7 Aralık 2011 sabahı sempozyumun ilk günkü oturumlarının yapılacağı Chikushi Jokaguen Üniversitesi kampusuna ulaştık. Şehir dışında ufak bir yerleşke, hemen salona geçtik, kayıtları yaptık, kitabı aldık, Dr.Ishii bizatihi çalışıyor, oradan oraya koşturuyor, tebessümünden bir şey kaybetmeksizin. Mete hocamla biz, çıktık, çünkü gittiğimiz ilk yer kütüphanesi, sonra da ilgili olduğumuz bölümleri ziyaret oluyor. Sempozyum bildirileri zaten basılı olarak elimizde, ne kadar sahaya çıkar ve bilgilenirsek o kadar iyi diye düşünüyoruz. Aşağı indik, kantin bir garip, sadece kız öğrenciler var, dışarı çıktık orada öyle. Ne yani burası kız üniversitesi mi diyecek olduk, Isparta’dan gelen ve İngilizceleri mükemmel olan kardeşlere sordum. Evet, dediler.
BUDİST ÖĞRETİYİ TEMEL ALAN ÜNİVERSİTE
Temel sloganı “Carry in tradition into the future and into the world”, yani Geleneği, Budist öğretiyi dünyaya ve geleceğe taşımak. Birkaç erkek görüyoruz, onlarda ya öğretim görevlisi ya da diğer resmi görevliler. Kütüphaneye geçiyoruz, ben kitap hediye etmek istediğimi söylüyorum, şaşırıyor, burada Türkçe bilen yok ki, diyor, olsun kütüphaneler üniversitenin beyni, bir de Türkçe kitap bulunsun diye cevap veriyorum. Kendisinin yetkili olmadığın, bir saat sonra lütfedip gelebilirseniz cevap verebileceğini söylüyor. Kütüphaneyi dolaşıyoruz, Islam’a dair İngilizce kitaplar ve ansiklopedileri görüyorum, diğer kitaplar bize konuşmuyor maalesef. Mete hocamın dikkatini çeken, kütüphane ortasında stüdyo gibi kurulmuş kabinler. Gençler, orada film ve müzik dinliyorlar, bunlar değme iletişim fakültesinde bulunmayan aletler imiş, burada kütüphanede bile birçok var. Kampusu dolaşmaya çıkıyoruz, üç bin öğrenci okuyor gibi durmuyor, gençler ya derste, ya da kütüphane de iyi mi?
Yüksek Eğitimli, Açık Fikirli (broad-minded) zengin, nitelikli zihinlere sahip hanımlar yetiştirmeyi hedeflediğini yazıyor, kitapçığında. Okul öncesi, lise, üniversite seviyesinde eğitim yapıldığını söylüyor ve sadece buradaki kampusunda Edebiyat Fakültesinde. Japon dili ve edebiyatı, İngilizce ve Multimedya Çalışmaları, Asya Çalışmaları, Klinik Psikoloji, İnsan Refahı bölümleri var. Beşeri Bilimler bünyesinde Çağdaş Liberal Sanatlar, bunun İngilizcesine vereyim bari, çünkü Budist öğretiye göre eğitim verdiğini ama bunların okutulduğunu gören “ilerici”ler ne diyecek bakalım! Department of Contemporary Liberal Arts.
Bir diğer bölüm de Okul Öncesi Eğitim. Dazaifu, bir dönemler Kyushu adasının merkezi ve dış ilişkilerin odak noktasıymış, oradaki kampusta eğitim ve kültürel etkinliklerin yapıldığı mekânmış. Junior ve Senior High School ise Kego yerleşkesindeymiş. Halka açık açık kurslar, el sanatları, okul festivalleri ile toplumla iletişim içindelermiş. Konserler, oyunlar sergileniyormuş. Dalay Lama’nın seminerine dair resimler var. Uluslararası değişim programıyla öğrenci gönderdiği üniversiteler, Kanada, İngiltere, Avustralya, Çin, Kore’de. 1907 yılında Tetsue Mizuki tarafından kadınların Budist öğretiye göre çağın ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yetiştirilmesi için kurulmuş.
