Asya Felsefeciler Derneği’nin 5. Uluslararası Konferansı geçen yıl yapılacaktı, ama tsunami felaketi nedeniyle ertelenmişti. Eğer ertelenmeseydi de ben Yemen’de bulunduğum için gidemeyecektim. Nasipmiş, Japonya’yı; yani “Doğan Güneşin Ülkesi”ni ziyaret etmek.
Chikushi Jogakuen ve Seinan Gakuin Universite işbirliğiyle yapılan. Pluratiy and Self-Identity of the Asian Community in History” başlıklı sempozyuma “Bir Medeniyet Ekseni Olarak İpek Yolu Projesi -Asya ve Dünya Toplumlarının Geleceği Açısından Önemi” konulu bildiriyle katıldım. Fukuoka şehrinde Aralık 7-9, 2011 tarihleri arasında yapılan sempozyuma 4 Aralık’ta sekiz sularında Kore havayolları ile hareket ettik.
Yaklaşık 7 saat fark var, gidiş 9, geliş yaklaşık 11 saat sürüyor, Seul Havaalanı. Orada 4 saat bekledikten sonra bir saat on dakikalık bir uçuşla Fukuoka şehrine geçeceğiz: THY ile gidemedik, çünkü müthiş bir fark var. İyi ki de gidememişiz, çünkü uçağa biner binmez güler yüzlü, sevimli, minyon tipli insanlar karşıladılar bizi. Mecburen İngilizce konuşulacağı için bir nevi hazır bulunuşluk da olacak.
2005 Kırgızistan seyahatim ve 2009 Endonezya yolculuğunun verdiği atayurt tiplemelerini; bütün uzak doğuya has olduğunu gördüm. Çekik gözler; söze ihtiyaç bırakmayan nezaketin simgesi beden dilinin o harika iletişimi hemen sarmalıyor insanı. Yolculuk boyunca da hep aynı nezaket ve nezaheti gördüğümüzü söyleyebilirim. Önceden bildirildiği için tek tek koltuklarımıza özel yemek getirileceğini bildiren fişler yapıştırdılar. Karışıklık olmaması için koltuk değiştirmemizi rica ettiler. Kalkıştan biraz sonrada balık haşlama, çeşitli balıklardan oluşan bir kokteyl ve meyve-sebze ağırlık menüyü getirdiler.
Alışmamız gerek, arkadaşlar, her tarafınız deniz ama deniz ve deniz ürünlerine dair özel bir mutfağımız olmaması çok kötü! Bir de annemin kokusunu hazetmediği için balık pişirmemesini ilave edince balık kültürüm yok denecek kadar diyebilirim. Gariban babam, balık yemek isteyince, ablam gelirdi, avlunun öte yanındaki bir oda bir sofa olan küçük evde pişirirdi, orada yerdik. Boşuna anayurt dememişiz biz ülkemize, kadın, anne olduktan sonra her şeyi belirliyor vesselam. Gerçi evlenince, Meryem’in gayretiyle balık sevmeye başladım ama, gene de sonradan alışmak kolay olmuyor. Uzak doğuda her şey denizle alakalı, hele Japonya neredeyse üç bin adası var, arazisi Türkiye’nin neredeyse yarısı, üstelik çoğu dağlık, nüfusu ise iki misli (127 milyon), mecburen pirinç ve deniz ürünlerine yönelmek zorundalar.
NEZAKET VE NEZAHET TİMSALİ
Bir de az yediklerini, daha doğrusu yemek gerektirdiğini düşünecek olursak, niçin Japonların dünyanın en sağlıklı ve uzun ömürlü yaşadıklarını anlamamak imkansız. Bir de dini öğretilerinin doğayla bütünleşmek, iç barışını temin etmek, (nezaket ve nezahet bunun gereği mi acaba?) olunca, uzun ve sağlıklı ömür mümkün olabiliyor. Buna bir de sıkı çalışma disiplinini ilave ediniz ki oldukça yaşlı insanları gördük çalışma hayatında, o zaman insanın içinde bulunduğu coğrafi, kültürel, dini şartlar, yediğiniz içtiğiniz doğrudan insan hayatını etkiliyor. Peygamberimiz bunu bizlere göstermiş, İbn Haldun teorisini kurgulamış amma velâkin Müslüman ülkeler ve halklarının durumuna bir bakınız, ne haldeyiz ya Rabbim!
