Bilmek, vazgeçilmez bir beşeri iştahın hulasası ve devamında varoluşsal bütünlüğümüzün idraki için müracaat ettiğimiz ezeli ve ebedi istasyon. Ancak bilmek, bize yalnızca ontolojik bir anlam bütününün penceresini açmaz belki daha önemlisi ardiyesinde taşıdığı ciddi bir anlama faaliyetinin neticesi olarak vicdani bir sorumluluğun dayanılmaz sancılarını yaşatır. Öyle ki hiç kimse müşahede ettiği bir cinayete karşı vicdanının haykırışına kayıtsız kalamaz. Cumhuriyet tarihinin temel sorunlarının arka planına baktığımızda da fark edeceğimiz en önemli noktalardan birisi aslında esas itibari ile birbirimize ait ciddi bir bilgi yoksunluğudur.
Türk siyasi tarihinin serancamında, kurucu felsefenin “dışarlıklı” olarak kabul ettiği gruplar/“mahşerin dört atlısı”; (kürt, alevi, Müslüman-muhafazakar kesim ve gayri Müslimler) ne yaşadıkları trajediyi resmi ideolojinin modernist dilinin fevkine tahvil edip birbirlerine anlatabildiler ne de birbirlerini anlayabildiler. Türk siyasi tarihi incelendiğinde ya bütün bu unsurların birbirlerinin dertlerine ne kadar bigane kaldıkları ya da devletle konjonktürel bir yakınlaşma çerçevesinde kendi “tekinsiz” kimlikleri ile yaşamış oldukları “öteki”lik haletinden kurtulmanın verdiği haz ile diğer “öteki”lere karşı ne kertede keskin olabildiklerinin numuneleriyle karşılaşırız. İlk bakışta bir demokrat için çok anlamsız gelen Türkiye’deki bu sürecin aslında temelde çok anlaşılır bir nedeni vardır; çünkü aslında hepimiz modernist milliyetçi zihniyetin Kemalist dili ile düşünüyor ve konuşuyoruz.
Türkiye’de modernist milliyetçi zihniyetin anlama ile ilgili ilk eylemi kategorize etmektir. Buna göre kişilerin neyi, nasıl veya ne şekilde ifade ettiği değil, önce “ne”liğinin önemi vardır. Yani öncelikle sizin kürt meselesi ile ilgili ne söylediğinizden ziyade kürt olup olmadığınızın mesele edilmesi gibi. Aslında temelde baktığımızda insanlar için elbette “ne” sorusu ve cevabında gerçekleşen tanımlayıcı durum önemlidir. Çünkü insanlar simgeleri öncelikli olarak geçmişlerinden gelen belirlenimleri ve toplumsal ilişkileri çerçevesinde şifreleyerek bu kodlamalardan kendilerince en anlamlı bütünü oluşturmaya çalışır ve karşılaştıkları duruma yönelik bir anlama çabası geliştirirler. Fakat modernist zihniyet genellikle bu anlama kalıplarını oldukça keskin devletçi çerçevelerle belirleyerek yorumsamacı yaklaşıma ve çoğul gerçekliğe kendisini kapatarak mutlak hakikatin keşfedilmiş dili ile mütemadiyen “aydınlatma” çabası içinde karşılaştığı durumlarla tek yönlü bir ilişki kurarken, karşısındaki kişi ile ise bir diyalojik dilden ziyade monolojik bir dil üzerinden münasebet kurar. Çünkü bu süreç öğrenmeye dayalı, bilgeliğin kadim duruşu olan “kendini bil” felsefesinin edep anlayışından nasiplenmemiş, ancak karşısındakine haddini bildirmeyi şiar edinmiştir. Yine modernist dil hakikati keşfetmiş olmanın iştihası ile mütemadiyen kendi gerçekliğini karşısındakine dayatan, yalın ve kesif daha otoriter bir çerçeve taşırken, diyalojik dil ise kendisine ait gerçekliğin sürekli nakıs bir bütünlük taşıdığı bilinci ile yanılabileceğini ve karşısındakinin bu eksikliğini fark etme konusunda kendisine yardımcı olabileceğini varsayan ve yalın bir dile nispetle kökü hubb (sevgi)’dan gelen muhabbet (konuşurken sevişmek) dilinin işteşli eylemliliği çerçevesinde, daha polarize ve muhabbetin bizatihi kendisinin öğrenmeye dayalı bir süreç olduğunu kabul eden demokrat bir öz taşır. Öyle ki, muhabbet dili modernist milliyetçi dilin merkezci ve tekleştirici dünyası karşısında yerlinin alabildiğine insana, yaşama dokunan sıcaklığı ve sahiciliği ile “öteki” ya da “başka”nın kendisi için varoluşsal