Osmanlıların Avrupa karşısında toprak kayıplarına uğrayıp sonra da bünyesinden ulus- devletler çıkarması “İslam Dünyasının Yenilgisi” hükmü ile ifade ediliyor. Hükme göre Müslümanlar işte Batı’nın ilmini almadıkları için geri kaldılar, bir daha da başlarını kaldıramadılar. Bu teorinin sahipleri Müslüman toplumların tarih boyunca birbiri ardınca kurulup yıkılmış onlarca devletin siyasal çatısı altında yaşamış olduğunu göz ardı etmektedir. Devletler özellikle Akdeniz çevresindeki halkların inançlarının siyasal çatısı olmak meselesinden ayrı olarak değerlendirilmelidir. Bu nedenle Akdeniz çevresinde Yahudi, Hıristiyan, Müslüman toplumların aidiyet hissettiği bir “devlet” olabilir ama o devletin yıkılışı, dinin yıkılışı anlamına gelmez. Bu çerçevede Osmanlı’nın yıkılışı da İslam’ın yahut Müslüman Toplumun yıkılışı, gerilemesi anlamına gelmeyecektir. Nitekim Katolik Kilise’nin ve Feodal toplumun yıkılışı Hıristiyanlığın yıkılışı sayılmamıştır.
Müslüman algıda sanki Batı toplumunun Rönesans ve Reform ile restorasyonundan sonra başarıya ulaştığına dair bir kanaat belirmiş gibidir. Oysa “Avrupa” denilen ekonomi- politik sistem yeksenak bir uygarlık değil. Yani kadim zamanlardan beridir gelişen bir tarih fikrinin ürünü sayılamaz. Ancak Avrupa’yı dünya milletlerinin gözünde kadim zamanlardan beri “var olan” bir uygarlığın sürdürücüsü kılan şey, bizim, Avrupa’lıların kendileri hakkında uydurdukları masala inanmamızla önümüze çıkan bir husus, bir algı yoğunlaşmasıdır. Avrupa’nın bütün filozofları hep bir ağız ederek bize bir zoka yutturmuş oldular. Biz de dedik ki “evet, insanlık tarihi ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, endüstriyel toplum ve sanayi ötesi toplum aşamalarından geçmiştir”. Sonra da Anadolu’ya dönüp dudak büktük “işte hala kapitalizm bu köye uğramadı, bari sanayileşmeyi kaçırdık bilişim toplumu aşamasını kaçırmayalım”. Herkesi kentlerde oturmaya teşvik eden ve köylüyü görüldüğü yerde ezmeye yönelen fikir Avrupa’nın son dört yüzyıl içinde geliştirmiş olduğu tarih felsefesine göre düşünüyor. Ancak toplumların da insanlar gibi doğup büyüyüp yaşlanıp öldüğünü vurgulayan İbn Haldun’a uzak düşüyor. Bugünkü ekonomik ve toplumsal sistem ilelebet devam edecek mi sanki? Yarın asabiyeti güçlü bir topluluk dünya sahnesine bambaşka bir ekonomik model ile çıkmayacak mı?
Batılıların Müslümanların geri kalmışlık meselesini bir “din meselesi” haline getirmeleri, onların hakkımızdaki düşmanlıklarından kaynaklanıyor. Aslında tarihsel bir perspektiften bakıldığında din ile uygarlık arasında bitmeyen bir çatışmadan söz etmek gerekiyor. Tarihi ekonomik dönemlemeye tabi tutan Batı felsefesine karşı Müslüman düşünce bambaşka bir paradigma ile çıkmalıydı. Örneğin gelişmiş Roma İmparatorluğunu yıkan şey feodalizm değil İsa (as) olmuştur. İsa (as) arenalar yapan, eşsiz mimari ve sanat estetiği ile tarihe çıkan Roma’ya karşı, bugün Batılıların “geri kalmış” dediği yaşam biçimini savunuyor değil miydi? “Tanrı, bu dünyada yoksul olanları imanda zengin olmak ve kendisi sevenlere vaat ettiği egemenliğin mirasçıları olmak üzere seçmedi mi?” (Yakup 2: 5). İsa (as)’nın uygarlıklar yıkan söylemi karşısında Batı toplumu yeniden yıkılışı çağıran bir uygarlık tesisine doğru dönemeç almakta ve İslam’ın ikinci bir İsa- Mesih söylemiyle karşısında durmasından rahatsızlanmaktadır. Bu nedenle “Müslümanların geri kalması” söylemi bir anlamı ile “Müslümanların uygarlık verilerini elde etmeleri” söylemi haline de dönüşüyor. Bunda amaç da Müslümanları Batı kültürü ile aynılaştırarak “din” ile “uygarlık” arasındaki çatışmadan korunmak isteğiydi. Yani eğer Müslümanlar da Batı toplumu gibi yaşarsa Kıyamet’in gelişi uzayacaktır. İncil, “Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada güve ve pas onları yiyip bitirir, hırsızlar da girip çalarlar. Bunun yerine kendinize gökte hazineler biriktirin. Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, ne de hırsızlar girip çalar” (Matta 6: 19- 21) öğretisiyle Batı toplumu ile çatışmalı bir dünya kurgusu getiriyordu. Zamanla Hıristiyanlığın iktidar ile tanışıp, söylemini kaybettiğini görüyoruz. Feodal bey haline geldikten sonra da, Protestanlaşıp sanayi (burjuva) toplumunun kurucusu olduğunda da Hıristiyan toplumların “geliştiğini” düşünmek kendi öğretileri açısından bakıldığında pek doğru değil.
