Bu ülkede Hayrettin Karaman hoca hakkında kim ne söyleyebilir?
Bir bakıyorsunuz, bir zamanlar ictihad kapısı meselesinde devreye giriyor, fakihlik sıfatıyla görüşler serdediyor, taraftar buluyor ama tepkilerin çokluğu karşısında “ehliyet lazım” diyor, geri çekiliyor. Neyin kapısını açmaya çalıştığı hususunda insanlar şüpheye sevk ediliyorlar. Hoca, sonra tekrar gündem oluyor; faiz hususunda bir görüş patlatıyor; insanlar “nasıl olur” biçiminde tepki veriyorlar, tartışıyorlar, kafalar karışıyor; hoca “ama” diyor, “falan filan nisbetinde caiz, alınabilir” gibi bir dayanak üretiyor; insanlar rahatlıyor fakat kafalardaki şüphe yine gitmiyor. Neden Hayrettin hoca ile O’na kulak verenler arasındaki ilişki hep şüphe üzerine yürüyor? Neden hoca, tam kabullenilemiyor yahut tam reddedilemiyor, insanlar hep arada kalıyorlar?
Çünkü hoca, kendisini tam ifade etmekten çekiniyor, kendisini saklıyor; böyle yapmakla insanların kendisine itimat etmelerini temin etmiş oluyor. Netleştiği anda nasıl bir müsbet veya menfi tepkiyle karşılaşabileceğini kestiremiyor. İnsanların Hayrettin Karaman hakkında netleştirebildikleri tek şey, hoca’nın çok şey bildiği noktasında düğümleniyor. Bu “çok şey bilme” esrar perdesi altında hoca da rahat ediyor, insanlar da fazla kurcalamıyorlar, “Hayrettin hoca iyi adamdır” diyorlar.
Bakalım biz şimdi, Hayrettin bey’in şu bahsedeceğim iki yazısından dolayı rahatını bozacak bir iş mi yapmış olacağız yoksa işler eski tas eski hamam devam edecek mi?
Evet, şu meşhur sahabe meselesi… İctihad meselesinden, finans, faiz meselelerinden de öte… Sahabe meselesi, yani Muaviye meselesi… Tuzak mesele… Rengi çabuk belli eden bir mesele… Zaten, sahabe, birisi için bir mesele ise, onun derdi Muaviye’dir ve işi Muaviye ile başlar, Yezid’le biter. Bu işin tabiatı böyledir.
Hayrettin Karaman da öyle yapmış, bu konuyla ilgili bir yazısının başlığını ” Ashabın tamamı yıldızlar gibi midir?”(1) diye atmış ve başlığın altını da şöyle doldurmuş: “… “Ben Muaviye’yi sevmem, ama ona sövmem”. “Bir gönülde Ehl-i Beyt sevgisi ile Muaviye ve Yezid sevgisi bir araya gelemez”.
Evet ben böyle dedim ve diyorum.
Peygamberimiz (s.a.) “Sövmeyin” diyor, ben de sövmüyorum, Peygamberimiz “onları seven benim sebebimle (beni sevdikleri için) severler, onlardan nefret edenler de benden nefret ettikleri için böyle yaparlar” buyuruyor. Ben bu hadise de dayanarak “Peygamberimiz’in göz bebeklerini inciten adamı ve adamları sevmiyorum; çünkü hadis Peygamberimize olan sevgiyi öne alıyor ve ashabın da bu sebeple sevilmesini istiyor. Bir kişi Peygamberimizin üzerlerine titrediği aile fertlerini üzer, onlara hakaret eder, tehdit eder, sonunda meşru halifeye isyan eder ve kılıç çekerse “yine de onu sevin” demiyor, hadis bu manaya gelmiyor.
Ashab elbette masum değildir, yanılır, günah işler, yanlış yola gider; bu takdirde de -böyle olan ashabın- peşinden gidilmez ve böyle yapanlar sevilmez. Efendimiz hayatta iken içki içen, çalan, yalan söyleyen, iftira eden, O’nun sırrını düşmanlarına bildirmeye teşebbüs eden ashab da olmuş, Peygamberimiz bunlara gerekli cezayı vermiştir.”