Yerleşkede dolaşıp üniversite hakkında bilgi almaya çalışırken birde baktık, Mr. Kebap yazıyor, Emrah beyle tanıştık. İngiltere tanışmış Japon eşiyle, buraya gelmiş, yerleşmiş, bizlere öğle yemeği olarak döner hazırlıyor. Yani nerede olursanız olun, kebap ve baklava var, merak etmeyin ve çıkın dolaşın diyeceğim ama ukalalık olacak, şükürler olsun rabbime, bu imkânları sağladığı için. Öğleden sonra sunumum var, bir yere çıkamadım. Akşam yemeği de üniversitede yedik ve otele döndük.
SEİNAN GAKUIN ÜNİVERSİTESİ: BE TRUE TO CHRIST
8 Aralık günkü oturumlar şehir içindeki üniversiteymiş, hemen belli oluyor, İngiliz üniversitesi olduğu binalarından. Kültür merkezine girerken ufak bir taşa, sloganı daha doğrusu kuruluş ruhunu ifade eden şu cümleyi kazımışlar: BE TRUE TO CHRIST. Yani İsa’ya sadık ol. Diğer üniversiteyi anladık, 127 milyon nüfusun kahir ekseriyetinin sahip olduğu öğreti merkeze alınıyor, ama bütün ehli kitabın yüzde bir olduğu bu ülkede, yüzyıllık bir üniversitedeyiz. 1916 yılında İngiltere’den gelen Baptist misyoner C.K. Dozier tarafından kurulmuş. Şu anda 8.000 öğrencisi varmış. Senior High School da.1350, Junior High School da 650, Maizuru okul öncesinde 160 talebesi varmış. Hıristiyan ilkelerine göre eğitim verdiğini açıkça yazan üniversitede Teoloji, Edebiyat, Ekonomi, Hukuk, Beşeri bilimler, Kültürler arası Çalışmalar bölümleri var. Uluslar arası üniversitelerle değişim programı olması da gayet doğal.
Salonu belledikten sonra hemen kampusu bir dolaşayım dedim. Aha bir şeyi unuttum, bizdeki gibi duvarlara çevrili değil, kapılarında nöbetçi falan da yok, her tarafı açık caddelere, istediğiniz yerden giriyorsunuz. Liverpool üniversitesi gibi yani. Her yere yıllarca hizmet etmiş görevlilerin isimlerini kazımışlar. Ufak bir kilisesi var, boş, ama bütün gün bir genç, org ile ilahiler çalıyor. Kampus haritasında Japoncanın yanı sıra İngilizce de olduğu için nereye gideceğimizi biliyoruz. Ama bir yer var ki, ilginç, Moğol istilasına karşı direnişi simgeleyen taş duvar. Bir de kitapçık verdiler ayrıntılı olarak bilgi veren. Gelecek nesillere burada olanları ve tarihsel kazılarla çıkarılan değerlerimizi iletmek biricik arzumuz yazıyor. Bunu oldukça kibirli duruşa sahip olan Moğol akademisyenlere göstersek mi acaba, diye soruyorum arkadaşıma? Yok yahu bize ne, kendileri merak etsin, haritaya bir baksın, bir dolaşsın yerleşkeyi! Spor sahasında gençler beysbol çalışması yapıyorlar.
FUKUOKA CADDELERİ
Şöyle bir dolaşalım diye çıktık caddelere, hafif yağmur yağıyor. İşe gidiş saati bitmiş galiba, çünkü yollarda araç az, ama bisikletli genç çok. Kaldırımdan gidiyorlar, tek ellerinde şemsiye, diğer eliyle direksiyon, ama gayet sakin ve dingin. Hiçbir zil sesi, acele etme ve çarpma yok. Sahi üçüncü gün, burada araçların kornası yok mu acaba diyesim geliyor. O kadar yani. Yol kenarlarında park eden araç görmeniz zaten imkânsız.
Elimizde harita kısa bir tur yaptıktan sonra metroya inip, şehir merkezini gösterip bilet alıyoruz. 250 yen, yani 4 dolar. Bir yaşlının yanında boş iki yer var, birine oturuyorum, ayaktaki insanlar oranın boş olduğunu gördüğü halde oturmuyor, sonradan anlıyorum nedeni, ihtiyarlar için öncelikli yazıyormuş koltuklarda. Yahu bende ihtiyarım nasılsa diyorum, Mete beye.
