İnsan ve çevre şöyle bir ilişki içindedir: a) İnsan doğanın içindedir, bütüncül bir parçasıdır, onunla parçalanamaz temas halindedir, b) Doğa, insan sayesinde değerlidir; insanla yönetildiği takdirde, güzel, iyi, doğru gibi etik ve estetik anlamlar yüklenir, c) Hayat, insanî olana yaraşır ve doğaya uygun gıda ve eşyaların üretilmesi ile sürdürülebilir. İslam düşüncesinde bu üç sacayağının kurduğu dengeye “Kıst” ismi veriliyor. Kıst: ölçü (kıstas), iktisat (kainatta hiçbir şey israf edilmez), denge, mizan anlamlarını havi. Buna göre içinde insanın yaşamadığı kainatın “adil, mizanî, iktisadî” değerler üzerinde yükseldiğini söyleyebiliriz. Doğaya iktisadî bakışı terk edip de salt kazancı esas alırsak adalet sapacak, mizan bozulacaktır. Ekonomiler dengeyi değil, kazancı temel aldılar. Yeter ki kazanalım, gerisi boş dediler.
Ekonomik bir bakışla hareket eden sistemler doğayı sadece tahıl, et, süt, maden, enerji gibi gördüler. Böylece tüketildiği, yeniden “değer”lenemediği/ anlam kazanamadığı oranda tabii ortam çoraklaştı, fesada uğradı. Kesbetmek, sahip olmak için işlenen masiyetler insanlara felaketler halinde geri döndü. Yeryüzünün emniyetsiz bir alana dönüşü, bereketinin kaçması, hayatı sürdürmeye matuf imkanlarının yok oluşu, kısırlığa- çoraklığa gark oluşu, yabanıllaşması karşısında kazanç isteğini frenlemek kaçınılmaz oldu. Doğayı politik olarak denetleyemeyeceğinizi kıtlık ya da buhranın gelişi ile görüyorsunuz. Demek ki ekonomik süreçler siyasi zihniyetlerin denetleyemeyeceği daha şamil oluşumların bir parçası. Bir aslan kolonisi çoğaldığında kendi yok oluşunu çağırmakta. Avlanacak hayvan kalmayınca iktidar/ aslan kendi benzerinin güçsüzünü yiyecektir. Başka toplumların beslenme kaynaklarını kestiğinizde, belli bir müddet içinde kendi politik kararınızın sizi yok etmek için atılmış bir mermiye döndüğüne şahit olacaksınız.
Ekonomik üstünlükler, dönemlere münhasır kılınmıştır. Başka üstünlüklerle, “KARŞILIKLI ÜSTÜNLÜKLER”le dengelenmiştir. Başka ekonomik paradigmalarla. Örneğin Avrupa “kent uygarlığı”nın handikapı barbarlıktı. Farklı bir ekonomik yaşam algılayışı üzerine oturuyordu: Zenginliğe düşman bir mülksüzlük tasavvuruna. Avrupa’nın yaşayamadığı göçebelik barbarların gücüdür. Avrupa’nın kuvvet dediği “kent”, barbarın kalabalık at üstündeki hayatı karşısında zayıf ve acizdir. Bu örneği beğenmeyenler olabilir. Başka örnekler de verebilirim: Yüksek kültür, tarihin her devrinde “kısırlığa” mahkûm kalmıştır. Yani “Firavun kompleksi”ni yaşamışdır. Üstünlerin “doğurgan emekçi nüfusunda” boğularak erimesi, uygarlıkların handikapı. Firavun’un İsrailoğulları’nın erkek çocuklarını öldürmeyi politize etmesi böyle bir neticenin ürünü idi. Avrupa’nın nüfusunun durağanlaşması, mülteci nüfusa karşı ırkçılık geliştirmesi de böylesi bir “kısırlık”tır. Osmanlı’da da devşirme- kul birkaç yüzyıl sonra ‘Hanedan’ haline geldi. Dolayısıyla tarihin ehemmiyeti; bugünün, atalarımın yapıp etmeleri olarak kurulmasıdır. Irkçılık, kapitalistleşmenin çok kısa bir süre sonraki tecasümü haline geliyor.