İlginç bir hadis yorumu. Bu hadisten Hz. Muaviye’nin Peygamberimizi sevmediği sonucu çıkarılabilir mi? Ama hoca çıkarmış. İşin başka bir tarafı, hadis açık bir şekilde ashabdan sonraki nesle sesleniyor. Bu çok belli, çok muhkem; hiçbir yoruma açık, müteşabih tarafı yok hadisin. Haydi biz, böyle bir yoruma da “olabilir” diyelim, iyi de, Hz. Aişe’yi, Hz. Zübeyr’i, Hz. Talha’yı, Hz. Ebu Hureyre’yi v.b bir çok sahabeyi bu yorumun neresine koyacağız? Hz. Aişe kim? Rasûlüllah’ın sevgili eşi, mü’minlerin annesi… Hz. Ali’ye (meşru halifeye) isyan etmiş, kılıç çekmiş… Malum, Cemel vakası… Sevmeyecek miyiz yani? Mesela, Hz. Fatıma, meşru halifeye (Hz. Ebubekir) biat etmiş mi? Bakın iş uzadıkça sahabenin hepsi gidiyor… Belalı mesele yani bu mesele…
Ama hoca ” Nassa karşı ictihad olmaz” (2) başlıklı ikinci yazısında bakıyoruz meselenin bu tarafını kurtarmaya çalışmış… Şöyle demiş: “Halife’ye bey’at etmeyen, isyan eden başka ashab da vardır, onların da bu fiilleri meşru değildir, ama hem hataları sınırlı, hem de faziletleri müsellem olduğu için onları severiz.”
Yahu, isyanın, biat etmemenin, kan dökmenin sınırlısı, küçüğü büyüğü olur mu? Sıffin ile Cemel vakıasının arasında kan dökme açısından ne fark var?
Hoca bir de, sanki ehl’i sünnet itikadına aykırı konuşmadığını ima etme ihtiyacı içerisinde bir savunma psikolojisiyle Taftazani’ den nakil yaparak ikinci yazısını bitirmiş, Taftazani’yi sözde kendi görüşlerine kalkan yapmaya çalışmış. Buna karşılık ben de Taftazani’nin ashab hakkındaki görüşlerinin Hayrettin Karaman açısından hiç de işe yarar görüşler olmadığını merhum Ömer Nasuhi BİLMEN hoca’nın yazmış olduğu ” Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İ’tikatları- Hazreti Muaviye Hakkındaki Suallere Cevaplar”(3) adındaki kitabından kısa bir nakil yaparak ilan etmiş olayım… Taftazani diyor ki: “Artık işin neticesi, onlar İCTİHADLARINDA hata etmişlerdi. Bu ise, tefsiki (fasıklığı) icap etmez, nerede kaldı ki, tekfirlerini mucip olsun. Bunun içindir ki, Ali Radıyallahü Taala anh, ashabını ehl-i Şam’a lanetten menetmiş…”(4) Ömer Nasuhi hoca bu cümleleri bu şekilde Taftazani’nin Şerh-i Makasıd’ından naklettikten sonra şöyle söylemiş: ” İşte Taftazani gibi ehl-i beyt’i her vesile ile müdafaa eden ateşîn fikirli mütebahhir, bir büyük ilm-i kelam alimi de böyle diyor, böyle düşünüyor. Değil Hazret-i Muaviye’ye, onun ordusundan hiçbir kimseye lanet edilmeyeceğini tasrih ediyor, bunu Hz. Ali’nin mübarek sözü ile de te’yid ediyor. Artık bunları biraz düşünmeli!..”(5)
Ne buyrulur efendim bu sözlere?
Gelelim Sıffin meselesine… Şu meselenin aslı esası insanlık tarihi içerisinde gizli… Yani Muaviye’nin neyi hedeflediğini bilmenin yolu, rasüllerin, nebilerin tarih içinde oynamış oldukları rol ile bu rolün sahabeye düşen payını anlamaktan geçiyor… Her bir rasûle ve sahabeye düşen rol… Her bir ilahi tecellinin farklı farklı oluşu… Vahyin farklı farklı gelişi ve hayatta farklı farklı görünüşü…
Şu halde bir göz atalım tarihe o zaman ki, ne demek istediğimiz anlaşılsın…
Musa (a.s.), Ben-i İsrail’in ve Firavun’un kulaklarına hitab etti, gözlerinden ziyade. Yani, tebliğe yol, kulaktan geçti. Musa (a.s.) o kadar beşeri bir sıfatla kavminin karşısına çıktı ki, O’nu görenler O’nun kendilerinden bir farkı olmadığı zannına kapıldılar. Bu yüzden Hz. Musa’nın mucizesi göze hitab etme yoluyla oldu. Çünkü mucize, sıra dışı bir eylemdir ve peygamberliği ispat ihtiyacından doğar.