Şehir merkezinde bir çarşı buluyoruz, geziyoruz hediyelik eşya için, ama zor biraz. Çünkü Türkiye’ye göre çok pahalı, bir çocuk kepinin üstünde 1500 yen yazıyor, yani 20 dolardan pahalı, yahu bu paraya bizde beş tane alınır! Geleneksel hediyeler arıyoruz, çoğu Budist parçalar, hem bize konuşmaz ki, diyerek vazgeçiyoruz. Sonunda bir kumaşçı buluyoruz, oradan bir masa üstü alıyoruz, ayrıca iki küçük parça hediye ediyor bize. Bizde büskivi ikram ediyoruz onlara.
Kaldırımlarda gezerken, bizden başka yabancı olmasa gerek ki bir tv ekibi geliyor. Konuşmak istediklerini söylüyorlar. Akşam otelde kanallara bakmıştım, çoğu magazin ve yarışma programı. Sunucunun kıyafetine ve konuşmasına bakınca, yahu bunlar geyik yapacaklar dikkatli olalım diyorum. Nerelisiniz, niye geldiniz falan filan. İstanbul ve Fukuoka nasıl, eş değer mi falan diye sorunca, yoo o kadar da değil, tamam çok temiz, insanlar gayet kibar ve nazik, ama şehirler kesinlikle kıyas kabul etmez dedik. Ardından Asya Güzel Sanatlar Müzesini gezdik bir solukta. Öğleden sonra Mete hocamın sunumu olduğu için tekrar metroyla üniversiteye döndük. Ama ben posterlerini hazırlamasına yardım ettikten sonra, kardeş bana müsaade, tekrar şehir turuna çıkıyorum dedim. Orhan, İbrahim ve Ahmet beylerle çıktık, onlar bana bir cadde gösterdi. Gayet hareketli, alış verişlerin bol olduğu yer. Orayı gezmeye başladım, ara bir sokak buldum.
Ankara’da Ulusta Sulu Han’ın yanındaki nispeten ucuz satılan sebze-meyve sokağına benziyor. Oraları dolaştım. Sonra bir de ne göreyim, peş peşe oyun salonları. Girdim içlerine, aha şimdi anladım, sokakların niye bu kadar boş olduğunu!. Çalışmayanlar da burada. Onlarca oyun makinesi var ve hepsi dolu neredeyse. Müthiş bir gürültü, sigara serbest, kadın, erkek, her yaşta, ama çoğunluğu emeklilerden oluşuyor. Oyun oynuyorlar. Hadi bizim kahvelerde ortak oyunlar var, en az iki kişilik tavla, okey ve kâğıt oyunları dört kişi, birde onları seyredenler, sürekli bir muhabbet, tantana oluyor, bir nevi terapi ve sosyalleşme var yani, bütün olumsuzluklarına rağmen; ama burada herkes tek, yalnız. Oyunlarına bakıyorum, çocuk oyunları gibi yahu! Ne oluyor bu insanlara. Modernizm ne yapmış ve yapıyor bize! Arkadaşları çağırıp onlara da gösterdim, hayret ettiler.
Sempozyum alanına döndüm, Mete hocamın bildirisinin son anlarını yakaladım. Ona yarın seni ilginç bir yere götüreceğimi söyledim. Ertesi gün, sabah o caddeye götürdüm, saat on suları ve daha açılmamış, ama önlerinde gelmiş bekleyenler var iyi mi? Epey dolaştık yeniden, döndüğümüzde açılmış bir iki tanesinin içine girdik, bir önceki akşamüstü kadar kalabalık değil ama erkenden oturmuşlar başına makinelerin. Bir hanım, elinde sigara, yanında kolası harıl harıl oyun oynuyor. Yani bu gürültüye kafa mı dayanır ki? Sempozyumun son oturumu da bitti, sonra bir sonraki kongrenin nerede olacağı konuşuldu. Mogolistan başkenti Ulanbatur’da yapılması uygun görüldü. Isparta Üniversitesi de bir sonrakine talip oldu, ama önce İCAPA üyeliği gerekiyormuş. Neyse yemek ve namazdan sonra Kumamoto doğru yola çıktık.
KUMAMOTO: ASO YANARDAĞI, KALESİ
Bir dağ oteline yerleştik, orta dereceli bir yer, hemen aşağı inip geleneksel Japon yemeklerinin hazırlandığı mekâna gideceğiz. Şirin bir yer, dar bir koridordan geçiyoruz, kabinlere ayrılmış, ayakkabılar dışarıda, aileler içeride yemeklerini yiyorlar. Bize geniş bir salon ayrılmış, hasırla döşenmiş, bildiğiniz yer sofraları kurulmuş. Yani Sungurlu’da ve köyde hala kullandığımız tahta sofra altıkları, minderler. Yemeklerin özgün isimlerini soruyorum İshida’ya, baktım telaffuzda sorun var, yazıver diyorum.