bir zorunluluk olduğu bilincinde “başkasına cennet” diyen bir öncelemeyi özgürleşmesinin imkanı kabul eder. Daha doğru ifadeyle diyalojik temrinlerin neticesinde “öteki” ile hasbihal içinde olma durumu, farklıya kapılarını sonuna kadar açan bir diyalog ile mümkündür; zira dil ve gerçeklik birbirini karşılıklı olarak aydınlatırlar. Ve bu yolla da kişi kendini siyasal belirlenmişliklerinin karşısında şimdinin sınırlılıklarından sonsuza taşıyacak umuda yani ebedi eksikliğinin tamamlayıcısı olan “öteki”ne sarılır. Böylece kimliğin diyalojik karakterini yani; bir kimliğin varolma imkanlarının büyük ölçüde o kimliğin muhatap olduğu “yeterli miktarda öteki”nin rızasına ve onayına bağımlı olduğunun da bilincindedir (A.Turan Alkan). Ama Türkiye’deki hegemonik söylemin modernist karakteri tam da bizi bu hal atmosferinden koparıp kendi kategorik algı dünyasının mahkumu kılmakta ve birbirimize karşı yabancılaştırmaktadır. Ve zaman sonra biz aslında sisteme karşı muhalif bir dil kullandığımızı düşünürken dahi farkında olmadan kendi hakikatimizi bu modernist/Kemalist dilin beşiğinde büyütmektediriz.
Böylece toplumsal belirlenmişliğin hegemonik dili sizi kuşatırken adeta “söylemle oyun olmaz” diyerek, devletin ideolojik aygıtları (en önemlilerinden biri ders kitapları) marifeti ile imgelem dünyanıza egemen olur. Bu noktada “söylem, yalnızca kavgaları veya baskı sistemlerini açıklayan şey değil, ama onun için, onun vasıtası ile mücadele edilen şey, ele geçirilmek istenen şeydir” (M.Foucault).
Modernist zihniyet daha henüz bir millet yaratma sürecinde söylem üzerinde bir “biz” ve “öteki” kategorileri inşa ederek resmi ideolojinin belirlediği ölçüde bir vatandaşlık teklif eder. Tam da bu çerçevede Türkiye’deki resmi söylemin modernist milliyetçiliği ve bu dil üzerinden yarattığı sınıfsal ilişkiler aslında mağduriyet katında kurucu vatandaşlık potasının imtiyazlılığı dışında kalan bütün unsurları birbirleri ile eşitlemektedir. Cumhuriyet ile birlikte ulus devlet inşa edilirken var edilen modernist milliyetçi söylem çerçevesinde kişiler doğuştan bir vatandaşlık sahibi olamazlar. Buna göre, vatandaşlık doğuştan değil, ancak “edinilerek” elde edilecek bir “hak ve özgürlükler” manzumesidir. Böylece artık kendisi üzerine düşünme ve söyleme kabiliyetini kaybetme noktasına gelmiş bir toplum ise nesneleşmeye ve belirlenen olmaya mahkum kılınmıştır. Ve artık kendi geçmişi (daha geniş anlamda “zamanla”) ve “başka”larıyla ilişkisini ise biçimlendirilmiş bir tahayyül içinden kurmakta ve otonom olmayan bir varoluşa indirgenmektedir (N.Toker Kılınç).Yani sizin, resmi ideolojinin/Kemalizm’in hegemonik dili içinde kendi varlıksallığınızı ne ölçüde kurduğunuzdur, vatandaşlığınızın ölçütü. Böylece de bu söylemi benimsediğiniz ölçüde artık “makbul bir vatandaş” olma hakkına erişebilirsiniz. Elbette bu meyanda kimliksel pozisyonunuz bu vatandaşlığı elde etmeniz açısından sizi ayrı bir tekilliğe ve bu edim sürecinde kategorik belirlenimciliğin tahakkümcü ilişkisi çerçevesinde tekinsiz bir “öteki”liğe mahkum kılabilir. Daha doğuştan edinilmiş bir “tekinsiz” kimlikle (Ermeni, Kürt, Alevi v.b.) yaşamak ise aslında hayatınızı otoriter zihniyetin yarattığı söylem karşısında verili kimliğinizin belirlenmiş “tekinsizliği” ölçüsünde trajik bir direnmeye ya da yine aynı zihniyet karşısında feda ile veda edeceğiniz “tekinsiz” kimliğinizden, çoğunluk kimliğine karışma temrinlerinin küçük oyunları içinde bir adanmışlığa ya da aslında şizofrenik bir “yaralı bilince” sürükleyebilir. Ve yine devamında ise Lacan’cı bağlamda öznenin parçalanan bilinci kendi gerçekliğinden ziyade sunulan gerçekliğin bir nesnesi olmak durumundadır.
