Birinci Dünya Savaşı’nda kadın birçok ülkede çalışma hayatına girdi. Erkek emeğinden boşalan yerleri dolduran kadınların cinsiyetle ilgili kimlikleri değiştirdiği söylenebilir. Erkekler geri döndüklerinde kadınların evlerine dönmeleri istendi. Savaştan sonra kadınlar evlerine ya da ev hizmetçiliğine dönmeyi reddettiler ise de 1929 yılı dünya ekonomik bunalımında yüksek işsizlik oranları nedeniyle hükümetler kadınları işgücünün dışına sürdü. Ancak bu tür politikalar uzun dönemli ve kalıcı süreçler oluşturmadı. Bunun belli başlı nedeni kadın işçilerin ücretinin erkek emeğinin ücretinin yarısı olması idi. 1930’dan itibaren erkek işçiler kadın emeğinin kendileriyle eşit ücretlendirilmesini istemekteydiler. Kadınların daha az ücret alması erkek iş güvencesini tehdit etmekteydi. 1936’da kadınların çalışmasını engelleyecek kısmi engeller getirilmeye çalışıldı ise de 2. Dünya Savaşı’nda kapitalizm, kadınları silâh fabrikalarında istihdam ederek emek açığını giderdi. Savaş endüstrisinin kadın emeği ile ilgili istismarını Almanya’nın en büyük silah fabrikası olan Essen’deki Krupps tesislerindeki pratikten görmek mümkün. Bu tesislerde 1911 yılında kadın işçi yokken, 1914 yılında 11.000 kadın işçi çalıştığı ifade edilmiştir. Sanayileşme kadın emeğinden dehşetli kârlar elde etmekteydi. 1945 sonrası itibariyle kadın emeği kapitalizm için hem emek arzının çoğalması (ücretlerin düşürülmesi) ve hem de tüketimin canlandırılması için kamusal alana çıkması gerekli bir kaynaktı. Bütün dünyada çekirdek ailenin yaygınlaşması ve geniş aile sistemlerinin çözülmesi yönünde bir hareket/ geçiş yaşandı. Bu geçişin temelinde sanayileşme/ kentleşme talepleriyle birlikte tüketim modeli içinde modern kültürün yayılması iradesi aramak gerekmektedir. Tüketim nesneleri üzerinden tercih edilen hayat biçimleri geleneksellikten arınma eğilimine dönüşmekte, toplumun eşya modernleşmesi anlayış ve yönelimini içermiş görünmektedir. Modernleşme, tüketim kültürü şeklinde ailenin hem kendisine ve hem de yapısına etki etmektedir. Modernizmin kadın üzerindeki etkisi ile hem geniş aileden çekirdek aileye geçilmiş oldu ve hem de erkeğin kadın üzerindeki belirleyiciliği sona erdirildi.
İşçi sınıfı hareketi artık dağılmıştır ve bu çözülme sürecinde orta sınıflar kendilerini “sınıf çatışmaları” açısından tanımlamaktan vazgeçmişlerdir. “Sosyalistlerin ve anarko- sendikalistlerin inançlı bir biçimde umduklarının aksine, işçi sınıfı radikalleşemedi, aksine tam anlamıyla sanayileşti. (…) bir sınıf olarak proleterya, bir sınıf olarak burjuvazinin amansız düşmanı değil, tıpatıp benzeri haline geldi. (…) işçi sınıfı gelecek toplumun gelişen “embriyosu” değil (…) kapitalizmin bütünü içinde basit bir organdır” (Murray Bookchın, Toplumu Yeniden Kurmak, Metis, 1999: 135). “İşçi sınıfı, kapitalist sistemin içinde iş, yüksek maaş, kısa çalışma saati, daha iyi çalışma koşulları gibi dar taleplerle bütünleşti” (Murray Bookchın, Toplumu Yeniden Kurmak, Metis, 1999: 135). Kapitalizmin proletaryayı evcilleştirmesinin arka planında iyi ücret alan işçilerin, düşük ücret alan işçilere göre daha imtiyazlı konuma gelmesi yatmaktadır. Proleterya kendi içinde parçalanmıştı. Ancak bu konumun elde edilmesi, kadının iş hayatında daha öncelikli bir istihdam unsuru haline getirilmesiyle mümkün oldu. Emma Goldman’ın “Dans edemeyeceğim bir devrim istemiyorum” sözü, “duyuların özgürleşmesini” ve tenin haz peşinde tatminini kutsamaktaydı. Gerçi Goldman, bu sözü 1917 devriminin artık karşı- devrim haline geldiği yargısından hareketle ifade etmiş olsa da, kadının kamusal alanda haz, tüketim, konfor arayışının bir öznesi (ve kimliği) olarak konuştuğuna da işaret sayılabilir.