Sashimi, Renkon, Osumashi Dango, Shouu, Toufu, Tenpura imiş, küçük kaselerde sunulan yemeklerin isimleri. Tamamı deniz ürünlerinden oluşmuş. İçinde tanıdıklarım, deniz börülcesi, kalamar, yosun, kuşkonmaz turşusu. Osumashi bir nevi çorba, altında ateş var, bizim kebapçılarda var ya, sıcaklığı korumak için ondan. İçinde deniz ürünleri ve mantar var. Balık ve deniz ürünlerini pirinç unu ile kızartmışlar, nefisti. Tek bir balık var, o temizlenmeden pişirilmiş, bizde kenarından kenarından yedik. Marmara Eğitimden Murat Bey vardı yanımda, deniz ürünleri üzerine ihtisası var gibiydi, o açıkladı ben yedim. Yani orada aç kalırsınız diyorlardı, ama galiba bir iki kilo alacağız bile, yürüyüş ve spor da yok, hoop niye böyle oluyor, dikkat et, yoksa… diyen de yok nasılsa!
Kaldığımız otele dönüyoruz, bazı arkadaşlar kaplıca suyuna girmek istiyorlar, ben tavsiye etmem çok yedik, biraz dolaşalım diyorum, ama bazıları gidiyor, biz dışarı çıkıyoruz, bizim Bolu dağı gibi bir yer, her taraf yeşillik, orman, temiz hava ve kaplıca suyu var üstelik. Serin hava, otele dönüyoruz. Bir de bakıyorum, millet kıpkırmızı geliyor havuzdan, ne iş deyince, yahu burada çıplak giriliyormuş, girdiğimizde kimse yoktu, sonradan biri geldi girmeden gitti, yetkililer geldi ve uyardılar: Ya çıplak gireceksiniz ya da çıkacaksınız dediler. Biz de çıktık tabiî ki dediler.
Ertesi sabah erkenden kahvaltı yapıp bir dolaşayım otel etrafında dedim. Golf arabaları dolu arka taraf. İnsanlar özel otoları ve servis minibüsleriyle geliyor ellerinde golf çantalarıyla. Benim ilgimi çeken, oldukça yaşlı kadınlar arabaları hazırlıyor, çantaları taşıyor, nasıl yani dedim. Neredeyse alıp çantayı ben taşımak istedim, ama gayet titiz ve dakik bir şekilde taşıyorlar. Genç adamlar, golf çantalarını, ki gayet büyük, onlara veriyor, kendileri sohbet ediyor, işte bundan hazzetmedim. Ne oldu şimdi o nezakete?
Arkadaşlar toplanıyor ve Aso yanardağına, daha yükseklere, çıkmaya başlıyoruz. Gayet dönenceli bir yol, ama keyifli gerçekten. Bir yaylayı gösteriyor Dr. Ishi, at yarışlarının olduğu yermiş, bahar da yemyeşil olurmuş. Aso yanardağının eteğine ulaşıyoruz, ama daha fazlaya gidilmiyor, çünkü çok sis var, ayrıca hareketlenme varmış yanardağda. Zaten çok soğuk, millet donuyor, orada alışveriş yapılıyor ve dönüyoruz şehre.
Uzakdoğu filmlerinde gördüğümüz kalelerden birine geliyoruz. Hakikaten muhteşem. Nimaro parkı içinde insanlar yoğa yapıyor müzik eşliğinde.1600 yıllarda yapılmış, giriş 500, içerdeki saray için 300 yen yazıyor. 70 yen 1 dolara tekabül ediyor. Haa oraya gidecekseniz kesinlikle ya buradan yen alın ya da otelde bozdurun, öyle dolarım, eurom var deyip güvenmeyin, asla ve asla kabül etmiyorlar. Haklılarda, Nagasaki ve Hiroşima da yapılanları görünce, niye kabül etsinler ki, doları doğrusunu söylemek gerekirse! Giriş kapısı muhteşem, dış kale kapısının önünde kocaman bir su arkı var, filmlerde görüyoruz ya, ilk engel burası. Sonrasında avluyu hızlıca dolaşıp, Hon-Maru Gaten sarayını geziyoruz, sadelik ve muhteşem dinginlik ancak bu kadar bir araya getirilebilir. Tabiî ki ayakkabılarınızı çıkartıyorsunuz, Mutfak, toplantı odası ki burası uzun ve dikdörtgen şeklinde, ara bölmelerle odalara da ayrılabiliyor. Çay salonu. her yer tahta ve duvarlarda harika yağlı boya resimler var. Tavanların süslemelerine diyecek söz bulamıyoruz.
