Doktorlar, komaya girmiş bir hasta için, “şuuru kapalı” ifadesini kullanırlar. Yani bilinci, idraki kapalı. Bunun anlamı, hasta, “kendisinin” ve dolayısıyla “etrafındakilerin” farkında değil demektir. Bir insanın “idrak”inden bahsedebilmek için ilk ve zorunlu koşul o kişinin “kendisinin farkında” olmasıdır. İdrak kelimesini sözlükler şu şekilde tanımlıyor: anlama yeteneği, anlayış, akıl erdirme. (felsefe: algı).
“Anlama yeteneği, anlayış, akıl erdirme”nin mümkün olabilmesi için kişinin asgari ihtiyaçlarını kendisinin karşılayabiliyor olması gerekli. Bu noktadan sonra ancak anlamak, kavramak, algılamak mümkün olabiliyor. Demek ki, şuurun açık olması asgari ihtiyaçlar için zorunludur; aksi takdirde kişi bitkisel hayata girmiş oluyor. Yani idrak, şuur’dan sonraki aşama. (şuur/bilinç kişinin kendi varlığı ile ilgili iken, idrak çevresi ile ilgili, kendi dışında olup bitenleri anlama, kavrama, algılama ile ilgili). Sözlükler “şuur” için, “anlayış, idrak, vicdan..”, “nefsin manaya ilk vüsul mertebesi”, “kendi varlığından haberdar olmak” tanımlamalarını yapıyorlar. En etkiliyeci tanım “kendi varlığından haberdar olmak” tanımı. Kendi varlığından haberi olanın, “etrafındakiler”i (olaylar, olgular, nesneler..) algılaması/idraki mümkün olabiliyor. İşte komadaki bir hastanın en mümeyyiz vasfı “kendisinden haberi olmaması”dır. Yani diyebiliriz ki, “kendisinden haberi olmayan” biri aslında komadadır, bitkisel hayattadır. Nefes alıp-veren ama gıdası başkaları tarafından karşılanan. Şuuru kapalı olan ve dolayısıyla idraki olmayan. Tabi olduğumuz tüketim sistemi tam da bizi bu noktada tutmaya derin gayret gösteriyor ve idrakimizin açılmaması için elinden geleni yapıyor.
Şu halde “kendisinin” farkında olan ve dolayısıyla “etrafındakilerin” farkında olan birinin “anlama yeteneğinin, anlayışının, akıl erdirmesinin” mümkün olduğu tartışmasızdır. Öyle de, neden hepimizin anlaşıyı, algısı aynı değil? Bugün bilgiyi elde etmek çok kolay. O zaman ya “kendimizin farkında olma” düzeyimiz farklı (bu tam da şuurumuzun yeterince açık olmadığı anlamına da gelir) ya da “etrafımızdakilerin farkında olma” düzeyimiz farklı. Her iki durum da bize şuurumuzun ve idrakimizin yeterince açık olmadığını kati olarak söylüyor. İdrak kanallarımız tıkalı.
İdrar yolları iltihabı (enfeksiyonu). Kişi idrara çıktığında bir yanma hissi ile karşılaşıyor. Çünkü idrar yolları iltihaplı. Eferfesan bir ilacı var. 3-4 gün düzenli kullanınca iyileşiyor. Kişinin idrar yolları enfeksiyonu olduğunu anlamasına neden olan şey idrara çıkmasıdır. Yani idrar yaparken sancı ile karşılaşması. Daha sonra da tedavi yollarını araştırması. İdrakimizi tıkayan şeyleri anlayabilmemiz için böyle bir sancı mekanizması (bu şiddette uyaran) yok. Ortalamanın içinde yaşayan biri için bu mekanizmanın harekete geçmesi gerçekten zor. Kişinin bu sancıyı duyabilmesinin yolu, bulunduğu çevreden başka bir cevre ile (daha yüksek bir bilince sahip çevre ile) irtibata geçmesidir. Çünki orada varlık gösteremez ve bu durum onun bilincinde kırılmalara neden olur. Mesela kendini bilgisiz, yetersiz hisseder. Bu bir sancıdır. İdrak kanallarının açılması gerektiğini, bunun bir tedavisinin olup olmadığını araştırmaya başlar.
