Sufî forumda, icâzet meselesi üzerine bir tarışmaya müdâhil oldum.
“Bu zatların durumunu irdelemek bizim işimiz değil…. Tarikat adabına bakarız. Allah herkesin yolunu mübarek etsin.”
Deniliyordu. Âcizâne, cevap vermek istedim…
Elinde tıp fakültesi diploması olmayan muayenehane açamaz. Ehliyeti olmayan araba kullanamaz. Ruhsatı olmayan araba trafiğe dahî çıkamaz.
Ortada bir ehliyetsizlik hâli vâr ise, bırak muayenehane açsın, boşver araba kullansın denilemez…
Basîret sâhibi olmayan,, gerçek bir mürşîdi de elbette sahte şeyh olmakla suçlayabilir. Elbette bu mesele, herkesin irdeleyebileceği bir mesele değildir… İlginçtir ki,Dünyâ vatanının yapısı gereği,, genelde ehliyetsiz ve sahtekâr şeyhler, gerçek mürşîdlerden daha fazla taraftar toplarlar. Dünyâ’nın bir numaralı insânı, Allah indinde bütün insânların Efendisi,, Allah’ın peygamberi olduğuna çevresindekileri inandırmaya çalışmış. O kadar uzun yıllar sonunda, Hicret edinceye kadar, kaç kişiyi inandırmaya muvaffak olmuştur bir bakın…
Mürşîdlik yetkisi, mâ’nâ âleminde bizzatResûlullah’tan (s.a.v.) alınır… Hilâfet veyâ vekillik adıyla bilinen,, ders yapma yetkisi, belli bir bölgede zikir ve sohbet yapma yetkisi, mürşîdlik icâzeti değildir. Şeyhinden vekillik almış birilerinin, şeyh vefât ettikten sonra şeyhlik iddiâ etmeye hakları yoktur. Böyle müddeiler çok çıkar, bunlar nefisleri tarafından aldatılmış sahtekârlardır…
Şeyh Nâzım Kıbrısî’nin bir sohbetlerinde dinlemiştim. (lâfız olarak değil mâ’nâ olarak rivâyet ediyorum) Günümüzde gerçek şeyh pek olmadığı için halvet te yok diyordu. Ehliyetsiz bir şeyh, mürîdi halvete sokarsa mürîd cînlerin şeytânların saldırısına uğrar diyordu, Mürşîdin kontrolü şart diyordu, Mâdem şeyhsin hadi soksana halvete diyordu, ((Hiç halvetsiz, mürîd ve halvetsiz tarîkat olur mu) Bizde bile, (yanılmıyorsam) bir kişiye izin çıktı onu halvete soktuk diyordu. O kişinin ismini videoda zikretmişti şimdi hatırlamıyorum.
İcâzet, yazılı olmayabilir, sözlü de olabilir. Lâkin osmanlıda, devletin mühimm işler tevdî edilmiş bir kurumu olarak faliyet gösteren tasavvuf ve tarîkatlarda yazılı icâzet şarttır. Bir nevî görev tayinidir ve yetki belgesidir… Ortada maddî mülkler, maddî sorumluluklar, kurumsal bir işlev, hıyerarşik bir sistem yok ise sözlü icâzet de yeterlidir. Nitekim, mürşîdlik ma’nevî bir yetkinlik, nefis mertebelerini kat’etmişlik ve vuslata ermişlik iktizâ eder. Mürşîdlikten amaç Taliplere klavuzlık etmek Hakk’a vâsıl etmekte yardım ve muallimliktir… Belli bir muhite vekil ve hâlife ta’yin edilmeyi, genel mürşîdlik icâzeti ve yetkisi olarak algılamak câhilliktir. Aslında gerçek şeyhlik ve mürşîdlik büyük bir yüktür, külfettir. Peygamberlik gibi… Hiç bir peygamber isteyerek peygamber olmaz. Vefât eden bir şeyhin tarikâtında, adayların zuhuru, iğrenç bir vakıadır. Bu arada bu adaylar arasında müstakbel gerçek bir şeyh varsa onu tenzîh ederim. O istese de verilen görevi reddedemez.