Hızlıca merkezdeki büyük kuleye çıkıyoruz. Bizimkiler önceden çıkmışlar, hızlı olun diyorlar, İlhan hocam ve Mete kardeşim sürekli resimler çekiyorlar, geç kalmamızın nedeni bu yani, sanat aşkına. Tepeden seyrediyoruz bütün kaleyi ve ötesini. Hızlıca iniyoruz yeniden. Otobüse dönüyoruz, Alparslan hocam vakit kaybetmeyelim herkes nevalelerini çıkartsın diyor, bir hoş hava oluşuyor, çantalardaki yiyecekler dağıtılıyor. Akşam karanlık bastıktan sonra Fukuoka’ya geliyoruz doğrudan Hind lokantasına. Orada akşam yemeğini yedikten sonra alışveriş için büyük bir alışveriş mağazasına gidiyoruz. Bana göre buranın hiçbir özgünlüğü yok, sıradan modern bir yer. Zaten kimede doğru dürüst bir şey alamıyor çünkü yen kalmadı yanlarında, dolarda kabul etmiyorlar. Neyse biz caddelere aktığımız için almıştık bir şeyler. Mete hocam tedarikli gelmiş, birkaç arkadaşa yen veriyor.
Bu seferki otelimiz Fukuoka’nın Taksimi galiba, çünkü gecenin onu olmasına rağmen insanlarla dolu, her taraf hareketli. İşte burada biraz sıkıntı çekiyoruz çünkü son iki günlük harcamaların yen üzerinden yapılmasını istiyorlar, şirket yöneticisi ısrarlı, Dr. Ishii zor durumda kalıyor epeyce. Elinde yen olanlar veriyor, bazıları bankamatikten yen çekiyorlar, biz dolar olarak ödüyoruz ama epey geç olarak. Herkes son gün caddelere çıkıyor, ben Kazım ve Mete hocamla birkaç tur atıyoruz, metrosunu ve arka sokaklarda tamamen Beyoğlu’nun arka sokakları gibi geziyoruz, ama epey yorgunuz ya, gece yarısına doğru dönüyoruz otele.
11. Aralık sabah 10.30 uçağımız var, hava alanına geçiyoruz. Dr. Ishi, eşi ve eşinin hocası uçuş için iç kontrole kadar bizimle beraber oluyor, enerjisine hayran kalıyoruz. Gene özel menu getiriliyor uçakta, sandeviç ve meyve suyu. Kore Seul havaalanında bir saat bekleme yapıyoruz, orada milli kıyafetler giymiş sanatçılar Geleneksel Kore Standı önünde törendeler, herkes resim çektiriyor.
DÖNÜŞ: HER ŞEYİN BAŞI FELSEFE
Necati Öner hocam mantık dersimize girdi, aynı zamanda dekanımızdı da. Bir gün derste radikal arkadaşlardan biri, mantık ne işe yarar, zındıklıktır diye itiraz etti. Hoca güldü, “Mantık, beni profesör ve dekan yaptı, en azından bu işe yaradı, sizin yöneticinizim bak” diye gülerek cevap vermişti. Aklıma o geldi, evet her şeyin başı, bütün bilimlerin temeli felsefe, iyi ki büyük zihinlere yoldaşlık yapıyorum, bu sayede hem rızkımızı temin ediyoruz, hem de dünyayı görüyorum diyorum. Fukuoka herkes yanında bir arkadaşın olmasını istemişti bilet kesiminde, ben hiç sesimi çıkarmamıştım. 3’lü koltuk da yalnız ben! Giderken Jane Eyre’yi seyretmiştim, şimdi tamamen Uzakdoğu filmlerine bakacağım, sohbet edeceğim kimse de istemiyorum zaten, seyreder, araları açar uyur giderim dedim. (Jane Eyre’yi yazdığım kısım, 14 Aralık günü www.corumhakimiyet.net ve www.haberlotus.com da çıktı, o günkü Zaman gazetesine bir baktım, aynı film hakkında geniş bir tanıtım yazısı vardı, tevafuka bakınız.)
