Ana Sayfa > Gündem > Kentin Durdurulması

Kentin Durdurulması

Herkesi kentlerde oturmaya teşvik eden ve köylüyü görüldüğü yerde ezmeye yönelen fikir Avrupa’nın son dört yüzyıl içinde geliştirmiş olduğu tarih felsefesine göre biçimleniyor. Ancak bu fikir, kentlerin de insanlar gibi doğup büyüyüp yaşlanıp öldüğünü vurgulayan felsefelere uzak düşüyor. Bugünkü ekonomik ve toplumsal sistem ilelebet devam edecek mi? Yarın asabiyeti güçlü başka bir topluluk dünya sahnesine bambaşka bir ekonomik model ile çıkacak mı? Toplumların doğuş- çöküş teorilerini günümüze uyarladığımızda “devletlerin ömrü” meselesinin doğruluğu hakkında kanaate varılabilecektir. SSCB’nin varlığı, yalnızca 1922- 1991 arasında sürdürülebilmiştir. Irak da, 1920’deki Roma Konferansı’nda İngiliz mandası altına girerek “devletleşmişti”. 2003’te ABD’nin ülkeyi işgali ile farklı bir devlet haline geldi. Burada meseleye siyasi organizasyonun devamlılığı açısından bakıyoruz. Bir anlamda devlet, kendisini iktisaden var eden nüfusu bu iki örnek vesilesiyle kaybetmiştir. Modern toplumların bunalımı, nüfusun kültürel birliğinin (homojenliğinin) yitirilmesi, medeniyet algısının değişmesi meselesi üzerinden ortaya çıkmaktadır.

Nüfus kimlik yapısında bir değişime uğrar ya da nüfustaki eksilmeler farklı kültür gruplarına ait bir demografik hareketlilikle tamamlanırsa medeniyet ya da devlet telakkisi yeni bir nüfus üzerinden yeniden anlamlandırılabilecektir. Bu nedenle devletler varlıklarının devamı bakımından hem nüfuslarının artışını ve hem de kültürel birliğini kontrol etmektedir; insanın doğasını da bozmaktadır. Devletlerin kentleri kurup büyüterek insanı birey yalnızlığı içine atması insanın hüzün dünyasını büyütmektedir. Kentler üretim ve tüketim odaklı yapılanmalarına karşılık tabiatlarını bozdukları insanın yalnızlığını, eğlence ve haz üreterek karşılamaya yönelik imal edilmişlerdir; bunun bir medeniyet/ şehir ifadesi olduğu ise tartışmalıdır. Batı dışı toplumlarda da Batı’ya direnen bir toplumsal hayat ya da medeniyet telakkisi teşkil etme şansı yitirilmiş gibidir. Bu nedenle bütün dünyada ve İslamî değerlere bağlı toplumlarda modern Batı kentlerine ait toplumsal sorunlara bir cevap üretilememektedir. Devletlerin çöküşünün gerçekliği Batı uygarlığının sürdürülebilirliğini kuşkulu hale getirmektedir. Kentleri alabildiğine büyüten ve megapolise dönen kanserli bir konut yayılmacılığı algısı önüne çıkan tüm “ev”leri, tarlaları, “bahçeleri”, kasabaları yutmakta, özgül hayat tarzlarını yoketmektedir. İnsanları belirli otobüs hatlarında gidip gelmeye mahkûm eden kent ideolojisi ve 90- 100 metre karelik konutlarda hapseden apartman ideolojisi, bir TV ekranından dünyayı seyretmeye yönelten kültür ideolojisi gerçekte bir yabancılaşma/ insan olmanın değerini kaybetme ameliyesidir. İnsanlığını kaybetmeye dair hissin yayılması toplumu içinden çıkılmaz problemlere itelemektedir.

Türkiye’de kent nüfusunun 1980 ile 2000 yılları arasında 20 milyondan 44 milyona, 1980 yılında yüzde 45 olan kent nüfusunun 2000 yılında yüzde 65’e, 2007 yılında ise yüzde 70,5’e ulaştığını belirtiliyor. (1) Kentleşmenin insan sağlığını etkilediğini ifade eden Oral, “Dünya Sağlık Örgütü’ne göre sağlık, yalnızca hastalık ya da zayıflığın olmaması değil, fiziksel, ruhsal ve toplumsal olarak tam bir iyilik halidir. Kentleşme sonucu oluşan aşırı kalabalık, işsizlik, suç, çevre kirliliği, yabancılaşma, ailelerin parçalanması, çocukların çalışmak zorunda kalması, gelecek belirsizliği ve trafik ruh sağlığını bozmaktadır” demektedir.