Karşılıklı üstünlükler, kainata münhasır kılınmıştır. Aslında soru şu, biz hangi kainatta yaşıyoruz: Bizi hep ileri, zengin, müreffeh kılan bir kainat mı? Yoksa, bir imtihan olarak nasıl adalet dağıtacağımız görülsün diye bize nimetleri verili bir kainat mı? İslam güçsüzlerin içinden kainata bakan bir din getiriyor. Bir hedef olarak zengin- müreffeh- ileri toplumu hedef koymuyor. “Uygarlıkları koruyalım da kavimleri helak edelim” diyen bir Rabb yok. Tersine uygarlık durumunun içindeki insanlığı yok eden bir Rahman-ı ilahi’ye inanıyoruz. Firavun’un uygarlığının “bilgisi” de o kavimle birlikte yok edildi. Bu şu anlama geliyor: belli bir tarihsel dönemdeki “üstünlük” ve onun aletleri (bilgi, zihniyet, eşya, tecrübe, vs) göreli bir şeydir. Zayıf gibi görünen başka alet, bilgi, zihniyetler ileri sürülebilir ve tecrübeye dönüşebilir. Zayıfların “zayıflığı” Allah öyle istediği içindir; güçlülerin “gücü” de aslında güç” değildir. Şunu da ekleyebiliriz: Güç, kendisine boyun eğildiğinde güç olarak mücessem hale gelir.
Güçlü ekonomiler olacaktır. Güçlü iktidar algılamaları karşısında, dengeleyici farklı algılamalar, kimlik ve yaşam ayrışmaları mutlaka olacaktır. Ancak kural şu: Güçlüler (zorbalar), “güçsüzler” tarafından savılacaktır. Evet, ben burada “güçsüzlerin yeneceğini” söylüyorum. Bir ayet var: “Eğer Allah’ın insanların bir kısmıyla bir kısmını savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı” (2 Bakara 251). Müfessirlerin bir kısmı, bunu mü’minlerin iman etmeyenleri savması halinde kavramışlar. Ancak diğerleri bunu umumi bir ifade olarak değerlendirmiş. Bir toplumun başka bir topluma güç savıcı farklı bir kimlik olarak çıkışı için; güçlü toplumdan nemalanmaması, zayıflığını “güç”- izzet halinde kavraması gerekli. Güçsüzlük, bir algılama biçimidir. Güçlü olduğunu iddia edenin gücünü kabul etmekle mustazaf bırakılıyorum. Zayıflığımın bana sağladığı imkanlara ulaşmakla “aziz” kılınıyorum. İktidarın propagandasının, söyleminin karşısında asabiyet bilinci geliştirmek; mutazaflıktan yeni paradigmatik algılarla “güç” kotarabilir.
İlahi sünnet, zorbalığın ikbali olmadığı bir yol tutuyor. Ahlâki açıdan; zorbalık, başka zorbalık tarzlarıyla savılamaz. Ahlak kaygısı taşıyanlar zorbaca yollara sapmasalar bile, zorbalar bir şekilde alt edileceklerdir. Günümüz hayatının kaosu çatışma değil, ahlâki tavrın getireceği dengenin eksikliğidir. Hiçbir toplumsal çatışma olmadığı halde “birleşemez” denilen iki Almanya birleşti; “demir ökçesinin” gücü tükenmez denilen Sovyetler Birliği çöktü. Süleyman (as) ordularla değil de imana dair deliller nedeniyle Belkıs’a boyun eğdirdi. Demek ki başka bir yol daha var. İslam düşüncesi hayatı Yecüc- Mecüc çatışması halinde kavramaktan kurtulmalı. Müslümanlar, çatışma modelini İslami mücadelenin hareket noktası kılamazlar. Zorbaların devrilmesi toplumsal mücadelelerin hedefi değildir. Zorbalar sünnetullah gereği zaten devrilecektir. Asıl hedef toplumun ahlâki kaidelere tabi inanç- amel duruşu koyabilmesidir. Zülkarneyn Yecüc ile Mecüc savaşırken, gönderildiği kavmi onlara bulaştırmamak için dağlar arasına aşılmaz çelik duvarlar örmüştü. “İçeride” büyük bir nüfus olunca Yecüc ve Mecüc’ün bu ahlaki topluma dokunamayacak kadar zayıf kaldığı ortaya çıktı.