İsa (a.s.) ise, göze hitab etti. Tebliğinin algı merkezi gözdü. Ölüleri diriltir, hastaları iyileştirirdi. O’nun bütün bunları yaparken kendisinin bir ilah değil, peygamber olduğunu ispat için söylediği bi’iznillah (Allah’ın izniyle) sözü mucize niteliğindeydi ve bu sözün hedef algı merkezi kulaktı.
Musa’nın kavmi, Musa’ya sıradan bir beşer dememek üzere sınandılar. Çünkü Musa’ya peygamber demek, beşer demekten zor; beşer demek, peygamber demekten kolaydı. İsa (a.s)’ın kavmi de, İsa’ya ilah dememek üzere sınandılar. Çünkü İsa’ya ilah demek, peygamber demekten kolay; peygamber demek, ilah demekten zordu. Bu peygamberlerin hayatları başlıbaşına kavimleri için bir imtihan vesilesiydi.
Yahudiler, Musa’nın tebliğini duydular, “işittik” dediler; ama Musa’yı göremedikleri için “isyan ettik” dediler. Duymakla işitmiş oldular ama itaat etmek, uygulamaya dönük bir durum olmasından dolayı, tatbik merkezinin Musa (a.s.) olduğu bir yerde Musa’yı görmek istemediler ve isyanları Musa’ya oldu. Dolayısıyla Allah’a oldu.
Böylece Yahudiler, Allah ile kendi aralarından Musa’yı çıkardılar, metne yani, (sözde) Tevrat’a dikkatlerini topladılar. Metin üzerinden dinlerini ikameye yöneldiler ve Tevrat’ın sözlerini istedikleri şekilde değiştirme rahatlığını da elde etmiş oldular.
Hıristiyanlar ise, İsa’nın tebliğini gördüler, ama İsa’nın “Allah’ın izniyle” sözünü ve İncil’i işitmedikleri için İsa’yı tanrılaştırdılar. İncil’i İsa’nın kendisi ilan edip Allah’ın sözü olan İncil’i inkâr ederek metni yok saydılar.
Böylece onlar da, Allah ile kendileri arasında bir aracı/elçi olan bir peygamberi ilahlaştırarak aracılık müessesesini ruhbaniyete kalb ettiler ve rahiplerini rab edindiler.
İşte bütün bunlardan dolayı Yahudiler metni merkeze aldılar, tahrif ettiler; Hıristiyanlar da şahsı merkeze aldılar, tahrif ettiler. Her ikisi için de tahrif kolaydı, çünkü birisi metni kontrol edecek şahsı yok etti; öbürü şahıs hakkında doğru algıyı temin edebilecek metni yok etti.
Tarih dürüldü; iş, enbiyayı sonlandıran Hz. Muhammed’e geldi. İsa, Ahmed oldu; İncil, Kur’an’ın müteşabihatı olarak yeniden vahyedildi. Muhkemat olarak da Tevrat … Tarih boyunca ardı ardına, Tevrat, Zebur, İncil ana hatları üzerinde cüz’ cüz’ vahyedilen ve tatbik edilen Allah’ın kelamı (Kur’an), Asr- ı Saadet’te yirmi üç senelik bir zaman dilimi döngüsü içerisinde bütün bu kitapları cami bir bütünlük içerisinde Muhammed (a.s.)’a verildi ve Rasûlüllah ve ashabı tarafından tatbik edildi.
Rasûlüllah ve ashabı, tarihin mevzuu değil, tarih onların mevzuudur. Onun için tarih dışıdırlar; bunun için tarihi içkindirler. Ümmidirler, çünkü tarihi doğurmuşlardır. Rasûlüllah’ dan ayrı olarak ashabın buradaki rolü, Rasûlüllah’ın, “hateme’n nebiyyîn” olma rütbesiyle, mazisinde yaşamış nebilerin hayatlarının hepsini kendi zaman dilimi kapsamı içinde toplamasıyla var olan vahdanî hayatının arz üzerindeki yatay ilerleyişine tafsilî bir görünürlük temin etmektir ve bu açıdan her bir sahabenin hayatı, evvel gelen peygamberlerin hayatlarının da bir uzamı demek olmaktadır. Şu halde, bu temsil mevkii bakımından her bir sahabe için Son Peygamber’in her bir özelliğinin olgun insan modelleridir, denilebir.