Kentleşme bağlı olduğumuz değer yargılarına riayet etmeyen adı konmamış politik müdahalelere dönüşmüş durumdadır. İçinde yaşadığımız fizik çevre, ruha ait benin yerleştiği ve kendini “birlikte ben” olarak algıladığı bir zemin gibi kavranmalıdır. Örneğin ruhun kendisine üflendiği beden de aslında bir fizik çevredir ve insan bedeni karşısında parçalanmışlık hissi ile dolu değildir. Türkiye’de uzun yıllar öncesinden şehir tasavvuru yitirildiği için kentleşmenin olması gereken bir süreç gibi algılandığı görülmektedir. Hükümetler de kentleşmeyi ve Toplu Konut Projeleri vesilesiyle “kentsel dönüşümleri” popülist yaklaşımlarla ele almakta, kültürel sürekliliği ve aidiyeti ihmal etmektedirler. Kentlerin büyümesi iki ana başlıkta sonuç vermektedir: Türk değer yargılarının çözülmesi ve baş edilmez ekonomik sorunların doğması.

Ekonomik Sorunlar:

Kentleşme politikaları kırda ekonomik faaliyetlerin içtimai değerini söndürmüştür. Tarım ve hayvancılık mesleki manada toplumsal itibarı takviye edecek bir değer taşımaktan kopmuştur. Kentler üreticinin malını pazara doğrudan taşıdığı, emeğinin hakkını karşıladığı mekânlar sağlamamaktadır. Kentin üreticinin emeğini “kapma” sahaları olması, göçü zaruri kılmaktadır. Göç, Türkiye’de son yirmi yılda tahminlerin üstünde bir hızla gerçekleşmiştir. Kentlerin büyümesi, büyük bir konut, yol, alt yapı, ulaşım araçları, ev eşyası talebi ortaya çıkarmıştır. Ancak bu talebin ne burada yaşayan insanların tabii ihtiyaçlarının ürünü olduğu ne de burada yaşayan insanların bilgi- teknik- endüstriyel becerileri ile karşılandığı söylenemeyecektir. Kentleşme, Türkiye’yi büyük bir ithal mal talebine sürüklemiştir. Göç zorlaştırılacağına özendirilmiştir.

Kırda işsiz kalmış kitlelerin kentlere akını iki ekonomik hedefe yönelmiş görünmektedir: İş ve kent toprağının yağması. Bu iki yönelişin de küçük adamın öfkesini kışkırttığı ifade edilebilir. Çünkü kentteki yığılma, istihdamın ücretlendirilmesi bakımından işçi ücretleri maliyetlerinin ucuzlamasına; konut ve eşya üreticilerinin mal arzı bakımından da emtianın yüksek değerle ve stok maliyeti yaşamadan müşteri bulmasına fırsat vermiştir. Emekçi kesimle kent rantını ele geçiren kesimler arasında kapanması imkânsız gelir farklılıkları oluşmuştur.

Kentin büyümesinin bir diğer neticesi, trafik- asayiş- eğitim alanında kilitlenmelere sebep vermesidir. Öğrencilerin- işgücünün büyük bir yüzdesi, kent sınırlarının çok dışındaki uzak mesafelere gidip gelmek zorundadır. Üretimi arttıracak büyük bir genç nüfusun üretim dışı bırakılması hâlâ tartışılmamaktadır. Asayişin denetlenemediği alanlar doğmaktadır. Kent nüfusunun büyük oranda mobilizasyona uğraması kent içi göçmenliği kavramı üretmiştir. Ayrıca bu göçerlik kaynak israfına yol açmaktadır. Kent içinde yaşadığı halde kişi başına üçyüz saat/yıl büyüklüğünde bir zaman yollarda heba olmaktadır. Ayrıca kent içi bu hareketlilik sosyal ya da tabii olaylar (bir futbol maçı, bir kongre ya da bir kar yağışı sonrası) kent yaşamının sürdürülmesi hususunda tıkanmalara uğramaktadır. Yoğunlaşma kent içi hareketi felç etmektedir.