Bu mesele çok problemlin veyâ çok bilinmeyenli bir problem gibidir. Çünkü kapı gibi icâzet gösterebilen bir şeyh dahî gerçek bir şeyh olmayabilir. Meseleyi bu kadar karıştırdığım için gerçekten üzgünüm.
Üveysîlik peygamberlik vârisliğidir. Peygamberler çalışıp çabalamayla peygamber olmadıkları gibi Üveysî kullar da, Fazla çaba ve özel bir gayret göstermeden, Hakk’a yaklaştırılmış çekilmiş olanlardır. Talip olmaktan ziyâde matlupturlar. Üveysî (murâd olan) ile sıradan bir derviş (mürîd) arasındaki farkı şu misâlle anlatabiliriz. Bir kanser hastasının zarûrî olarak yaptığı perhîz seviyesine çektiği çileye,, bir hastalığın zorlaması olmaksızın sağlıklı bir kişi erişemez. Ya’nî irâdî olarak ne kadar perhîz yapsa veyâ ne kadar amel işlese, kanserli hastanın perhîz ve çile seviyesine ulaşamaz. İşte bunun gibi, peygamberlerin ve yaratılış olarak peygamber benzerlerinin (üveysîlerin) eriştiği kemâlâtlara çalışarak ulaşmak pek mümkün değildir. Velâyet yolunda mürîdler çalışmak zorundadır. Ancak çalışarak mesafe katedebilirler. Genelde üveysî kullar dahî bir mürşîde intisâb yolunu seçmişlerdir… Böyle bir yolu (bilinen bir tarikata intisâb etmeyi) tercîh etmeyen, çevresinde uygun mürşîd olmadığı için tercîh etmeyen bir üveysî, Peygamber Efendimiz ile ma’nevî münâsebetine güvenerek kendini şeyh ilân edebilir. Ve kendi cemâatini kurabilir. Direkt Peygamberden emir alıyorsa doğal olarak kendisinden başka silsilesi yoktur. Veyâ geçmiş büyük bir veliyy tarafından rü’yâ yolu ile irşâd ediliyor ise, silsilesi, kendisinden sonra o veliyy ve o veliyynin peygamberimize kadar varan silsilesi olur.
Üveysîlik yolu ile şeyhlik iddiâsında olan kişi, günümüze kadar kesintisiz olarak gelmiş şeyhlerden birisinden icâzetli değil ise, o silsileyi kullanamaz. Meselâ o silsile bir nakşî silsilesiyse ben nakşîyim diyemez. Meselenin açıkça anlaşılması için şöyle ifâde edelim. Sisilenin en son şeyhinden mürşidlik icâzeti almamış birisi (ki bu mürşîdlik icâzetinin verileceği kişiyi, o tarikatın reisi olan gerçek mürşîd bile belirleyemez, Resûlullah’tan (s.a.v.) emir gelmesi gerekir), evet almamış birisi,, o tarîkâtın ismini ve silsilesini kullanamaz, rantını devşiremez. Helâl olan rantını haksız yere iktisâb edemez. Bir üveysî için durum buysa Üveysîlik ile ilgisi olmayan bir hezeyâncı için durum daha vahîmdir… Bir icâzetin yok ise, kendine nakşî tarîkatı şeyhi dedirtemessin, o silsilenin büyüklerine refere edemessin. Üveysî isen, meselâ Mahmudî tarikatını kurarsın veyâ Ahmedî tarikatı dersin (ismin ne ise). Ve senin üveysî olduğunaa inanan, ma’nevî yetkinliğini tasdîk edenler çıkar ise müstakill bir tarîkat kurarsın. Hiç kimse de sana bi şey diyemez. Üveysî bile olmasan, Ehl-i sünnet dairesinde bile olmasan kendi tarikatını kurarsın,, cemâatinle alan memnun satan memnun geçinip gidersin. Bu noktada, ancak islâma uygun olmayan i’tikad ve amelinden ötürü eleştirilirsin. Ya’nî tasavvuf ve silsile hırsızlığından dolayı eleştiri konusu olmassın (sahte mürşîdlerin el kitabı sayfa 1386 satır no: 19)