Şunu söylüyoruz; her sahabe, ferdî hakikati/varoluşu cihetiyle ezelî hat üzerinde Rasûlüllah’tan önce gelmiş ve varoluş gayesi bakımından kendi nebilik manasının Rasûlüllah’ta tamamlanacağına tam emin ve tam iman etmiş bir peygamberin hayatı içinde kendisine yer bulmuş; orada, o zaman dilimi içinde hakikatine dair vahyi o peygamber vasıtasıyla almış, o vahye muhatab olmuş, sonra bu hat üzerinde geriye doğru tarihi akışın Âdem (a.s)’ da sonlandığı noktada Allah’ın Âdem’e öğrettiği isimlerden biri ya da birkaçının halifeliğine namzet insanî bir mana halinde, Âdem toprakla su arasındayken Rasûlüllah’a sahabelik etme mertebesini kazanmış, “Allah katında din, İslam’dır” ayet-i celîlesi mûcibince madde itibariyle doğduğu ve öldüğü mekân ve zaman bakımından mukayyed, mana itibariyle zaman üstü bir özellikle Din binasının bir kaidesi kılınmış özel bir şahsiyettir.
Bu özelliklerinden dolayı sahabeler, Kur’an’ın inişine hem şahitlik etmişlerdir, hem de Kur’an’ı görünür ve yaşanılır kılan nebevî sünnetin tamamlanmasında efrâdını camî ağyârını mâni bir surette, şahsiyetlerini belirleyen mazharı bulundukları ilahi madene münasib bir usülle rol sahibi olmuşlardır. Bu, Kur’an’ın yeryüzüne inişinin en son aşamasını teşkil eden sünnetin her bir parçasında sahabe hissesinin var olduğunu ispat eder. Bu hisse için, bir sahabenin Rasûlüllah’a bir an gözünün değmiş olması hatta Rasûlüllah’ın bir an gözünün o kişiye değmiş olması kâfidir. Çünkü gözün değmesi de hayattan ve nebevî hayattan bir parçadır ve sahabe de, bu göz değmesi eylemine aktif veya pasif katkıda bulunmuş olması bakımından vahyin bir göz değmesi aralığındaki inişine ve tatbik edilişine vesile olmuştur. Sahabeler böyle bir vesileye âmil olmasalardı, nebevî hayat sahasında bir göz değmesi kadar bir boşluk vahyin tasarrufu dışında kalır ve bundan dolayı da vahiy kendisini yeryüzünde eksiksiz bir şekilde gösterme imkânını kaybeder ve lafız mertebesinden öteye geçemezdi. Çünkü Rasûlüllah’ın hayatı, Allah’ın Kitabı’nın bir zerresinin dahi anlaşılabilir bir düzeyde yerini alması için vardır ve bundan dolayıdır ki, buradaki boşluğun miktarının azlık çokluk bakımından hiçbir önemi yoktur.
Şimdi soralım… Bir göz değmesi miktarınca da olsa Muaviye, Rasûlüllah ile muhatab olmuş mudur? Mütevatir derecede sabittir ki, Hz. Muaviye, bırakınız bir göz değmesini, Allah Rasülü’nden defalarca hadis rivayet edecek kadar Rasûlüllah’ın hayatının içindedir ve bu açıdan sahabeliği mutlaktır. Buhari ve Müslim‘de müteaddit hadisler Muaviye’den rivayet edilmiş,(6) Sünen-i Tirmizi‘de “Bab-ı Menakıb-ı Muaviyet İbn-i Ebi Süfyan (r.a)” diye bir bab açılmış,(7) Sünen-i Nesei‘de, Muaviye’den bir çok hadis rivayet edilmiş,(8) Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i İbn-i Mace yine Muaviye’den hadis rivayet etmişlerdir.(9) Ayrıca mezheb imamlarından İmam Malik, Muvatta’sında ve İmam-ı Şafii, Müsned’inde Aşura günü hakkında Muaviye’den hadis rivayet etmişlerdir.(10) Ahmet İbn-i Hanbel, Müsned’inde Muaviye’den 104 hadis rivayet etmiş ve Hz. Muaviye’yi adil ve sika ravi saymıştır.(11) Buhari şarihi Kastalani, ” Muaviye bin Ebi Süfyan, Rasülüllah’ın vahiy kâtibidir, Buhari’de sekiz hadisi münderiçtir” demiş; Sahih-i Müslim şarihi İmam Nevevi de “Muaviye (r.a) o, adalet sahibi füzeladan( fazilet sahiblerinden)dır, necib sahabedendir… ” demiştir.( 12)
Bu beyanlar çerçevesinde Hz. Muaviye’nin sahabeliğinde şüphe kalmadığına göre, ikinci soruya geçebiliriz: Muaviye, Rasûlüllah’a sahabelik etme rolünü hangi vecheden ifa etmiştir? Her sahabe, sadece sahabe olmak bakımından sahabe değildir. Allah Rasûlü’nün nebevî hayatını tekmil etme yani din’i tamamlayış sürecinde her sahabenin kendine has bir rol üstlenişi vardır ki, Muaviye’nin rolü de dikkate değerdir. Şöyle ki: Muaviye, Muhammedî mizacın Musevî hattı üzerindeydi. Bu hat Hz. Ömer ile başlayan bir hattır ki, bu hattın kitabî karakteri muhkemattır, yani sahih Tevrat’tır; odak insanî karakteri ise Hz. Musa’dır. Hz. Ali de, Muhammedî mizacın İsevi hattının başıydı. Bu hattın kitabî karakteri müteşabihattır yani sahih İncil’dir; odak insanî karakteri ise Hz. İsa’ dır.
