Sahip olduğu zengin demografik unsurlar nedeniyle bir kültürel mozaik olarak tanımlanan Türkiye, söz konusu zenginlikle kurduğu ilişki itibarıyla ‘kültürel kaos’ olarak tanımlanmayı daha fazla hak ediyor. Zira yakın dönemlere kadar uygulanan ve dilden dine, kültürden tarihe bütün alanların devlet eliyle belirlendiği, farklılıkların yok sayıldığı, en temel hak ve özgürlüklerin dahi ihlal ve ihmal edildiği politikalar, Türkiye’nin sahip olduğu zenginliği verimli şekilde kullanmasını engellemiş ve ‘kaos’ sıfatıyla nitelendirilmeyi hak edecek bir siyasal ve sosyolojik gerçekliğin oluşmasına neden olmuştur. Oysa Türkiye’nin çok kültürlülük ekseninde ve herhangi bir kültür, etnik ya da inanç grubuna karşı bir ötekilik yaratmayacak şekilde, bütün gruplar arasında hem ortak bir yaşam alanı oluşturacak hem de her grubun kendi özgül varlığını koruyabileceği özel alanların oluşmasına katkı sağlayacak politikalar üretmesi gerekmektedir. Bu gerekliliğe bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Özellikle son dönemlerde artan saldırılar ve ölümler, zaten konuşma-tartışma sıkıntısı çeken ve birbirleriyle iletişimleri alabildiğine zayıflamış toplumsal kesimler arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirmiş ve giderek etnik vurgusu güçlenen şedit bir siyasal ve toplumsal retoriğin derinleşmesine ve yaygınlaşmasına olanak sağlamıştır.
Arkaik bir siyasal atmosfer
Oysa militarizmin sivil hayatı ve daha da önemlisi sivil düşünceyi esir aldığı bu süreç, salt güncel siyasal gelişmelerle açıklanamayacak kadar derin köklere sahiptir. Çok dilli, çok kültürlü ve çok etnisiteli bir İmparatorluğun tasfiyesiyle ortaya çıkmasına ve söz konusu kozmopolit yapıyı tevarüs etmesine rağmen, Cumhuriyet tek tipçi bir siyasal, toplumsal ve düşünsel yaşam(a) alanı üretmiştir. Bu monolitik yapı, en başta diyalogu, bir başka deyişle konuşmayı sona erdirmiş ve insanlar-arası iletişim, gerçek duygular ya da temaslar yerine, resmi ideolojinin yapay ve tahrif edici dolayımı aracılığıyla gerçekleşmeye başlamıştır. Bugün önümüzde söz konusu dolayımı ortadan kaldırma fırsatı bulunuyor. 12 Eylül 1980 darbesiyle ortaya çıkan, fakat esasında Cumhuriyet Türkiye’sinin dayatmacı, dışlayıcı ve ötekileştirici zihinsel dünyasının arkaik bir dışavurumu olan 82 Anayasası, tarihin bir ironisi olarak, tam da darbenin 30. Yıldönümüne denk düşen bir günde ve hem de ruhuna taalluk edecek şekilde değiştiriliyor. Söz konusu değişiklik karşısında bazı çevreler tarafından sergilenen olumsuz tavır, anayasanın niçin değiştirilmesi ve hatta en kısa zamanda ortadan kaldırılması gerektiğinin sosyo-politik, sosyo-psikolojik ve sosyo-linguistik gerekçelerini açıklamayı/hatırlatmayı şart koşuyor.
Ortak ötekilik bilinci
Eğitim-Bir Sen Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (EBSAM) 2009 yılında ADAMOR Danışmanlık Şirketi aracılığıyla Prof. Dr. Yasin Aktay başkanlığında gerçekleştirdiği ve geçtiğimiz hafta içi yapılan bir basın toplantısıyla kamuoyuna duyurduğu “Türkiye’de Ortak Bir Kimlik Olarak Ötekilik” başlıklı araştırma, bahse konu gerekçeleri detaylı bir şekilde ortaya koyuyor. Bir aşaması 14 ilden amaçlı örneklem yoluyla seçilen isimlerle yapılan 78 derinlemesine görüşmeye, bir aşaması da 16 ilden 2190 kişi ile yapılan yüz yüze anket uygulamasından elde edilen verilerin analizine dayanan araştırmada, Türkiye’de insanların kültürel ve siyasal kimlik ile ötekiliğe ilişkin algıları çeşitli yönleriyle ve güncel olaylarla ilişkisi içinde irdeleniyor.