Şeyhlik iddiasında olmadan, ma’nevî yetkinlik iddiâsında olmadan, ben yedi nefis mertebesini aştım, kıyâmetim koptu Hakk’a vâsıl oldum ve irşâdla görevlendirildim iddiâsında bulunmadan, cemâat kurmak, cemâat lideri olmak ve sohbet meclisi kurmak ta da hiç bir beis ve sakınca yokur (Her müslümâna tavsiye ederim.). Ma’nevî yetkinlik iddiâsı olmayan cemâat liderini pek kimse kaale almaz ama zâten maksat Kaale alınmak olmamalıdır. Kaale alınmak için Hakk bir tarikatın ismini ve silsilesini kullanmak ise câiz değildir çünkü hırsızlıktır.
Kendisine görünüşte bir mürşîd pâyesi biçmeyipte, tarikat değiliz deyipte, görünmeyen cihetten bir tarikat hiyerarşisi içinde cemâatlerini yönetenler, Eğer resûlullah ile bir emir alışverişi münâsebeti içinde değiller ise, ehliyetsiz olduklarından mes’uldürler. Hele, zâhiri irşâdlarında ehl-i sünnet i’tikadı dairesinin hâricine çıkarlarsa, ehliyetsiz mürşîd olmaya ilâveten sahtekâr olurlar.
Birincisi; Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır…
İkincisi; Söz ve hâlleriyle Allâh’ı hatırlatmasıdır…
Kitap ve Sünnete ittibâ, konusu, mürşîdin gerçek mürşîd olup olmadığını tesbîtte yanıltıcı olabilir. Gerçek bir mürşîdin sünnete muhalif zannedilen bir fiili insânları yanılttığı gibi. Ehliyetsiz bir mürşîdin sünnete uygun gözüken hâl ve fiili de yine insânları ciddî olarak yanıltır. “Mü’minin ameli niyetinden azdır” “Münâfığın ameli ise niyetinden çoktur”. Bence Bir insânın şeklindin fiilinden ve sözlerinden mürşîd olduğunu anlamak hiç de kolay değildir.
“Allah’ın veliyyleri öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah hatırlanır.“ Hadîs-i şerîfi de zannımca yanlış anlaşılan hadîslerden biridir… Sakal sarık cübbe ile kim görülse, bir münâfık bile görülse, İlk başta insânın aklına islâm, sonra tarikat ve dolayısıyla Allah gelir. Hattâ sakallı marksistler bile benzer silsile üzre akla Allah’ın gelmesine neden olur. Hadîs-i şerîfteki hatırlamadan murâd,, Şekle şemâile bakıp, Aaa ne mübârek insân tarzında bir hatırlama olmasa gerektir. Muhyiddîn Arabî hazretleri aklımda kaldığı kadarıyla bu hatırlamayı şöyle bir sebebe bağlıyor. Bir veliyyi gördüğünüzde, onun hâlinde zillet ve muhtâçlığı müşâhede edersiniz acırsınız, kendi aslîyetiniz (zavallılığınız) ve sonunuz (ölüm) aklınıza gelir ve Allah’ı hatırlarsınız.
Bilinmesi gerekli bir husûs da şudur ki; Veliyylerin küçük bir kısmı irşâd ile vazîfelidir. Genelde veliyyler gizlidir. Gizli olan veliyylerin kadrolu kısmı Gayb ricâli olarak bilinirler. Ve mertebelerine göre icrâ yetkileri vardır. Bunların reisi Kutbu’l-aktâb’dır.
