniyeti kuranlar buralarda sanki hiç yaşamamışcasına ortadan kaybolmuşlardı.
İlginç olan bir diğer konu ise katolikliğin en güçlü olduğu yerlerden birinin İspanya ve özellikle Andulisya bölgesi olmasıydı. Günümüzde hissedilen ise Andalusya’nın geçmişini hatırlaması ve İspanya’nın bu gün buna müsaade etmesiydi. İşin daha önemli tarafı belki de o Arap gençten daha fazla bir Granadalının / “Granadinos”un El-Hamra’ya sahip çıkması ve kendi şehrinde olmasından gurur duymasıydı. Bu çok garip bir haldi.
El- Hamra’dan ayrılırken muhtemelen sizin kafanızda da en az bir kaç soru kalacaktır.
Prof. Dr. Orhan Canbolat
– Haber Lotus –
HLotus