Türkiye’de İslamcılık fikri çatışma modelinden devşirilmiş bir mücadele teorisi çalışıyor. Kur’an ve Sünnet’e dönüş bu yolun kitabî anlamda meşru bir intisaba aidiyet göstermediğini ifade etmek zorunda. Bunu İsrailoğulları kavmine zorbalık yapan Firavun’un karşısında Musa (as) örneğinden hareketle söylüyorum. Musa (as) ve kavmi kaçıyordu, Firavun ve ordusu kovalıyordu. Kaçanlar kovalayanlara nazaran zayıf ve acizdi. Her şeye rağmen kovalayanların üstünlüğü, kaçanları alt etmeye yetmedi. Musa (as) Firavun askerleriyle mukavemet metodu ile çatıştığında ilahi hikmet onu çobanlığa sürerken, Allah’a tedeyyün ettiğinde aşılmaz denilen denizin ümmeti için ikiye ayrıldığına, geçit verdiğine şahit oldu. Silah, âsâdan zayıf bir gereçtir. Nitekim Anadolu sufiliği ve halk edebiyatı bu zayıflığı bir “güç” halinde hikaye eder, imanın sembolü gibi yansıtır. Savaşı toplum içinde değil toplumlar arasında mütalaa eder. Kuvvet ile iman arasında, mantıkî olmayan kavgadan bahseder. İlginçtir yenen, zayıf görünüp de “yenilmesi gerektiği düşünülen”dir. Bir araştırmada konuyla ilgili şu bilgiye rast geldim: “Gül Baba XV. yüzyıl sonunda ve XVI. yüzyıl başında yaşamış, Budapeşte’nin (Budin) kısmında türbesi bulunan ünlü bir Türk mücâhidi ve Bektâşî dervişidir. Târihî kişiliği, yaşadığı çağ ve çevre hakkında çeşitli söylentiler bulunan Gül Baba, Evliyâ Çelebinin merhum babasından naklettiği bilgiye göre, Merzifonlu bir Bektâşî dervişidir. Evliyâ Çelebiye göre, Fâtih Sultan Mehmet devrinden Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar bir çok gazâlarda bulunmuş, Budin fethine de katılmış, Fethiye Camiinde kılınan ilk cuma namazı esnasında ruhunu teslim ederek Budin’e gömülmüştür. Kimine göre Budin Kalası önündeki savaşlarda şehit düşmüştür. Cenâze namazının Ebussuûd Efendi tarafından kıldırıldığını, Kanuni Sultan Süleyman’ın ve yüz bini aşkın bir cemaatin bu namazda bulunduğunu yazan Evliyâ Çelebi, Gül Baba’nın kavuğunda dâima bir gül taşıdığı için bu lâkabı aldığını kayıt ve hikâye etmektedir (…) Bektaşî velîlerinin ortak bir yanları da, tahta bir kılıca sahip olmaları, bununla yerine göre ejderha, yerine göre kâfirlerle savaşarak onları öldürmeleridir. Bu motif, menâkıbnâmelerden başta Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını anlatan ilk devir vekayinâmelerinde bile vardır (…) tahta kılıç, şer kuvvetlerle mücadele için bir savaş aracıdır. Bektaşî menâkıbnâmelerinde tahta kılıcın bu fonksiyonu açıkça görülmektedir” (İsmail Tosun Saral, Gazi Üniversitesi Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, sayı: 31/ 2004).
Firavun ve ordusu bir kılıç darbesi, en ufak bir fiske bile yemeden yok oluverdi. Güç, inanmış adamın izzetini yenemedi. İslamcılık, azgelişmişliğin üstünlük olduğu bilgisine bir gün erecektir.
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus
az gelişmişliğin üstünlüklere gebe olması, ardında muazzam sırlar taşıyan doğru bir görüştür bence. Çok gelişmişlik, medeniyetleri yok eden, çözen (asit gibi çözen)eylemlere gebedir. Rahatlık ve refah batışın ve çöküşün öncüsüdür. Az gelişmişlik ise diriliş ve uyanışın öncüsüdür. cennette fakirlerin çok, zenginlerin az olması da bu görüşe zannediyorum tutarlılık kazandırır.