Mahalle baskısı ve ayrımcılık, Aleviliğe bakış ve Alevi açılımı, Kürt sorunu ve demokratik açılım, azınlık hakları, dini hak ve özgürlükler, demokratik hak ve özgürlükler, eğitim hakkı gibi Türkiye’nin temel sorun alanlarına yönelik olarak birbirinden çarpıcı sonuçların ortaya konulduğu araştırmada öne çıkan ve araştırmanın da adını oluşturan en temel ve sansasyonel bulgu, kendisini hangi siyasal ve/veya kültürel kimlik temelinde tanımlarsa tanımlasın, her kimlik grubunun bir biçimde ötekilik duygusuyla tanışık olduğunu ima eden ‘ortak ötekilik’ bilincidir. Bu bulgu, öncelikli kültürel ya da siyasal kimliğini hangi sıfatla ifade ettiğine bakmaksızın, hemen hemen herkesin, farklı gerekçelerle de olsa, kendisini devlet ve/veya toplum düzeyinde ötekilenmiş hissettiği gerçeğini açığa çıkarmaktadır. Esasında bu sonuç, sadece kişi veya grupların siyasal sistemle ya da devlet aygıtıyla kurdukları ilişkilerden devşirdiği bir mağduriyet bilincine değil, ötekiliğin aynı zamanda farklı toplumsal grupların birbirlerine yönelik davranışlarından/tutumlarından kaynaklanan bir dışlanma duygusuna denk düştüğüne de işaret etmektedir. Kendisiyle görüşülen ve her biri farklı kültürel aidiyetleri ve siyasal eğilimleri temsil eden kişilerin ötekilik algı ve söylemleri de, ötekiliğin, toplumsal yaşam alanımızın her gün yeniden ve daha güçlü bir şekilde ürettiği anonim bir kimlik olduğunu göstermektedir.
Kültürel ve siyasal kimlik algıları
Ötekiliğe ilişkin bu önemli bulgu dışında, araştırmanın bir diğer önemli sonucunu kültürel ve siyasal kimlik algıları oluşturmaktadır. Kendilik algısının farklı düzeylerde kademelenen dinamik bir süreç olduğundan hareketle, katılımcılara yalnızca kendilerini birincil düzeyde ‘ne’ olarak hissettikleri değil, aynı zamanda ikincil ve üçüncül düzeyde ‘ne’ olarak hissettiklerinin de sorulduğu araştırmada, Türkiye’deki en yaygın kültürel kimlik kabulünün Türklük ve Müslümanlık olduğu görülmektedir. Ancak öncelikli ya da birincil kültürel kimlik tercihleri açısından bakıldığında, Türk kimliğini Müslüman kimliğinin üzerinde görenlerin oranının bir hayli fazla olması dikkat çekmektedir. Kendisini birincil düzeyde Türk olarak tanımlayanların önemli bir kısmının, ikincil düzeydeki kültürel kimliklerini Müslümanlık olarak ifade etmesi, bu iki kimliğin özdeş kimlikler olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu sonuç, Türk-Müslüman bileşiminin, Müslüman-Türk bileşiminden daha önemli olduğunu göstermektedir. Kürtler açısından ise tam tersi bir durumun söz konusu olduğu vurgulanmalıdır. Zira Kürtlerin büyük çoğunluğu öncelikli kültürel kimlik olarak Müslümanlığı seçmektedir. Kürt kimliği ise, ikincil ve üçüncül düzeylerde daha çok sahiplenilen ve görünür olmaya başlayan bir kimlik olarak temayüz etmektedir. Konuya öncelikli siyasal kimlik tercihleri açısından bakıldığında ise, hiçbir siyasal kimliğin diğerleri karşısında baskın hale gelemediği görülse de, demokratlık ve milliyetçilik seçenekleri arasında bir yoğunlaşmanın olduğunu söylemek mümkündür. Ancak buradaki en dikkat çekici sonuç, Türkiye’deki siyasal tartışmaların ve dengelerin en önemli unsurlarından biri olan laiklik kimliğinin, birincil düzeyde oldukça düşük bir oranda sahiplenilmesidir. Birincil düzeyde sahiplenilen diğer siyasal kimliklerin ise toplumsal ve siyasal yelpazedeki güçleriyle mütenasip bir oranı temsil ettikleri söylenebilir. Araştırma sonuçları, ayrıca Türkiye’de homojen bir siyasal kimlik kabulünün olduğunu da göstermektedir. Zira ankete katılanların yarısından fazlası, siyasal kimliklerini tek bir seçenekle ifade ederken, ikincil ya da üçüncül bir siyasal kimlik arayışını da reddetmektedir.