Belki bu noktada önemli olan ise resmi ideolojinin modernist söyleminin bu kadar kapsamlı bir “öteki”ye sahip olmasına rağmen nasıl olup da halen hegemonik iktidarını devam ettirebildiği ve toplumun otonom bir varlıksallık kazanamadığı meselesidir. Aslında bunun temel sebebi ise bahsi geçen “öteki” unsurlarının modernist bir dil içinde muhalefet ettikleri ölçüde resmi söylemin hegemonyasını yeniden ürettikleri gerçeğinde yatmaktadır.
O halde nasıl bir dil ?
Hitler Almanyası’nın yaşattığı vahşet üzerine iki Yahudi kökenli ismin değerlendirmeleri büyük önem taşır. Çünkü bu isimler yaşanan vahşetin anatomisini mümkün olabildiği ölçüde ciddi bir serinkanlılıkla tahlil etmeye çalışmışlardır. Bunlardan biri 20. yüzyılın en önemli filozoflarından Hannah Arendt, diğeri ise Uygarlık Tarihi konusunda ilk referans isimlerden olan Norbert Elias’dır. Elias, tıpkı Türkiye gibi uluslaşma tarihini geç tamamlamış ve alttan gelen bir yaklaşımdan ziyade üstten Junker’ler (asker ve toprak sahibi) tarafından var edilen ve özünde – tıpkı bizde olduğu gibi- militarizmin egemen olduğu bir ulus örneği olarak Almanya’yı ve ulus devlet sürecini mealen şöyle anlatır; ulus devletin üyeleri açısından, bir ulusa ait olmak ve başka hiçbirine ait olmamak, anlam ve değer kazandıran bir şeydir. Bu çerçeve içindeki insanlar, bireysel hayatlarının anlam ve değerlerinin son kertede, ülkelerinin bütünlüğünün korunmasına ait olduklarını düşünürler. Ve bu bütünlüğün yıkılması korkusu, her zaman toplumlara belli bir dil çerçevesinde aktarılarak korku haleleri etrafında sorgulanamaz bir ulus devlet iktidarında kenetlenmiş bir korku toplumu yaratmaya imkan verir. Bunlar tek tek ulusların kendi içsel ortak inanç ve ideallerinin abartılması ve yine devamında ortak korku nesneleri olan “iç ve dış düşmanların” sık sık toplum zihnine zerk edilmesi ile daha da kuvvetlendirilir. Nihayetinde bu korku nesnelerine karşı var edilen ötekileştirici dil egemenliğini kurduğunda ise artık medeniyet gerilemeye başlar, ve kendi çöküşünü hazırlar.