Yakınlarda olan tsunami de görüldü, zaten depremle yaşıyorlar, dünyanın ünlü yanardağları da var, ama bu insanlar bu şartları olumluya çevirmişler, dünyanın ABD sonra milli geliri en fazla olan ülke olmuşlar. Hayat standartları çok yüksek ve Türkiye’ye göre hayat çok ama çok pahalı. Ortalama ömür erkeklerde 80 hanımlarda 85 imiş, 105 yaşını geçen insan iki yüz binden fazlaymış. Şimdi gelin de kader denilenin, ömür denileni bir kez daha düşünün. Hele Yemen’de insan ömrünün ortalamasını bilince, diğer Müslüman ülkeleri ya da ve hatta Türkiye’yi düşününce, bir kez daha nerede hata yapıyoruz demekten kendimi alamıyorum doğrusunu söylemek gerekirse.
KLASİKLER ANCAK AK YÜREKLİLERCE YAZILABİLİR
Madem İngilizce temel iletişim dili, filmlere bakayım bari dedim. Klasikler içinde Jane Eyre’yi görünce nasıl sevindim anlatamam. Çünkü “ak yürekli” bir hanımın ne şartlar altında büyüdüğünü, zorluklara katlandığını, insan ilişkilerini, erkek eğemen bir toplumda onurlu direnişini, sevgini nasıl ilmek ilmek dokuduğunu, aşka dönüştürdüğünü, yaşadığı hayal kırıklıklarını ve her şeye rağmen bütün zorluklara ve eksikliklerine rağmen sevdiğinin yanında olmanın ne demek olduğunun hikâyesini biliyorum. Romanı hediye edilmeseydi haberim olur muydu, sanmıyorum. Bir solukta okudum, ardından dizi olarak çekilmiş bölümleri seyrettim. Burada filmini alt yazısız seyredebilir ve kulak dolgunluğunun yanı sıra yürek doygunluğunu bir kez daha yaşabilirim diye düşündüm. Charletto Brante acaba benzer şeyleri yaşamasaydı bu eseri yazabilir miydi bilemiyorum, ama bir klasik haline gelmesi herkesin kendinden bir parça bulması ve “nasıl yani?” diye sanki birebir düşündüklerini ya da yaşadıklarını yazmasıydı galiba. “Okur” olmak da bu galiba, okumak ve defalarca yapılan filmlerini her daim yeniden seyretmek, yeni yorumlanışları büyük bir iştiyakla seyretmek. O hüzünlü ama vakurlu duruşu çok iyi vermiş Mia Wasikowkska, belki de vermesine gerek yok, çünkü yüzü, duruşu anlatıyor zaten.
Film bitti, sonra yahu zaman çok bir şey daha seyredeyim dedim ama olmadı, üstelik Nicholas Cage ve Nikole Kidman olduğu halde, filmler Eyre’den sonra kesinlikle çekilmiyor modern ve yeni, aksiyon dolu. Belki bir gün bende bir hikâye, bir roman yazabilirim diye hayaller kurarak uyumak en iyisi galiba. Bu gezi notları aslında hikaye yazamamamın tesellisi belki de. Dönüşte 11 Aralıkta havaalanında neler olmuş ülkemde diye Radikal aldım ve okumaya başladım. Bir de baktım Jane Eyre filminin reklamları var. Yeniymiş bu, ama uçakta klasikler arasına koymuşlar. Okunur, seyredilir olmak böyle bir şey galiba, yahu gezi notu değil miydi bu!
Tekrar uyandığımda yeni bir yemek servisi vardı, bu sefer mantarlı omlet, saf portakal suyu, kivi, mandalina vb meyvelerden oluşan kokteyl ve ekmek. Servis yaptıkları da Dimes’in meyve suyu. Yemeklerin özelliği balıklarında helal yağ ile hazırlanması, zaten yağsız ve tuzsuz yiyorlar anladığım kadarıyla. Bizi korkutmuşlardı, yemekler hususunda, herkes yanına bir çok malzeme almıştı. Ama gerek uçakta, gerekse toplantılar boyunca hazırlanan yemekler hep helal şekilde hazırlanmıştı. Organizatör Yasuhito Ishii bey, dil profesörü bu konuda gerekli her türlü hazırlığı yapmış sağ olsun. Kendisi Budist temel öğretilere göre eğitim veren bir kız üniversitesi olan Jokaguen üniversitesinde görevli. Endenozyada Dini inançlara masonik yaklaşımlara dair bir bildiri sunmuştu, oradan dikkatimi çekmişti. Yani otuz beş yaşlarında görünüyor, meğer elli iki yaşındaymış, iyi mi? Komplekse kapılmamak mümkün değil, ama kardeşim adamlar dini öğretilerini bir hayat tarzına dönüştürmüşler, yemeleri içmeleri, insanlara ve tabiata bakış açıları buna göre, biz de nasıl diye sormamıza gerek yok değil mi? Gelen uyarı mailleri içinde hele bir tanesi vardı ki, bunlar putperest, ekmeklerini bile yememek gerek şeklindeydi, ama insana, doğaya bakış açılarına bakınca, Buda ve Şintoist öğretinin din anlayışına dair düşündüklerini bir kez daha yerinde görünce, yaklaşık beş yüz yıl sonra putlaştırıldığını kendi ağızlarından duyunca, ki bunları sonra anlatacağım, acaba şirk ne, gizli şirkin en büyük tecellisi olan enaniyet, kibir veya tevazu(ymuş) gibi gösterilen tavırların nasıl (gizli) şirk olduğunu unuttuğumuz aklıma geldi.