Yemek servisinden sonra alt yazı olmadığı için bildiğim bir filmi açtım: “Bir Geyşanın Hatıraları” Ama biraz sonra uyuklamaya başladım. Hemen yattım iki seksen, bi güzel uyuşumum ki sormayın. Mete bey gelmiş, bakmış ulan ne şanslısın, resmen yatak yapmışsın, üzerinde battaniye, uyandırmaya kıyamadım dedi. Kalktım, Blind diye bir Kore filmini başlattım, bunlarda alt yazı var, biraz seyrettim sıkıldım. Yahu şöyle romantik bir şey yok mu diye baktım şunu gördüm: Home Theatre: My First Love Story
İyiymiş buna bakayım, nasılsa herkesin böyle bir tecrübesi var diye başlıyorum seyretmeye. Anaa bi baktım, Sokrates emminin yöntemi, Kafka, Camus deniliyor, müzakereler yapılıyor. Topu topu 60 dakikalık filmi iki misli zamanda bitirdim, çünkü altyazıyı okuyamadığım yerleri ya da o harika mimikleri görmek için tekrar geri sarıyorum. Çanta yukarıda bende notları önce biletlerin konulduğu kağıtların arkasına, ardından önümdeki hava kese kağıdına o da dolunca önümdeki uyarı kağıtlarının arkasına yazmaya başladım. Mete hocam geldi, dur ağam, biraz sonra gelirim dedim.
Küçük bir kasabada lise, güzel ve çalışkan kıza âşık; bir tembel bir genç. Gayet klasik değil mi, kızı her gördüğünde garibin eli ayağına dolaşıyor, çünkü ona ulaşması imkansız. Zaten kızın yanında çalışkan bir oğlan var. Müzik dersinde korkunç sesinden dolayı herkes gülüyor, iyice rezil olduğunu düşünüyor. Kafa bir arkadaşı var, yahu ilgisini çekecek bir aktivite yap, müzik kulübüne üye ol, gitar çal mesela diyor. Kız, felsefe kulübünde, oraya da üye oluyor ama ne okunanlardan ne tartışılanlardan bir şey anlamıyor ki.
Müzik kulübünde hemen arkasında oturan bir kız var, bir tek onun adını yazacağım, Hyean-yu, ona ilgi duyuyor gibi, parmaklarını nasıl kullanacağını, neler yapması gerektiğini gösteriyor sevimli ve sevecen bir şekilde. Oğlanın evinde ailevi sorunlar var, anne ve baba kavgalı, bütün gücüyle gitara asılıyor, kızın gösterdiği şekil üzere çalışıyor. Müzik dersinde gitarı ile çıkınca öğretmeni bile gülüyor ne alaka şimdi der gibi. Ama bir parça çalınca donuyor kalıyor, hemen onu düet yapmaya yöneltiyor. Düet günü geliyor, müzik kulübündeki arkadaşı da geliyor, niye haber vermedin bana diye, neyse bizimki sevdiği kızı görünce salonda eli ayağına dolaşıyor ve tabiî ki hiçbir şey yapamıyor, bu sefer bütün salon gülüyor. Üç kişi hariç, öğretmeni, kankası ve Hyean-Yu.
Yu ertesi gün kulüp odasına geliyor, bizimki çalışıyor, rezil oldum diyor, yoo diğer arkadaş sana uyum sağlayamadı diye tebessüm ediyor, hadi Feste Laireni beraber çalalım diyor, yahu bunu çalabilmek için ben ne kadar uğraştım biliyor musun, ne öyle hemen bir iki ayda geçtin bu parçaya diye tebessüm ediyor.
Ama öğretmeni de pes etmiyor, birkaç gün sonra çağırıyor, eline gitarı veriyor ve git çalışmaya devam et, git, beni kızdırma diyor tatlı sert bir şekilde. Bu yöntemi bir yerlerden hatırlıyorum ama nereden?