Diğer bir sonuç, kentin toprağın bitimi ya da yatay genişlemenin artık imkân dışı kalması nedeniyle pahalılaşmasıdır. Bu da gökdelenlerin ortaya çıkışını dayatmaktadır. Gökdelenler, hizmet sektöründe çalışanların, aralarındaki iletişim ve etkileşimin güçlenmesine, bilgi akışının hızlanmasına, işin gerektirdiği belge ve araç gerece erişilebilmesine ve nihayet çalışanların kolayca denetlenmesine uygun mekânlardır. Gökdelenler, kent toprağının miktarını artırmış, kentsel toprağın değerinin aşırı yükselmesine yol açmıştır. Bir anlamda, gökdelenlerin yükselmesi, toprak ve ulaşım sorununu aşmayı mümkün kılmaktadır. Mekân üzerinde yatay ilerlemenin sonuna erişilmiş bulunması, dikey gelişimi zorunlu kılmaktaydı. (2) Gökdelenle elde edilen faydanın başka tahripkâr sonuçlara yol açtığı ifade edilmiştir. Cansever’e göre, gökdelenlerle elde edilen yoğunlaşma, merkez alanlarında trafik sorunları, yol, su, pis su, elektrik, telefon sistemlerinde her gün yeni taleplerin ortaya çıkması ve kentin her gün yeniden kazılması, alt yapının sürekli kifâyetsiz kalması gibi hastalıklara yol açacaktır. Gökdelenler emek, hizmet, ürün karşılığı olmayan spekülatif kazanç sebebidir; meslekî amaçlar yerine nüfuzlu grupların spekülatif gayr-ı meşru kazanç amaçlarına hizmet eden bir faaliyete dönüşmektedir. Cansever’e göre kentin bir noktasında, böyle devasa yapı çok sayıda insanın faaliyetini bu nokta üzerinde yoğunlaştırırken; bu kargaşanın maliyetini topluma ödetmektedir. (3) Gökdelen’e dair bir başka eleştiri de bu yüksek yapıların doğada olmayan bir yükselti oluşturup, doğal esintilerin yönünü etkilemesi; yani ekolojiyi bozması. Bina gövdesine çarptığında, bina yüksekliğinin 50 katına kadar uzayabilen mesafede rüzgarsız alan oluştuğu ve bina yüzeyi boyunca düşey hareket eğilimi gösteren rüzgarın, gökdelenin dibindeki insanları rahatsız edecek kuvvette türbülanslara sebep olduğu ifade edilmektedir. Yere yakın rüzgarlara göre daha kuvvetli olan üst seviye rüzgarlarının önünü keserek aşağıya doğru yönlendirir ve bina yüzeyi yakınında arzu edilmeyen farklı bir sirkülasyona neden olur. Ayrıca bu yapıların güneşi kapatan gölgeler oluşturduğu, bina içi rutubeti canlı tuttuğu, manyetik alanlara sebep olduğu eleştirileri de yapılmıştır.

Kentleşmenin ekonomik sonuçlarından biri de değerlerin çözülmesine bağlı yalnızlığın ve suçluluğun telafisi amacıyla ortaya çıkan kurumsal maliyetlerdir. Yaşlı bakımı, psikolojik rahatsızlıklar, ailenin dağılmasına bağlı çocuk bakımı, yalnızlaşmaya bağlı olarak her bireye konut- eşya- hizmet tahsisi maliyetleri gibi. Kentler bireylerden oluşan bir toplum inşaasına hizmet ettiği için üretim dışı kalan insanı manevî manada kucaklayan ve onun ihtiyaçlarını karşılayan Müslüman toplumun değerlerini üretememektedir. Bu çerçevede Müslüman toplumlar dahi kentleştikçe yaşlılarına Batı toplumlarının bulduğu çözümler içinde “bakmaktadır”lar. Bu çözüm, aslında Müslüman değerlerin de yitimidir.

Bir başka sorun, konut işletmesinin de pahalılaşmasıdır. Konutların bakımı, boyaması, ısıtılması, onarımı ile ilgili maliyetler kentleşmenin büyümesi ile artmaktadır. f1) Her kat, altındaki katlar tarafından taşındığından, taşıyıcı sistem maliyeti yüksektir, f2) Yüksek yapıların depreme dayanıklılığını sağlamak için alınacak tedbirler, az katlı yapılara nazaran pahalıdır, f3) Çok katlı konutlarda yer kaybı büyüktür, Batı ev planlarındaki ayırımlar atıl alanların doğmasına sebep olmaktadır, f4) Konutlar coğrafyanın özelliğine uygun malzemeden üretilemediklerinden ısı kaybı büyüktür.