Seul havaalanına Türkiye saati ile beş sularında, ama yerel saatle on ikiyi geçerek ulaştık. Yani bir günün yaşamadan bitmesine şahit olduk, orada birkaç kaldık ve akşam oldu. Havaalanına bizim uçak yolcularının giriş kapısında Kore ve Türk bayrakları olması hoş bir suprizdi. Salonlardan geçerken her tarafta Kore’nin tabiat güzelliklerini anlatacak resimler vardı, ilan panolarında. İstanbul havalındaki reklam panolarını hatırlayınca içim bir kez daha burkuldu, hiç yerel güzelliklerimizi anlatan bir pano yoktu desem yalan olmaz.
Transit geçişi yaptıktan sonra bekleme salonunda gezmeye başladık Mete Çamdereli hocamla. Kendisi iletişim fakültesinde, onunla gezmek çok keyifli, candan bir dost edindim geçen Endenozya gezisinde. Doğrudan meslek alanıyla ilgili baktığı için çevreye bende istifade ediyorum bundan. Yani bu yazıların çoğunda manevi emeği var kardeşimin. Burada bir de güzel supriz yaşadık, onun ayfonmudur nedir, maheretli telefonundan mesaj çektim bizimkilere. Begümden bahsederken Boğaziçi üniversite öğrenci kulübünde ud çalıyor deyince, yahu bizim Rumeysa da orada demesin mi? Nasıl yani, geçen yıldan bu yana sürekli Begüm’ün bahsettiği, benimde Kardeş Türküler konserlerinden birinde çaldığı parçayı facebook paylaştığım ve Begum’ün üniversitedeki en iyi arkadaşı dediğim kız mı yani deyince o da şaşırdı. Yahu “kalu belada” ruhların örtüşmesi bu olsa gerek dedi. Seyahat dönüşünde valizleri beklerken Yozgatlı hemşehrim Kerami bey, kendileri Rusca hocası Fatih Üniversitesinde, kaç yıldır tanışıyorsunuz Mete beyle diye sorunca, iki yıl dedim inanmadı. Yahu çok samimisiniz, yıllardır berabermişsiniz gibi deyince anladım arkadaşlığımızın ne boyuttu olduğunu. Çünkü Jakarta’da, japonya’da şehirleri gezdim, onun entelektüel bakışıyla da gördüm, yani yazılara katkısı çok kardeşimin. Bu ilan panolarına, caddelerin yapısına, trafiğin akışına, insanların davranışlarına bir de onun gözüyle şahitlik etmek güzeldi yani. Müteşekkirim yoldaşıma.
Seul’den Fukuoka’ya bir saat on dakikalık bir yolculuk yaptık. Dr. Ishii ve gene akademisyen eşi karşıladı bizleri, Kazakistan ve Moğolistandan gelen misafirleri de alarak otele üç katlı otoyollardan, hiçbir araçın park etmediği termemiz caddelerden Hilton vardığımızda saat sekize geliyordu.
Ertesi gün, Atom bombası lanetinin atıldığı şehir olan Nagasaki’ye gideceğimiz bildirildi. Hani şu insanlık felaketinin, insanların daha rahat bir hayat yaşaması için yapılan bilimsel keşiflerin nasıl bir felakete dönüştürüldüğün somut simgesi olan şehre gideceğiz. İnsanlığın sadece bombayla değil, sonrasında denek olarak kullanıldığı, yani bir takım şahısların insanlıktan çıktığı, “belhum adal” seviyesine indiği bomba sonrası araştırmalar yapmaktan çekinmediği, insanlığın bir kez daha öldüğü şehre. Hemen odaya çıkıp, duş alıp yattık, jet lag met lag vızgeldi vallahi, başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum. Bunda yaşadıkları bunca doğal ve gayri doğal felaketlere rağmen insanların nezaket ve nezaheti, görebildiğim mekânların temizliği de etkide bulunmuştur herhalde.
Nagasaki için bir sonraki yazıyı bekleyiniz lutfen.
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık
– Haber Lotus –
HLotus