Nitekim Sombart’a göre de Feodal Avrupa’yı burjuvalar lehine değişime zorlayan şey “kadının değişmesi” idi. “Eskiden yaşıtlarınca alaya alındığı için mutlu olamayan genç bir erkeğin, evli bir kadını baştan çıkartması saygı değer bir davranış sayılmaktaymış” (Sombart, Aşk Lüks ve Kapitalizm, Bilim ve Sanat, 1998: 76). “Alımlı kurtizanların türemesiyle doğru dürüst kadının, yani: namuslu kadının zevklerinin de kokotluk yönünde etkilenmesi (…) önemlidir (…) Toplum içindeki namuslu kadın, büsbütün devre dışı kalmamak için, dönüp dolaşıp metresle rekabete girişmelidir. Bu da istediği kadar namuslu olsun, toplumdaki her kadının uyması gereken bir takım kültürel asgari koşulları yaratır. Böylece Femme honnête (namuslu kadın) açıkçası ilk kurtizan tarafından, yıkanmaya zorlanmıştır. Marieu de Romieu, Instructions pour les Jeunes filles [Genç Kızlara Talimat]ında kadınlara, kendilerini temiz tutmayı öğütler (16. yüzyıl): ister salt kendisi için olsun, isterse eşi için” (Sombart, 1998: 84). Değişen algı, yoğun lüks talebinin hastalık gibi patlamasında ve hastalıklı yaşam tarzının yeniden biçimlenmesinde rol oynamıştı. Lüksün gelişimiyle kadın değişimi arasında birebir ilgi gören Sombart’a göre “kadın, lüksü kendi yanına çekiyor” (Sombart, 1998: 131). Lüks talebinin nesnelleşmesi kapitalizmin gelişmesi için esaslı bir öneme sahipti. (Sombart, 1998: 132). “Artık bu dünyanın egemenliği (…) dişinin eline geçtiği için, lüks talebini doyuracak (…) tempo (…) arttırılmıştır. Kadın bekleyemez. Kadına âşık olan erkek ise hiç bekleyemez” (Sombart, 1998: 133).
Sombart, kitabında burjuvanın gelişim tarihi üzerine bir çok istatistik verir ve iç çamaşırı lüksü, mutfak eşyaları lüksü, konut lüksü, mobilyalar, sürmeli pencereler, vs. için büyük paralar harcandığını gösterir. “Ekonomik kalkınmanın yandaşları, aynı zamanda ateşli bir lüks taraftarlarıydı da” (Sombart, 1998: 153). Servetin el değiştirmesi için lüksün toplumca benimsenen bir kültür halinde kavranması kaçınılmazdı. Eski asilzadeler debdebeyi sürdürebilmek için burjuva kültürünün verimlerini almakta ama borçlanmakta idiler: “Modern kapitalizmin oluşmasında lüksün katkısı çeşitli biçimlerde olmuştur; sözgelimi lüks, feodal zenginliğin burjuva zenginliğine nakledilmesinde (borçlanmasında!) esaslı bir rol oynamıştır” (Sombart, 1998: 158). Lüks, daha iyi, kaliteli ürünlerin kullanılması ile bir cazibe alanı oluşturmaktadır. Lüksü kullanabileceğini tescil eden her harcama, kapitalist sistemi daha kârlı ve “lüks”leri arz etmeyi mümkün kılacak şekilde konumlanmasına yaramaktadır. Lüks tüketim ile kapitalizm arasında biri diğerini doğuran bir durum bulunmaktadır. Lüks talep edilir oldukça kapitalizmi geliştirmektedir. “Cazibeli ve bakımlı kurtizanların zuhuruyla namuslu kadının kokotluğa özenmesi”nden bahseden Sombart’ın fikrinin Müslüman toplumlarda da geçerli olabildiği söylenebilir. Ancak Batı toplumlarında kurtizan (metres) olan kadının karşılığı Müslüman toplumlarda illa gayr-ı meşru ilişki yaşayan kadınlar olmayabilir. Burada bizim tezimiz kadının dünyevileşmeyi temsil etmek bakımından büyük potansiyel olduğu hakkındadır. Nitekim