Kişi etrafında olup bitenleri akıl yolu ile ve hissiyatı, sezgisi (kalbi) ile anlar, algılar, idrak eder. Bu anlaşıyı arttıkça şuuru da (bilinci) genişler. Genişleyen şuur, idraki kavrayışı daha da artırır. Fizik-dünya sebep-sonuç ilişkileri üzerinden anlam üretir. Yani ortaya çıkmış sonuçların sebeplerini incelediğimizde bazı anlamlar ürediğini/ortaya çıktığını görürüz ve bu anlam dizisini formüle ederiz. Dolayısıyla aynı sonuçlara ulaşmak için bir rota (yol haritası) belirlemiş oluruz. (bu rotaların her düzeyinde daha derin ve yeni anlamlar keşfetme imkanı hep vardır). Elimizde bu rota varken, bu uygulamalar birileri tarafından anlaşılıp idrak edilmiş ve formüle edilmişken, biz bu rotayı izleyerek istenen sonuca ulaşamıyoruz. Çünkü idrak faaliyeti belirli bir çaba ve gayreti gerektirdiği halde, bizler çoğu kez kolay olana yöneliyoruz ve ulaşmak istediğimiz sonuçtan sapıyor ve başka sonuçlara gidiyoruz. Elbette bu başka sonuçlar bizi tatmin etmiyor. Ama bazılarımız bu “rota”yı alıyor, uyguluyor ve üstelik “bir dizi gayret ve çabayla” başka anlamlar idrak ederek “rota”yı geliştiriyor ve istediğinden daha güzel sonuçlara ulaşıyor. Kahir ekseriyetimizin bu “rota”dan ayrılmasının nedeni içinde bulunduğumuz bu tüketim sisteminin bizi “kolaylıklara” sevk ediyor oluşudur. İşte bu “kolay olan”, “satın alınabilir olan”, bizim izleyeceğimiz “rota”nın bizi olgunlaştırma sürecini de elimizden almış oluyor. Ne kadar geç olgunlaşırsak (idrakimiz ne kadar geç açılırsa) o kadar çok tüketeceğiz/satın alacağız, sistemin müşterisi olmaya devam edeceğiz; o halde idrak kanallarımızı açmanın yollarını arayacağız.
Fizik-dünyanın somut bilgilerini bile idrak etmekten yoksun olunca hissiyatın (kalbe doğan bilgilerin) anlaşılabilmesi, bu kalbe doğan bilgilerin deşifre edilebilmesi hepten imkansız hale geliyor. İnsanlar etrafında olup bitenleri aynı düzeyde algılamadıklarına göre, hepimizin “idrak derecesi” farklılaşmış durumda. Yani hepimizin, etrafımızda olup bitenleri derinliğine anlayabilme, kavrayabilme potansiyeli var, ancak bu kavrayışımızı engelleyen unsurları temizlememiz gerekiyor. Yeryüzündeki (kainattaki) her fiil (hareket, eylem), bir anlam alanı oluşturuyor. İnsanlar arası ilişkilerden başlayarak, insan-insan, insan-hayvan, insan-bitki, insan-maden (taş, toprak ve madenler) arası ilişkiler sürekli bir anlam dünyası üretiyor ve biz kendi idrak düzeyimiz kadar farkına varabiliyor, anlayabiliyoruz.
İdrakin önündeki en büyük engel, bizzat kişinin kendi aklıdır (kabulleri, fikirleri). Akıl, “insanın öğrenme, tanıma, muhakeme etme yetisi. Anlama, idrak, zeka. Düşünme, fikir. Bellek, hafıza. (Türkçe sözlük). Eğer bir “şey”i, bir durumu, bir olayı, bir önermeyi “akla uygun” bulmuyorsak; ortaya çıkan ilk sorun kendi aklımızla ilgilidir. “Akla uygun” değil dediğimizde bahsettiğimiz akıl, kendi aklımızdır, yani kendi “öğrenme, tanıma, muhakeme etme, anlama, idrak, zeka ve düşünce”mizle ilgili bir durumdan söz ediyoruz. Örneğin “akla uygun” bulmadığımız bir önerme, bizim kendi “anlayışımızın, idrakimizin” üstünde olduğu içindir, biz anlamadık diye o önermeyi “tutarsız” “akla aykırı” kabul edemeyiz hemen. Anlamaya çalışmak çok daha önemlidir. Çoğu kez reddettiğimiz bir önermenin hayatımızda önemli bir alan kapladığına şahit olmuşuzdur. Aklımızın önündeki engel, bizim idrakimizin, algımızın yetersizliğiyle bizi malul kılmakta. İdrakimizin, algımızın yetersizliği bizi o önermeyi reddetmeye itmekte.
“Kaktüs Refleksi” dediğim bir durum var; çöl bitkileri, mesela kaktüs, su kaybetmemek için dikenli bir yaprağa ve tüysü bir örtüye sahiptir. Çünkü çölde su bulmak (yağmur vb) çok zordur, bu yüzden kaktüs, mevcut suyu kaybetmemeyi daha çok önemser. Eğer su gelmek ihtimali olsaydı mevcut suyunu korumasına gerek kalmayacaktı. İnsan aklı da tıpkı kaktüs gibi, yeni bilgi gelmediği zaman mevcut bilgiyi koruma refleksi veriyor. Çünki yenisi gelmeyecekse ilk refleks mevcudu korumak oluyor. Mevcut bilgiyi koruyan akılın refleksi bir süre sonra bunu davranış biçimi haline getiriyor; her yeni bilgiyi bir virüs kabul edip tehdit olarak algılayabiliyor. Bu yüzden değişim çok zor oluyor.
Ali Necip Erdoğan
– Haber Lotus –
HLotus