Musevi hat, ferdi olmaktan ziyade sosyaldir; ilerleyişi, arzî/ dünyevî ve yataydır; hedefi, örgütlenme ve sonucunda adil bir devlettir; şahıs merkezli olmaktan ziyade kitabîdir. Âsâ ise, bu hattın ashabına Allah’ın verdiği bir sebeptir ve bu âsâ ile onlar Zülkarneyn gibi fetih için ufukları yoklarlar. Bu çizgi, umumiyetle müctehid çıkarır; ashabı, tefsir ehlidirler; muhkematı tefsir ederler. Söylemek, en temel vasıflarından birisidir, sonra yazmak gelir. İsevî hat ise, sosyal olmaktan ziyade ferdîdir; ilerleyişi yatay olmaktan ziyade dikeydir yani semavîdir. Ashabının âsâya ihtiyacı yoktur, çünkü kendileri bizzat âsâ gibidirler; değdikleri şeyi ihya ederler. Bu çizgi umumiyetle evliya çıkarır; ashabı, te’vil ehlidirler; müteşabihatı te’vil ederler. Susmak ve sükûnet en temel vasıflarındandır, sonra söylemek, sonra yazmak gelir.
Sıffin‘de İsevî hat ile Musevî hat en keskin çizgileriyle karşı karşıya gelmişlerdir. İsevî hat, en semavi tarafıyla; Musevî hat en arzî/dünyevî tarafıyla… Her iki taraf da sırat-ı müstakîm üzere. Ali tarafı tek tek fertleriyle; Muaviye tarafı topluluk halinde… Muaviye’de ictihad ön planda; Ali’de velayet, ruhaniyet ön planda… Muaviye seslendi; Ali gösterdi… Birisinin sesi netti; öbürünün görüntüsü netti…
Muaviye, savaşın en kritik anında Amr ibn-i As’ın tavsiyesi ile mızrakların ucuna Kur’an sayfalarını taktırmakla Hz. Ali’ye Kur’an metnini yani muhkematı işaret etmiş oldu. Mızrakları, onların âsâlarıydı; bu bir bakıma Kur’an sayfalarının âsâların ucuna takılmış olduğu anlamına da gelir. Böylece Hz. Muaviye, bütün bir dünyayı Kur’an’ın hükmü altına sokma arzusunu da dile getirmiş oldu ve bunu Hz. Ali’ye görsel bir şekilde ifade etti.
Amr ibn-i As’ın hilesine gelince; mesele her ne kadar hile gibi görünse de, hadise şudur: Hakemler Ebu Musa el Eş’ari ve Amr ibn-i As, Hz. Ali ve Hz. Muaviye’nin karşılıklı olarak emirlikten azledilmesi ve Müslümanların kendi aralarında bir emir seçmeleri hususunda anlaştılar. Amr, Ebu Musa’nın Hz. Ali’yi hilafetten hemen azlettiğine şahit olunca karşı tarafın siyasi anlamda Hz. Ali’nin etrafında kenetlenme noktasında zaafiyet gösterdiğine kani oldu ve Muaviye’yi makamında bıraktığını ilan etti. Bu o anlık bir karar değişikliğiydi ve böyle yapmasaydı Müslümanların ortak halife seçme konusunda daha büyük fitnelere maruz kalma riskleri vardı. Bu O’nun bir öngörüsüydü. Belki de ümmeti daha büyük bir belirsizlik ortamından kurtarmış oldu. Kaldı ki, Hz. Ali ordusunda zaten fitneler baş göstermeye başlamıştı. Haricîler, bunun en tipik örneğidir. Bunlar, “hakem olayı”na karşı çıktılar ve Hz. Ali’nin başının belası oldular. Denilebilir ki, Muaviye, Ali’ye biat etseydi de hiç ihtilaf olmasaydı… Yazımızda da temas ettiğimiz gibi, ayrışma, mizaca/istidata bağlı dünya görüşü ayrışmasıdır ve ihtilaf normaldir.