Alevilerin sorunu devletle
Ötekilik araştırması diğer sorun alanlarına yönelik olarak da önemli sonuçlar ortaya koymaktadır. Mahalle baskısı ve ayrımcılık temelli sorulara verilen cevaplar, toplumun yarısından fazlasının (% 53,6) Türkiye’de bir mahalle baskısı olduğuna inandığını göstermektedir. Birbirlerinden tamamıyla farklı ve hatta zıt gerekçelerle de olsa, hemen hemen herkes kendi kültürel ve siyasal kimliğini baskı ve ayrımcılığa en çok maruz kalan kimlik olarak değerlendirmektedir. Araştırmanın Alevilikle ilgili kısmında, Alevi-Sünni karşıtlığı ekseninde oluştuğu iddia edilen ayrışmanın Sünni kutbunun oldukça zayıf olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu tespit, Alevi-Sünni temelinde oluştuğu iddia edilen ayrışmanın, reel politik gerekçelerle değil, daha çok ideo-politik varsayımlarla savunulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Kaldı ki, kendisiyle görüşülen Alevilerin önemli bir kısmı da gündelik yaşamın rutin ilişkileri içerisinde kendi kimliklerine ilişkin önyargıları aşabilme imkânı bulduğunu vurgulamaktadır. Ancak Aleviliğin toplumsal düzeydeki algısına ilişkin olarak geçerli olan bu durum, Aleviliğin devlet nezdinde bulduğu ya da bul(a)madığı karşılıklar açısından geçerli değildir. Zira Aleviler, zorunlu din derslerinin kaldırılmasından Diyanet İşleri Başkanlığı’nda temsil edilmeye, cemevlerine ibadethane statüsü verilmesinden Alevilik kimliğine anayasal güvence kazandırılmasına kadar uzanan geniş bir talep listesi sunmakta ve tam da bu taleplerinin karşılanmamasından kaynaklanan bir mağduriyet duygusu içinde olduklarını ifade etmektedir.
Kürt sorununda kritik dönem
Araştırmanın sonuçları, Alevilik açısından geçerli olan bu tespitlerin neredeyse tamamının Kürtler açısından da geçerli olduğunu göstermektedir. Kürtler de, tıpkı Aleviler gibi, çoğunlukla toplumsal düzeyde yaşadıkları ayrımcılık ya da baskıdan çok, devlet düzeyinde karşılaştıkları sorun alanlarına işaret etmektedir. Ancak görüşülen Kürtlerin büyük bir kısmı, özellikle metropol şehirlerde Kürt kimliğinin giderek görünür olmaya başlamasıyla paralel bir şekilde artan ve kendilerini hedef alan Türk milliyetçiliğinden şikayet etmektedir. Bu durum, Kürt sorununun çözümündeki her gecikmenin, Türk-Kürt eksenli bir ayrışmayı derinleştirdiğini ortaya koymakta ve demokratik açılımın kararlı bir şekilde sürdürülmesine duyulan ihtiyacın ivediliğini açığa sermektedir. Gerçi araştırmada demokratik açılımın milli bütünlüğü tehdit ettiğine inananların oranı bir hayli yüksek çıkmakla birlikte (%65), ana dilde öğretim hakkına (%53) ve TRT 6’ya yönelik olumlu yaklaşım (%53), Hükümetin somut adımlar atması durumunda, demokratik açılımın orta ve uzun vadede ciddi bir mutabakat ile karşılanabileceğine ilişkin umutlu bir tablo ortaya koymaktadır.
İmkânlar ve riskler
Aleviler ve Kürtler dışında, azınlıklara ve bir anlamda Türkiye’nin büyük ötekisi diye nitelendirilebilecek olan Sünni çoğunluğa yönelik de önemli tespitlerin bulunduğu araştırmada, aynı zamanda demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin olarak formüle edilen ve bir nevi bütün çalışmanın özeti mahiyetinde olan çeşitli sorular aracılığıyla bir arada yaşamanın imkân ve riskleri ortaya çıkarılmaktadır. Bu bağlamda, dikkati çeken en önemli bulgu ise, toplumun görece önemli bir kısmının (%29), Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki vatandaşlık tanımını sorunlu bulmasıdır. Bu bulgu, başta Kürtler olmak üzere, toplumun hatırı sayılır derecede önemli bir kesiminin hoşnutsuzluğunu ve daha demokratik, bütüncül ve kuşatıcı bir vatandaşlık tanımına ilişkin taleplerini açık bir şekilde ifade etmektedir.
EBSAM tarafından 2009 yılında gerçekleştirilen ve Türkiye’nin referandum sürecine kilitlendiği bugünlerde kamuoyuyla paylaşılan Ötekilik Araştırması, güncel siyasal olaylar karşısındaki tutum alışların gün be gün değiştiği/değişebildiği ülkemizde, kalıcı bir takım sosyolojik eğilimlerin ortaya konulmasına olduğu kadar, sorun alanlarının çözümüne yönelik ipuçlarının ortaya konulmasına da yardımcı olmaktadır. Araştırma, tam da bu özelliği nedeniyle, içinde bulunduğumuz referandum sürecinin, hem anlaşılmasına hem de en doğru şekilde yönetilmesine yönelik birçok işaret taşımaktadır.
(Yazarımızın bu yazısı 2 Ağustos 2010 tarihli Star Açık Görüş’te de yayınlanmıştır.)
Ahmet Kızılkaya
– Haber Lotus-
HLotus