Siyaset İçin Yeni Bir Dil Olarak Hrantça
İş bu noktada alternatif bir dil, söylemin bütün stratejik imkanlılıklarını içinde barındıran, karşısındaki ile kendi trajik mazisi içinden değil, “öteki”nin mağduriyeti ve anlam dünyası üzerinden bir dil kurmayı deneyen ve kendi meramını kin ve nefretin bakışlarına boğmayan ancak olduğu gibi vicdanın inkar edilemez evrenselliğine gönderme yapan ve “muhabbetin kendine has bir dili olduğu bilincinde” (Ferhat Kentel) kategorize edilmemiş daha kapsayıcı bir bütünlükte var edilebilir. Ayrıca salt söylem de kendi başına anlamlı bir bütünlükle muhatabını karşılamaz ancak eylemle ile birlikte karşısındakinde bir gerçeklik uyandırması mümkün olabilir. Çünkü ancak eylemle içre bir söylem bir başkasının yaşamına dokunabilir, boşluktaki sessizliğine ses olabilir ve çapraz bir sorumluluk dünyasına götürecek cennetin taşlarını döşeyebilir. Mesela zaten kimliksel mağduriyeti her halinden belli olan bir başörtülünün tam da “başka”sının (alevi, kürt, ermeni) derdi için figan etmesi gibi. Çünkü bu eylemlilik içindeki başörtülü aslında tam da bu durumda özgürleşmeye başlayacaktır. Rosa Lüxemburg’un dediği gibi özgürlük ancak başkasında başlayan bir şeydir. Böylece başörtülü kendini kurucu iktidarın modernist milliyetçiliği ile eklemlemeyip farklı olanla temas imkanlarını arayacak ve dışlayıcı iktidarın kendisini bir kültüre indirgemesinden sıyrılarak farklının da kendi yerelliğini muhafazası için onunla birlikte siyasallaşarak yerliliğini yeniden üretme imkanlarını arayacaktır. Yine bu bağlamda bir diğer örnek olarak da Kürtleri ve Kürt meselesini ele alabiliriz. Buna göre bir Kürt’ün geçmişinde yaşadığı trajedisinden özgürleşerek ve o acıyı nefretin diline değil, yıllardır onun halinden aslında bihaber olan ve kendini inancı bağlamında hak temelli bakmakla belirleyen Müslüman-muhafazakar birine, Diyarbakır cezaevinde ramazanda oruç tutan Felat Cemiloğlu’na yedirilen dışkıyı ve sonrasında dişlerinden bu dışkının izlerini çıkaramadığı için bütün dişlerini teker teker sökmek zorunda kaldığını anlattığınızda herhalde bunu dinleyen ve artık “bilen” bir vicdanın sizin acınıza bigane kalacağını varsayamazsınız. Ve yine bu muhabbet dilinin en somut örneği olarak ise Hrant’a yüzümüzü çevirmemiz aslında bu muhabbet dilini anlamak için belki kafi gelecektir. Çünkü O, yerelin “tarihsel dip akıntısına” değerek söylemini inşa ederken, aslında bu modernist dille nasıl mücadele edileceğini de bize gösteriyordu. Çünkü O’nun için yaşama coşkusu, farklı ile hemhal olma, zamanı ve mekanı, yani tarihi ve toprağı paylaştığı bezm-i alemin acısını, özgürlük ateşinin yakıcılığı ile sevincin sahiciliğine dönüştürmektir. Ve yine O, doğuştan edindiği kimliği ölçüsünde, bu kimlik sahipliğinin neredeyse varoluş sebebi sayıldığı trajedileri, karşısındaki muhatabına aktarırken dilinden muhabbetin mürekkebi damlıyor ve mesela “Artık Türklerin, Ermeni soykırımını reddederken gösterdiği onurlu davranışı anlamalıyız, çünkü onlar dedelerinin böyle bir şey yapmış olacaklarına inanmıyorlar” diyerek herkesin en sahici yerine, vicdanına dokunuyordu. Böylece, inandığı hakikatler uğruna dile hakim olmayı, onu vicdanının sesi yapmayı ve “kalp ile akletmeyi” bize hatırlatarak muhabbet bağının bağbanı olmuştu. O’nun için muhabbet, kabz olmuş bir ilim ehlinin, münzevi ya da zühdane yaşamı değil, bir yaşama atılımı (elan vital), bir çocuksu çılgınlıktı.
Sonuç olarak; modernist milliyetçi dilin esaretinden kurtulup, bu dilin ev sahibinin biz misafirlerine yaptığı acıyı anlatacak bir dil inşa edemediğimiz, Hrantça konuşmayı öğrenemediğimiz takdirde sürekli birbirimizin yaralarını kanatarak, bu hegemonik söylemin yeniden ve yeniden üretiminin birer parçası olmaya devam edeceğiz.
Mehmet Ali Güveli
– Haber Lotus –
HLotus