Sonuç itibariyle, Hayrettin Karaman, ashab ve Muaviye konusunda müthiş bir tutarsızlık sergilemiş, zihinleri açma ve berraklaştırma yolunu seçmemiş; bulanıklaştırma ve şaşırtma yolunu seçmiştir. Bu işlerin vebali büyüktür. Ashabtan biri hakkında yapacağınız bir yorum, sizi içinden çıkılmaz bir yola sevk edebilir. Din’in ilk ravileri olmaları bakımından ashab Dinin direkleridir. Yani bu mesele tam anlamıyla bir Din meselesidir.
Dipnotlar:
1- Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesi, 20/ 01/ 2011 tarihli yazı.
2- Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesi, 21/ 01/ 2011 tarihli yazı.
3- Ömer Nasuhi Bilmen (Emekli Diyanet işleri Reisi), Ashab-ı Kiram, Ahmed Said Matbaası, İstanbul, 1963
4- a.g.e. shf.181
5- a.g.e. shf 181, 182
6- a.g.e. shf 167,168
7- a.g.e. shf 169
8- a.g.e. shf 169,170
9- a.g.e. shf 170,171
10- a.g.e. shf 171,172
11- a.g.e. shf 173,174
12- a.g.e. shf 175
Sait Mermer
– Haber Lotus –
HLotus
1- bu izahlar ışığında sizi nereye konumlandırabiliriz, İsevi mi musevi mi.. Bu yorum ya da izahlar suskunluk mu, söz mü, kulağa mı göze mi ?
2- siz “sevgi” denen şeyi nasıl tanımlıyorsunuz acaba meraketti.. sevgi ve nefret arasında olması muhtemel hiçbir duygu his amel yokmu size göre..
mesela; benim sevdiğim insan sayısı çok azken, nefret ettiğim hiç yoktur, öyleyse dünyada insan çok azdır diyebilir misiniz. nice insanları ne sever ne de nefret edersiniz, saygı duymak, kabuletmek, hatta bazı sözlerini veya bazı yanlarını kabuledersiniz veya bazı söz veya davranışlarını da kınarsınız..
Hayrettin Karaman hocanın ne dediği veya nassıl yorumladığından ziyade, karaman hocaya karşı sizin savlarınız önemli bana göre ve bütün insan ilişkilerini sevgiyi ve nefret bağlamında değerlendirmenizi eleştiriyorum..
3- yine sizin savınıza göre; veda hutbesinde 10 binden fazla kişi olduğu söylenir ve sahabe olarak kabuledilir, bazı görüşlere göre 100 bin. Hikmet-sosyoloji-psikoloji veyahut diğer tüm ilim dallarının süzgeciyle her ne yaparsanız yapın, bütün bu kişilerin aynı bilgi veya sevgi seviyesinde olduğunu söylemeniz mümkün değildir. Haddi zatında bakış kaynaklarınıza göre “aynı anda hiç bir insan aynı makamda da değildir” zaten.. hal buyken, insanların binlerce kişi içerisinden birierini daha fazla sevmesi veya birilerini daaha az sevmesi siyasal-sosyal-ilim-hikmet vs açısından normaldir.
üstelik; sadece Hz Ali ile savaşması değildir muaviyeye olan kırgınlık, peygamberin Hz Ali ve Ehli beytiyle ilgili hadislerini de yok saydığı gibi, kendisiye ilgili hadisler ürettirdiği rivayeleri de vardır.
Hülasa; Hz Ali ve yolu bugün bütün dünyada derinden derine Peygamber sevgisini yaşatmaya, İlahi hikmeti deruhte etme görevini yürütürken, muaviye rol model olarak islam ülkeleri dediğimiz içi boş coğrafyalarla belki izah edilebilir.
biir kişinin bu anlamda bir sahabeyi diğerine tercih etmesinden daha doğal ne olabilir
ey sayın kâri..
sayın yazara; işin doğrusu hayrettin hocayı okuyup şu yukarıdaki yazıyı okuyuncaya kadar zihnimin daha berrak olduğunu belirtmeliyim.