yukarıda işçi sınıfına katılıp geçimliğini garanti altına almak isteyen kadın “kurtizan” olmadığı halde proleter mücadeleyi çözen bir etkiye neden olmuştu. Kadın tüketirken de üretirken de kapitalizmin cesametini artıran bir araç haline geliyor. Her koşulda (ister kurtizan olsun moda ve lüks, debdebe ve israfta öne çıksınlar; ister emek dünyasında olsun kendi geçimliğini kendi kazanarak “özerklik” elde etsinler) büyük sermaye birikimini ve kapitalizmi beslemektedirler. Neticede ekonomik yapıyı bozmaktadırlar. Sombart’ı izlersek “lüks peşindeki kadın kapitalizmi inşa etmiştir”. Ancak benzer şekilde proleterya mücadelesine bakarsak kadın emeğinin kamusala çıkması da “proleteryayı bozmaktadır”.
Kadının bu çift karakterli doğasının İslamcı düşüncede de karşılığı vardır ve tartışılmıştır. İslamcı kadınlar da modernizmin dayattığı kültürlerle hesaplaşma noktasına geldiler ve tıpkı Batı’da yaşanan süreçlere benzer pratikler yaşadılar. Türkiye’de köylülüğün tasfiyesi sonrası kentlere akan “gelenekselin” modernleşme ile yüzleşmesi; Avrupa köylüsünün endüstriyel topluma geçerken yaşadığı değişimle aynı karakterdeydi. Engels’in gözlemlediği şeyleri Anadolu köylüsü için de uyarlamak mümkündü: “Makinelerin yaygınlaşmasından önce hammaddenin eğirilmesi ve dokunması işçinin evinde oluyordu. (…) aileler çoğunlukla kırda, kentlerin yakınlarında yaşıyordu, ve ücretleriyle çok iyi geçinebiliyordu, çünkü yerli pazar henüz kumaş talep eder durumdaydı, (…) dokumacı çoğunlukla biraz para biriktirecek ve boş zamanlarında (…) işleyeceği küçük bir arazi kiralayabilecek durumdaydı (…) proleter değildi (…) İngiliz işçisinden (…) daha yukarda bulunuyordu. İşçiler bu tarzda (…) tam dindarlık ve saygınlık içinde namuslu ve erinçli bir ömür geçiriyorlardı, maddi durumları ardıllarınınkinden çok daha iyiydi; (…) Çocukları temiz kır havasında yetişiyor, (…) ve sekiz ya da oniki saatlik bir işgününden sözedilmiyordu (…) sonunda makinelerle kazançlarından yoksun bırakılıncaya ve kentlerde kendilerine iş aramak zorunda kalıncaya kadar asla kente adım atmıyorlardı; (…) “Saygıdeğer” kişiler ve iyi aile babaları idiler, ahlaksız olmak için hiçbir neden bulunmadığından ahlaklı yaşıyorlardı, çünkü yakınlarında hiç bir meyhane ve kötü ev yoktu (…) Çocukları bütün gün evde, yanlarındaydı ve onları (…) Tanrı korkusu içinde yetiştiriyorlardı; (…) yalıtılmışlık ve yalnızlık içinde, aynı tarzda yaşıyor ve düşünüyorlardı. (…) politika yapmıyor, dedikodu etmiyor, düşünmüyor, bedensel işlerden hoşlanıyor, (…) toplumun saygın sınıflarıyla çok güzel geçinip gidiyorlardı. Ama bu yüzden ruhça ölüydüler, yalnız küçük özel çıkarları, dokuma tezgâhları ve bahçecikleri için yaşıyor ve dışarıda insanlığın geçirmekte olduğu büyük kaygı üzerine hiçbir şey bilmiyorlardı. (…) ve sınaî devrim olmasaydı bu kuşkusuz çok romantik- hoş, ama bir insana yaraşmayan varlıktan asla sıyrılmazlardı. Pek insan değillerdi, tersine (…) aristokratın hizmetinde çalışan bayağı makinelerdi; sınaî devrim de yalnızca sonucu tamamladı: işçileri düpedüz makineler haline getirdi” (Marks, Engels, Lenin, Kadın ve Aile, Eriş, 2006: 14).