Vasıtalar (otomobiller) kent hayatını kısıtlamaktadır. Kentin vasıtalara göre dizayn edildiğini düşündüren alt geçit, üst geçit, köprü gibi yapılaşmalara gidilmektedir. Bu tür yapılaşmalar, yayaların rahatlığı için değil, araçların hız kesmeden hareketi için tanzim edilmektedir. Vasıtalar, kentlinin kentten faydalanma hakkını yok saymaktadır. Otomobil ve yol, insanın rahatlaması, ona hizmet etmesi için icat edildiği iddiasını yalanlayacak bir konum kazanmıştır. Nitekim her yıl bütün dünyada bir savaş neticesi insanın can kaybına neden olan kent içi ulaşım hakkında entelektüel bir itirazın gelişmediği görülmektedir. TÜİK 2011 raporuna göre Türkiye’de trafik kazasına dayalı olarak her yıl ortalama 4.000 kişi ölmekte ve 200.000 kişi ise yaralanmaktadır. 2005 yılı istatistiklerinde demiryollarında 522 ve karayollarında 621 bin 183 kaza olmuş; demiryolu kazalarında 143 kişi, karayollarındaki kazalarda ise 4 bin 525 kişi ölmüştür. Yine demiryolu kazalarında 273 kişi yaralanırken karayolu kazalarında 154 bin 94 kişi yaralanmıştır. Bu ölüm ve yaralanmalara rağmen Türkiye’de insan ve mal taşımasının demiryolları ile yapılmıyor olması, Batı tipi kent şablonlarının ve dahası Batı kapitalizminin eşya-mal modernliğinin ihtiyaçları ile açıklanabilir. Ulaşım için ayrılan alan açısından da demiryolunun üstünlüğü tartışılmaz boyuttadır. Aynı kapasitede taşımacılık için demiryolları, karayollarına göre daha az arazi gerektirmektedir. Platform genişliği 13,7 metre olan çift hatlı, elektrikli bir demiryolu hattı kapasite açısından, 37,5 m. genişliğinde 6 şeritli bir otobana eşdeğerdir. Karayolları 2,7 kat daha fazla arazi kullanımı gerektirmektedir. Otoyolun km. maliyeti 24 milyon Dolar, çift hatlı, sinyalli, elektrikli demiryolunun km. maliyeti 4 milyon Dolar’dır. Karayolunun teknik ömrü 10 yıl, demiryolunun teknik ömrü ise 30 yıl’dır.

Değerle İlgili Sorunlar:

Değerle ilgili sorunların en büyüğü kentin sosyal ilişkileri arttıracağı yerde parçalaması; aile, akraba, mahalle gibi aidiyetleri yok etmesidir. Dinin kentin merkezindeki yerini bozan bir gelişmeye sebep olmaktadır. Kent, modern zamanlarda meydana sahip değildir. Cum’a namazı dahi mekân manasında “toplayan bir alanda” eda edilememektedir. Metro’daki mescidden ya da yer altı mescidinden taşan kalabalık, araç ya da yaya trafiğine açık alanlarda namaz kılmakta ve dini, topluma buluşma- toplanma- merasime katılma- temaşa etme fırsatı veren şehir meydanından uzak tutmaktadır.

Ailelerin ölçü değişmesine uymayan hücrelerde yaşaması kimi aileleri sıkışıklığa, kimilerini de o mekânları dolduramamalarına mahkûm etmektedir. Ayrıca ev, modern tefekkürde odalardan müteşekkil iken geleneksel zihniyette sokak, bahçe, avlu, kiler, ahır ya da kümes, odunluk evi tamamlayan ekler ve cüzler halinde bulunmaktaydı. Bu cüzler içinde birkaç nesil bir arada yaşamaktadır.

Evi tasarlayan ile inşa eden aynı kültürün ve inancın mensubu iken kentleşme ile beraber size nasıl yaşamanız gerekeceğini buyuran bir iktidar zuhur etmiştir. “Burada yemek ye”, “şurada pijamanla otur”, “bu odada mahremiyetini yaşa” diyen buyurgan bir otorite evi orada yaşayana dayatmaktadır. Geleneksel kültürde ev, evdeki insanların ihtiyaçlarına göre eklemelerde bulunulan organik bir yapı idi.