Gerçek bir mürşîdin maddî alâmetleri nelerdir. Biz O’nu nasıl tanıyabiliriz asıl mesele budur. Biz bu meseleyi herkesin kalbine ve basîretine havâle ediyoruz. Herkes sonuçta hakkını bulur.
Belirmez Ârifin nâm-ü nişânı,
Değil irfân, filân ibn-i filânı,
Yerin terk edenin yoktur mekânı,
Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.
İzi yoktur ki izinden biline,
Dahi tozmaz ki tozundan biline,
Sen anı sanma sözünden biline,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.
Ne denli var ise âlemde evsâf,
Sıfatlanır ânı bil ehl-i â’raf,
İnâd ehli değilsen eyle insâf,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Sen anın sabr u şükrünü sorarsın,
Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,
Bilindi kim nişânını ararsın,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.
Kubâb-ı Hakk-ta mestur olan erler,
Sıfât-ı halk içinde görünürler,
Ne doğarlar onlar ne dolanurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Gazab şehvet iki ayaktır anlar,
Binip üstünde seyyâh oldu canlar
Bularla çıktılar arşa çıkanlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Ne kim âfâkta hor görmezse ârif,
Vücûdunda da olmaz anı sârif,
Anın için der bunu ehl-i maârif,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Görünse taşradan bir vasf-ı fâil,
İçinden de biri olsa mukâbil,
Yakına yardım eyle olma hâ’il,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Anı uran urur ağlatmak için,
Ya gayret gösterir darlatmak için,
O da ağlar darılır çatmak için,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,
Nefes de harfe boyanır arılmaz,
Şu kim Hakk-tan gelir cânâ yorulmaz,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Cihanda bir gürûh olmaz ki ey cân,
Bulunmaya içinde ehl-i irfân,
Olur mevsûf sıfatlar ile her an,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Kimi şâdân, kimi nâşâd olurlar,
Kimi üstâd, kimi nerrâd olurlar,
Niceler sûretâ cellâd olurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Şerîatle olursa ger ol ef’âl,
Dime ana ki bu gâyet bed ef’âl,
Şer’i red etmese sen de kıl ikbâl,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda,
Ger işlense kamu yerli yerinde,
Bahâne bulamazlar hiç birinde,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Niyâzî ye gelir her gayb u hâzır,
Görünür cümle a’râz ve cevâhir,
Nişâniyle olur herbiri zâhir,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Anadolu’nun Muhyiddîn Arabîsi Niyâzî Mısrî hazretleri.
Bir cemâat ortamına kavuşmak,, boş vakitlerini zikir meclislerinde değerlendirmek için Tarîkata intisâb edenlere ve kendilerini şeyhin bir bendesi olarak kayıtlamayanlara bizim uyarı yapmamıza pek gerek yok. Nerde huzurlu bir ortam buluyorlarsa devâm etsinler. Sohbet ve zikir meclisleri güzel mekânlardır. Fakat Şeyhten ve tarîkattan istifâde etmeleri ve hayır görmeleri gerekirken, kullanılıyor ve istismâr ediliyorlarsa bir ân önce aldanmaktan vaz geçsinler.
Şeyhten ve mürşîdlikten gâye, müntesîbe nefis mertebelerini aşmada, tâ Allah’a vâsıl oluncaya kadar klavuzluk etmekteki yeterliliktir. Kişi eğer üveysî değil ise, işte bu noktada bütün insânlar bir insân-ı kâmile muhtâçtır. Çünkü ancak onun yardımı ve nefesiyle maksada vâsıl olabilirler. Elbette Allah’a vâsıl olmanın gerekli olduğunu idrâk etmiş kullar mürşîde muhtâçtır. Diğerleri ne tarîkat lâzım değildir.
Ali Aytaç Şenol (aliaytac_senol@hotmail.com)
– Haber Lotus –
HLotus