O sevecen, neşeli ve başarılı olduğunu gizleyen, bilmediğini bilen o hanım kız, akşama gitar çalacağım, gel kim kötü çalıyorsa diğerine yemek ısmarlasın diyor, ama bizim hıyar, oralı bile olmuyor, yarın önemli bir işim var diyor. Felsefe kulübünde tartışma var ya, oraya gidecek. Kankası ulan bırak artık, başka kız mı yok, bak hiç ciddiye bile almıyor, bakmıyor bile sana diyor. Hyean-Yu telefonunu verdi, ara şunu diye kızıyor ama bizimkisi kütüphanede felsefe kitapları arasında kayboluyor. Aramıyor tabiî ki. Bu arada yalakalık yapacak ya kıza, felsefe kulübünde tartışmaları izliyor, Camus, Kafka, Dostoyevski üzerine rakip olan ve sevdiği buz gibi kız, konuşuyorlar, bu bir kez söz almaya çalışıyor gene afallıyor, gene gülüşmeler
Hyean-Yu ertesi gün tekrar tedaviye geliyor, bozuk kafayı. Kütüphanede buluyor ve birden dürtüyor, ne iş, hadi gel dışarı çıkalım diyor, herkes ona bakıyor, o mahcup bir şekilde çekip çıkarıyor kütüphaneden, hadi yemek yiyelim diyor, kantine gidiyorlar. Ne bunlar böyle diyor, hiç anlamıyorum ki ben diye şikayet ediyor. Dikotomi felsefesi, iyi-kötü, suç-ceza, rasyonalist devrim, yabancılaşma kavramları arasında boğuluyor garibim, birkaç beden büyük geliyor ona. Oysa bunları millet, kitaplar üzerinden konuşurken, kankası yaşıyor, yalnızlığı, yabancılaşmayı, evrene atılmışlık duygusunu ama ciddiye alan yok ki.
Kız, oğlanın en son okuduğu Castle üzerine soruyor, oğlan bunun hiçbir anlamı yok, diyor. Kız, işte cevabı bu, deyince afallıyor. Kale, sistemi temsil ediyor, çıkışı yok yani. Kaleye girmenin anlamı yok ki? Nasıl yani diye soruyor çünkü kız, öyle diğeri gibi ağır, soğuk nevale, sürekli ders çalışan biri gibi durmuyor, cıvıl cıvıl, gülüyor eğleniyor, gitar çalıyor. Kardeşim biraz alman edebiyatı okudum, ondan duyduğuma göre diye kitaptaki temel felsefi tezi söylüyor.
Eve gidiyorlar, ona epey felsefe kitabı verince, oğlana ilk defa jeton düşüyor, yooo benim hiç işim olmaz bunlarla, bana öyle bakma, diye geçiştiriyor. Ertesi günkü felsefe toplantısına kasıntı kız ve oğlan büyük laflar söylüyor, bizimki Hyean-Yu’dan duyduklarını söylüyor, herkes şaşkın, hoca da. Çıkışta kasıntı kız tebrik ediyor, o da adını söylüyor, biliyorum deyince dünya onun oluyor. Hemen randevu istiyor, kızla buluşuyorlar, telaşlı mı telaşlı, ne diyeceğini şaşırıyor garibim. Seni seviyorum diyor bağırarak. Kız sanki buz, bu sene önemli bizim için, üniversite sınavlarına hazırlanmamız lazım diyor ve gidiyor, iyi mi! Oğlan mosmor.Çünkü sınıfın en arkasındakilerden!
Bir iki gün sonra oğlanın solo konseri var, harika çalıyor, öğretmen ve arkadaşları tebrik ediyor. Hyean-Yu elinde bir çiçek demetiyle geliyor, buz gibi kızın yanına oturuyor, meğer ortaokul diyelim oradan arkadaşlarmış. Herkes bizim oğlan ile Hyean-Yu birbirine yakıştırıyor, o zaman buz kız, biraz bozuluyor. Bizimkisi oralı bile olmuyor, gayet neşeli keyifli sohbet ediyor, çünkü oğlanın durumunu ona nasıl aşık olduğunu biliyor.
Ertesi gün kütüphanede ders çalışmaya çalışan oğlanı alıyor ve dışarı çıkarıyor, şu teoremleri bana bir anlat diyerek. Sonra bakıyor ki oğlan, kız ona öğretiyor. Ama bizimkisi ha bire düşük not alıyor, iflas olmaz tembel yani. Kız, temel bilgileri özetleyip getiriyor, bunlara bak, sonra bana anlatırsın diyor ve sıkı bir çalışma maratonuna sokuyor oğlanı, oyun ve eğlence ile. Nerede yakalarsa çalıştırıyor, çalışma bahanesiyle. Ümit var ol, korkmak geri çekilmek yok diyor. Birden sınıfta notları yükseliyor gencin, herkesin ilgi odağı olmaya başlıyor ve Seul Üniversitesini kazanıyor.