Şehrin % 80’i konut ve ikamet alanını oluşturmakta idi. Şehir nüfusunun % 70’ini teşkil eden kadın, çocuk, yaşlıların kentin konut ve ikamet alanında yaşadığı düşünülürse şehirlerin aileye mahsus bir bilinçle inşa edildiği açıktır. Modern kent, çocuk ve yaşlıları çalışmaya zorlayarak mekânı konut ve ikamet alanından iş yerine tahvil etmektedir. Kentlerin kölelik üretici fonksiyonlar kazandıkları söylenebilir.

Şehirlerde mahalle mahalleli tarafından yönetilen ve bir anlamda özyönetime (muhtariyete) konu olan toplumcu-cemaatik bir mekân idi. Mahalleli, mahallenin yönetimi, emniyeti, sokakların bakımı, temizliği, çocuk ve yaşlıların gözetimi, mahalle halkının borç/ ahlâk/ iffet/ iaşesinin kefaleti ile meşguldü. Ayrıca eğitimin yönlendirilmesi de mahallelinin elinde idi. Osmanlı şehirleri, mahalle yapısı ile ciddi tasarruflar sağlamaktaydı. Bir kere geniş aile modeli ile aynı evde yaşayan büyük nüfusun aynı eşyaları kullanması, aynı ocaktan ısınması, manevi ve maddi manada birbirinden destek alması, evlerin bahçelerinde küçük ölçekli meyve- sera yetiştiriciliği ve kümes hayvancılığı yapılması mümkün olmaktaydı. Bahçeli ve tabiatla barışık yerleşim biçiminin tüketimi asgari düzeye indirirken insani ilişkileri, komşuluğu, mahallelilik kültürünü yoğunlaştırdığı açıktır. Bahçeli evler kadın- çocuklar için tabii bir mahrem alan da teşkil etmekteydi. Bu mahrem alanın aynı zamanda “saklı bahçe” oluşturduğu, Allah- insan- tabiat dengesine hizmet ettiği açıktır.

Kentleşmenin getirdiği bir başka sıkıntı ya da yabancılaşma da, sanayileşme öncesi insana nazaran sanayi sonrası toplumda (kent de) yaşayan insanın “çalışma” kavramı üzerinden baskılanmasıdır. Sanayileşmenin beraberinde getirdiği çalışma, modern dönemi belirleyici merkezi unsuru olmuştur. Sanayi öncesi üretimde toprakta köle kılınarak istismar edilen köylü, tabiatın döngüsel ritmi içinde davranıyordu. Zamanın hükmü üretimi ve işi belirliyordu. Üretime dayalı kapitalist sanayi düzeninde ise zaman kontrol edilmeye başlanmıştı. Fabrikaların, atölyelerin ve büyük işletmelerin ayakta kalabilmesi, yoğun iş gücüne ve çalışmaya bağlıdır. Sanayi sonrası insanı, yaşamak için değil daha fazlası için çalışmak zorundadır. Ancak bu çalışması da kapitalist birikim oluşturmaya imkân vermemektedir. Böylece çalışmanın kendisi bir yabancılaşmadır. İhtiyaçların emek karşısındaki konumu yabancılaşmayı ilgilendirmektedir. Sanayi öncesinde aileler yiyeceklerini/ ihtiyaçlarını kendi el emeklerinin mahsulünden ya da içinde yaşadıkları beldenin üreticilerinden karşılamıştır. 19. yüzyılın sonuna kadar, toplumların büyük çoğunluğu ihtiyaçlarını kendi ürettikleriyle gidermiştir. İhtiyaç kadarını üretme, geçimliği kadar çalışma ve zaruret miktarı tüketerek kanaat etme/ yetinme sanayi öncesi toplumların özelliği idi. Sanayileşme ile birlikte emeğini kiralama, saat hesabıyla üretme ve aralıksız çalışma, bir tür mekanik saat gibi otomatlaşma ortaya çıktı.   Kapitalist sanayileşmenin “çalışma etiği”nde insanlara durmaksızın çalışma ve üretme buyruğu verilmektedir.