Süreç aynı olunca İslamcı kadının modern toplumda ev ile bütünlüğünün kırılması çok kolay edinilen bir kimliğe tahavvül etmiştir. Ev maddi/ ekonomik değerlerin üretiminin merkezi olmaktan çıktı ve Müslüman kadın kendi kimliği ile ilgili meselelere “edilgenlik” kavramı çerçevesinden yaklaşmaya başladı. “Burada geleneksel kabullerle ve modern kabuller arasındaki çatışmanın etkisi kendini hissettirir. On beş yıl bir meslek sahibi olmak üzere eğitim ve öğretim gören günümüz genç kızı ve kadını için ev kadınlığı mesleğini benimsemek (…) ev hanımı diye tanımlamak oldukça müşkül hale gelmiştir (…) önceleri hareketli bir hayat sürdüren genç kızların evlendikten sonra evlerine kapanarak ev işleriyle yetinmek zorunda kalmaları (…) bir edilgenlik, ‘kadının cihadı ev işleriyle uğraşmaktır’ şeklinde açıklanması” (Cihan Aktaş, Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği; Beyan, 1992: 106- 107) Müslüman kadının içinden çıkamadığı bir açmazdır. Dolayısıyla “geleneksel olmamak için modernleşen” Müslüman kadın bir türlü “eve gidememekte” ve toplumu dönüştürmektedir. Geleneksel hayat tarzından kopuşun görünümleri de tıpkı Batı modernliğinin yaşadığı sürece benzer şekilde olmuştur. İslamcı kadın kimliği önce çalışma hayatına katılmış ve öznelliğini kazanmış, sonra da lüks tüketim talepleri ile burjuvazinin tıpa tıp benzeri haline gelmiştir.
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus
güzel yazı.. kanser olduğunu bilen adama, nasıl kanser olduğunu anlatmışsınız.. tedavisi olmadığı için de o kısma pek girilmemiş.. ama benim anladığım şu ki; batı bu süreci bizden çok önce yaşadı, şimdilerde bünyeleri savunma mekanizması geliştirdi, eğer evlenecekseniz ve altınızda cipiniz de yoksa bu zamanın “müslüman” kadınıyla evlenmeyin.. gidip bir avrupalıyla evlenin, onlar bu durumları çoktan aştılar.. hem tereyağının bozuğu bi moka yaramaz.. haklısınız hocam.. ben de öyle düşünmüştüm… (Rıfat Nasırcıklı, müzmin bekar ve bakarlar derneği başkan vekili)
vallah müslüman kadınların iktidarın nimetlerine tamah ettiklerini hepimiz biliyoruz.lüks içerinde yoksulluk yaşıyorlar.yoksuluk ve yoksunluk sınırında kendilerine olan yabancılaşmayı yaşıyorlar.maddi gereksinimlere bağlı yaşam pratizeleri onları istem sınırlarına gark etmiştir.çocuklarını kreşe bırakan,günlük meşagaleri içerisinde boğılan bu kadınlardan ancak ,merhametsiz büyüttükleri çocukları hesap soracaktır.tıpkı batıda olduğu gibi.