Hyean-Yu, sanki tesadüfen evlerinin yanındaymış gibi sabah karşısına çıkıyor, tebrik ediyor, bende Kore Üniversitesini kazandım diyor,oğlan; keşke bilseydim bende aynısı yazardım, aynı kulüpte gitar çalardık deyince, garibim umutlanıyor, ama benim randevum var gitmem gerek diyor. Buz kıza gidiyor, oturuyorlar kanepede, oğlan bu sefer biraz daha rahat bir şekilde, seni arayabilir miyim, bak üniversiteyi de kazandım diyor. Ama kız, buz ya, özür dilerim diyor ve kalkıp gidiyor, oğlan bir kez daha mosmor ama o kadar bozuk değil, her şeye rağmen teşekkür ediyor kıza, hiç oralı bile değil, çekip gidiyor. Duvarın öbür yanında Hyean-Yu için için ağlıyor.
Göl kenarında birkaç gün sonra buluşuyor, oğlan bir sigara çıkarıyor yakmak için. Ağzından alıyor gülerek, yok öyle sigaraya başlamak, benim yanımda sigara içmek yok diyerek. Oturuyorlar bir kanepeye, oğlan boşluk içinde olduğunu söylüyor, niye yapacak şeyin mi kalmadı diyor. Kız dinliyor sonra yekten soruyor, yahu ben becerikli bir kızım. Gitar çalıyorum, zekiyim, bak üniversiteyi bile kazandım diyor gülerek. Sanki oğlanı çaktırmadan maratona sokup, o tembellikten kurtarıp üniversiteyi kazandıran o değilmiş gibi. Yüzüm de güzel, niye benimle ilgilenmiyorsun diye?
Oğlan şaşırıyor, afallıyor, bu kadar zor mu, ya evet ya hayır diyeceksin diyor. Ağa, su üzerinde taş kaydırıyor ve “Sen benim için fazla iyisin! Demez mi?
Bu ret anlamına geliyor değil mi, diyor gayet üzgün olarak. Yağmur altında otobüs durağına yürüyorlar, bende geleyim mi diyor oğlan. Yok, otobüste ilk tek oturan gencin yanına oturacağım ve benimle çıkar mısın diyeceğim, unutma denizde tek bir balık yok, diyor. Otobüs geliyor, biniyor, arkaya oturuyor, önünde ikili koltukta yalnız oturan genci gösteriyor, o muhteşem sevimliliğiyle ve el sallıyor!
İyi olmalıyım diyor kendine, gözlerinden yaşlar süzülüyor. Meğer bir sabah erken kalkıp balkonda spor yaparken gazete dağıtırken görmüş oğlanı, o andan itibaren ilgilenmiş, sevmiş onu. Atamadığı mektuplar yazmış, okulda geçen bütün anılarını yaşıyor tek tek. Salak oğlan anlıyor yaptığını, otobüsün arkasından koşuyor ama kız gitti. Sonraki günler, onunla gezdiği her yeri tek tek dolaşıyor, hatıralarını, gülümsemesini, şakalarını hatırlayarak. En son müzik kulübüne gidiyor oradaki tahtada kanepede oturan bir oğlan var, altında da bir yazı. Aptal diyor. Oğlan da altına yazıyor, evet ben bir aptalım diyor, hatasını anladığını belirtiyor. Kız onu görünce, zarif elini ağzına götürüyor ve o muhteşem tebessümüyle birlikte. Bence, en önemli kare, bu sahne, anlatılmaz yani.
Aha öbür buz kıza mı ne oldu? Film zaten onun ölüm haberiyle başlamıştı. Seul Üniversitesi yurt odasında bizim oğlan çalışırken uyuyup kalmış, bir telefon geliyor ve diyor ki arkadaşı, hani şu sizin oradan gelen çalışkan kız var ya, o trafik kazasında ölmüş diyordu. Öyle başlamıştı zaten film.
Evet, benim içinde oldukça verimli ve güzel geçen bir yol hikayesi oldu bu. Film de bu yolculuk için “hitamu’l-misk” oldu vesselam.
6-11/2011 Fukuoka/Japonya
17/12/2011. Çorum/Turkiye
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık
– Haber Lotus –
HLotus