Değer yargılarıyla ilgili bir başka konu da “tüketim”dir. Sanayileşme ile birlikte bireylerin tüketmemesi yalnızca servet biriktirip gelecekte tüketmeyi sağlamaya yarayacaksa benimsenebilir. Modern toplumda kanaat ederek ihtiyaçları sınırlamak genel geçer bir “değer” şeklinde algılanamaz. Bununla dinlerin kanaat, israf etmeme, azla yetinme, tasarruflu yaşama “değer”leri, kapitalizmin tüketmeye dönük değerleri ile çatışmalıdır. Bu çatışma dinin kapitalist toplum içinden sürülmesi ile sonuçlanmaktadır.

 

Yabancılaşma

  Yabancılaşma kavramının anlamı hakkında ortak bir yaklaşım geliştiği söylenemez. Ancak yeni yaklaşımlarda yabancılaşmanın beş boyutlu bir olgu olduğu ifade edilmektedir. (4)  Yabancılaşan insanın, a) kendi davranışı sonucunda istediklerini elde edemeyeceğini düşünmesi: güçsüzlük duygusu; b) insanın neye inanacağını bilmemesi, anlamsızlık içine girmesi; c) toplum tarafından yasaklanan yöntemlere ve davranışlara başvurması: kuralsızlık/ anomi; d) toplumun değerleriyle çatışmasından dolayı tecrit edilmişliği; e) kendine yabancılaşmışlığı. Bu beş olgu çevresinde yabancılaşma, kişinin toplumdan- kendinden- tabii çevreden kopması anlamına gelmektedir. Yabancı­laşma; İnsanın gerçek özünden uzaklaşmasıdır. Kentler bu yabancılaşmayı kışkırtıyor. Modern kentler insanın içtimaî bir varlığa dönmesini, şahsiyete kavuşmasını ve zamanı varolmak kaygısıyla kullanmasını imkânsız kılıyor. Modern kentler tüketim toplumunun üretildiği alanlar haline geldiler. Baudrillard, tüketimin günümüz toplumlarında artık ihtiyaçların karşılanmasından çok çalışmanın bir işlevi haline geldiğinden bahsediyor. “Sistemi oluşturan ve boş zaman etkinliklerini yabancılaşmış emeğin ideolojisine dönüştüren şey, zamanın bu iki büyük kiplik (özgürlük ile zorlama- LB) arasındaki işlevsel bölünmenin ta kendisidir (…) Çalışma alanında olduğu kadar boş zaman etkinlikleri ve tatilin her tarafında aynı ahlâkî ve idealist başarı hırsıyla, aynı ZORLAMA AHLÂKIYLA karşılaşılır. (…) Bronzlaşma saplantısı, turistlere İtalya’yı, İspanya’yı ve müzeleri ziyaret ettiren bu şaşkın devindirici güç, güneş altındaki bu zorunlu jimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe, hepsi birlikte aslında ödev, fedakârlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir”. (5) Çağın tüketicisi, ihtiyacı olduğu için tüketmekten ziyade haz kompleksi ile tüketmeye vazifelendirilmiştir.  “Zevk almaya mecbur, bir zevk ve tatmin profili gibi algılar kendini”. Tüketici birey, kendisini baştan çıkarılan, haz alarak mutluluğu yakalamak zorundaymış gibi konumlar. İçtimai olana katılımı ve bireysel varlığı, alışveriş yapmak, alışveriş mekânlarında gezinmekle, vitrinlere bakıp, marka ve nesneleri kullanmakla ortaya çıkarılır. Zevk iktidarından kaçmak mümkün değildir. Tüketirken yakalandığı edilgenlik mutsuzluğa davetiye çıkarır. Bu yüzden daha fazla tüketmek ve bu yolla mutluluk üretmek bireye adeta bir yurttaşlık ödevi olarak zorla benimsetilmektedir. (6)

Tüketimi kent ile irtibatlandırmamız kentlerin sanayi üretiminin ürünü olmasından kaynaklanıyor. Modern toplumda mavi yakalı işçi kavramı söndürülüyor. Beyaz yakalı denilen yeni bir emekçi personel kavramına geçiliyor. Beyaz yakalı emekçi, mal- emtia üretiminden ziyade hizmet üretmektedir. Marx’ın ürettiği malı satın alamıyor diyerek yabancılaştığını iddia ettiği proleter “tüketemeyen” bir kategori idi. Sanayileşmenin makine sayesinde ürettiği emtia çoğalınca, bunları tüketen yeni bir sınıf yaratmak gerekliydi. Böylece sürekli tüketen ve niçin tükettiğini sorgulamayan beyaz yakalı işçi kavramı ortaya çıktı. Ancak bu sınıfın da yabancılaşmaktan kurtulamadığı açıktır.