Müslümanlar Osmanlı’nın yıkılışı sürecinde benzeri yaklaşımlarla meseleyi ele aldılar. Avrupa’nın kentlerine bakıp Anadolu’nun köyleriyle kıyasladılar ve köylülüğü yeterince modernliğe erişmediği için kınadılar. 1939’da Behice Boran, Yurt ve Dünya dergisinde yazdığı yazısında, şehirleşme ve gecekondu sorunlarına modernleşme penceresinden bakmaktaydı: “Garp medeniyeti şehirli bir medeniyettir. Bu medeniyetin memleketimizde yayılması memleketimizin de şehirleşmesi olacaktır. Şehirlerimiz Garp medeniyetinin memleketimize girmesinde ve yayılmasında vasıta olmak rolünü şimdiden görüyorlar … Modern şehirleri yaratan şeyler memleketimize de girmiş bulunuyor. Geçen sene Ankara’nın tetkikine başladık. İlk aldığımız neticeler, bu şehrimizin, umumi hatları itibari ile, ‘modern şehir’ şeklinde uyduğunu gösterdi. Yalnız, eski kasaba şeklinin izleri tamamen kaybolmamış. Diyebiliriz ki Ankara ‘kasaba’ olmaktan ‘modern şehir’ olmağa geçişin güzel bir timsalidir.” (Behice Boran, “Şehir ve Şehirleşme Davamız”, 1941, Yurt ve Dünya, Sayı 3). Diğer taraftan Nusret Kemal Köymen, Reşit Galip, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Remzi Oğuz Arık, Tahsin Tola, Nurettin Topçu “Köycü” düşünceleriyle kentin kozmopolit, yalan, çirkef hayatını eleştirdiler. Nurettin Topçu, “Makine, saban sesini susturalı artık köylünün feryadı duyulmuyor” (Nurettin Topçu, Ahlâk Nizamı, Dergah, 1997:167) derken kent hayatının ekonomik çarklarını millî ahlâkı kökünden çürütücü bir sömürücü olarak görüyordu. Bununla beraber Cumhuriyet’in şehirleşmeyi ve sanayileşmeyi teşvik ederken potansiyel toplumsal hareketlere karşı müdahale etmek ve yönetici seçkinlerin imtiyazlarını gizlemek için köycü söyleme başvurduğunu da görmekteyiz: “Türkiye’de köycü söylem liberal ve toplumsal sınıf temelli ideolojilerin tümden reddini; durağan, farklılaşmamış bir topluma özlemi dile getiriyordu. Köylücülüğün aynı zamanda çoğunluğu köylü olan bir ülkede, milliyetçilik için kitlesel bir taban yaratması bekleniyor, sosyalist, sınıf temelli ideolojilere karşı bir barikat işlevi görmesi umut ediliyordu” (Asım Karaömerlioğlu, Orda Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim, 2006: 14). Halkın %80 gibi büyük bir kesimi köylü olduğundan, cumhuriyetin ilk yıllarında bir halk hareketi ve halk partisi yaratma girişiminde köylü meselesiyle şu ya da bu düzeyde karşılaşmak durumunda kalındı. Türk milleti, yine Türk milletinin büyük nüfusundan yaratılacaktı. Nüfusun büyük çoğunluğu köylerdeydi. Aslında cumhuriyet Osmanlı’ya göre daha köylüydü; çünkü gayrimüslimlerin gitmesiyle beraber, toplam nüfusun aşağı yukarı %25’i olan kent nüfusu, %17 gibi bir rakama düştü” (Asım Karaömerlioğlu, age).
Aslında bu son cümle Müslümanların “geri kalma” meselesini de açıklamaktadır. Müslümanlar Avrupa içlerine doğru gittiler ve tımar sistemini Avrupa toprak sistemi yerine ikame etmeyi uzun yıllar başardılar. Ancak Avrupa toplumları Atlas Okyanusu ile Osmanlı ilerlemesi karşısında sıkışınca Avrupa halklarını ayartan bir paradigma değişikliğine yöneldi. Müslümanların haritalarında gördükleri okyanus ötesi kıtalara gidip servet getireceklerdi. Dolayısıyla kırı çözerek Osmanlı’nın gücünü kırdılar. Avrupa insanı kent hayatında ulaştığı “efsunlu özgürlük” adına Osmanlı’nın tımar sistemindeki üretim modelini reddetti. Cumhuriyet’in “köycüleri” de meseleye Avrupa ile hesaplaşma nazarıyla değil proletaryanın kentte yönetime el koyacağı endişesinden bakmaya mecbur kalmıştı. Kent havası insanı bozmakta idi.
Avrupa’da ilerlemesinin durması Avrupa adamının Okyanus ötesinde bir hayat olduğunu öğrenmesi ile mümkün oldu. Dolayısıyla Osmanlı Avrupa’ya karşı geri kaldığı için yenilmeye başlamadı; Avrupa’da Osmanlı tabiyetindeki kavimlerin sistemden kopma niyetleri nedeniyle kaybetti. Üstelik bu süreç Osmanlı’nın Arnavut, Arap (Mehmet Ali Paşa) gibi tebalarının da katıldığı bir ayrışmaya dönüştü. Modernleşme Müslümanlara karşı çıkarılmış bir proje oldu. Neticede Müslüman toplumun ahlâk, inanç ve değerlerinin hasılası olan bir model ile Batı modernliği çatışmış da olmadı. Batı, Müslümanları kendi modellerinden feragat etmeye razı etti. Müslümanlar geri kalmadılar, kendi modellerini insan- toprak- inanç düzleminde tatbik etmekten feragat ettiler. Cumhuriyet böyle kuruldu. Daha uygarlıkla hesaplaşmadık ki geri kalmış olalım!
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus
Nasıl yani, teknoloji sanyi ve ilimde avrupanın bizi geçmesinin bir etkisi yok mu? Bence var…