Sonuç: Kentleşmenin Geleceği

Yabancılaşmanın önüne geçmenin birçok yolu var. 1) Kentleri küçültmek ve metropolleşme politikalarından uzaklaşmak. Otoyol taşımacılığından demiryolu taşımacılığına geçmek. Kentleşmeyi terkedip iki- üç katlı binalarla teşkil edilmiş yerleşimler oluşturmakla insanı öne çıkaran, onun tüketimine değil de el emeği üretimine yaslanan yeni şehirler kurulabilir; 2) Pazarları üreticiye açmak da kentlerin küçülmesi ve yabancılaşmanın etkilerinin azaltılması fırsatını verecektir. Zira üretileni pazar- panayıra getiren bireyler üretici olma imkânına kavuşacaklardır. Toplumda üreticinin artması, şahsa münhasır imalatı canlandırır ki “şahsiyet” denilen insan ikliminin zemini de budur; 3) Her yüz- yüz elli haneyi bir cemaat- muhtarî kuruluş halinde toplamak, aynı sokakta yaşayan sakinleri birbirlerine kefaletle bağlı ve mali bir birim olan “mahalle” halinde teşkilatlandırmak, 4) Çalışmayı yeniden tanzim etmek de gereklidir. İstihdam arzını yavaşlatan önlemler alınmalıdır. Bunun çocuklarına, yaşlı ebeveynlerine ve hasta yakınlarına bakan kadınlara devletin maaş vermesi ve sosyal güvenlik hakkı tanıması ile mümkün olabileceği açıktır. İstihdam arzının erkek emeğine yönelik yeniden yapılandırılması ile istihdam ücretlerinin artacağı beklenebilir. Kadın istihdamının kendi çocuğuna ve ebeveynine bakması şartıyla devletten maaş almasının sağlanması ise üç toplumsal fayda geliştirecektir: 1) nüfusun artışı, 2) Kreş, huzur evi gibi kurumların kamu harcama kaleminden çıkarılması, 3) Kadınlara anne olmaları ya da ebeveynlerine bakmaları karşılığı maaş bağlanarak “evhanımı” kategorisinin statü kaybının önlenmesi. Bu üç toplumsal faydanın istihdam ücretlerinin artışı ile beraber hem sosyal güvenlik primlerini yükselteceği ve hem de devletin borç kalemini büyüten tüketimi baskılayacağı öngörülebilir.

Kentleşme “kapitalist birey” felsefesinin bir neticesidir. Kentleri küçültmek/ pazarları üreticiye açmak/ mahalleler halinde yeniden örgütlenmek/ çalışma kavramını yeniden tanımlamak (her hane sahibini istihdam etmek) insanı kaybettiği şeylere: cemaat, merhamet, inanç/emniyet kavramlarına kavuşturacaktır. Bu, kapitalizme karşı bir harekettir. Kent durdurulmalıdır.

 

(1) ORAL Timuçin, Kent Yaşamında Ruh Sağlığımız, 11. 04. 2011, Kentlerde Yaşam Paneli, http://www.sondakika.com/haber-kentlesme-ve-kentlerde-yasam-2646467/

(2) DURU Bülent, “Gökdelenler ve Kent”, Prof.Dr.Cevat Geray’a Armağan, Mülkiyeliler Birliği Yayınları, Ankara, 2001, s.331-362.

(3) CANSEVER Turgut, Ev Ve Şehir, İnsan, 1994

(4) OFLUOĞLU Gökhan- BÜYÜKYILMAZ Ozan, Yabancılaşmanın Teorik Gelişimi ve Tarihsel Süreç İçinde Farklı Alanlarda Görünümleri, Kamu İş, c: 10, 2008, sayı: 1

(5) BAUDRİLLARD Jean, Tüketim Toplumu, Ayrıntı, 1997

(6) AYTAÇ Ömer, Boş Zaman Üzerine Kuramsal Yaklaşımlar, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 12, Sayı: 1, 2002, S: 231-260

 

Lütfi Bergen

– Haber Lotus –

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.