Modern dünyada Müslümanların merkezi yönetimlere olan muarız tutumlarının politik bir temelde yürütüldüğü söylenebilir. Bu o kadar tabii bir tavır haline getirilmiştir ki Müslümanlar sıklıkla ulus- devlet yapılanmasından dem vurmakta ve din dışılığı “ırkçı devlet” fikrinin çocuğu gibi okumaktadırlar. Geçmiş yıllarda bu tür okumanın neticesi Müslümanlar devlet fikrini eleştirdiler ve delil olarak da günümüz devlet yapılanmalarının ırk esasına dayandığı düşüncesini ortaya attılar. Devlet, din dışı toplumsal hayatın müsebbibi halinde görüldü. Türkiye’deki “Hilafet”ten koparak devletler kuran yeni krallıkların ise kabilecilik yaptıkları ifade edilememiştir. Peygamber sonrası Müslüman tarihi boyunca değişik kabileler yerleşik hayata geçtikçe “devlet” kurma yolunu tuttular. Bu tesbit İbn Haldun’un da gözlemi ve sosyoloji kuramının konusudur. Bu şartlarda ulus- devlet fikrini “modern” zamanların teorisi halinde okumak pek gerçekçi değildir. İbn Haldun’a göre kabile/ göçebe hayatta riyaset esaslı bir yönetim biçimi vardır. Yerleşik hayata geçtikçe riyaset (başkanlık), yerini mülke/ hükümdarlığa bırakır. Hükümdarlık kendini güçle tanımlar. Dünyayı İbn Haldun’un bu nazariyesi ile okuduğumuzda “modern” zamanların gerçek karakterinin ulus- devlet olmadığı anlaşılacaktır.
Türkiye açısından halka kimlik dayatmanın asıl konusu kır hayatının ve göçebeliğin yerleşik hayata evrilmesi yolundaki politika idi. Nitekim II. Mahmut’tan Cumhuriyet elitlerine ulaşan bir damar modernleşmeyi Mümtaz Turhan’ın değindiği gibi “zaruri kültür değişmesi” politikalarıyla tatbik etti ve başarısız oldu. Oysa “serbest kültür değişmesi”ni yani II. Abdülhamit- Özal’ı temsil eden çizgi, modernitenin “İslami” formlar içinde aktarımına yöneldi ve sürdürdüğü eşya bolluğu sekülerleşmeyi tahkim edebildi. Geleneğin içinde Batı’nın teknolojisine sahip olma iradesi ile içtimai hayatı modernleştirme politikaları oldukça başarılıydı. Türk toplumunun modernleşmesi ve sekülerleşmesi “İslamî taleplerin devletle uzlaşması” kavramıyla ifade edilemeyecek denli eşya modernleşmesinin eseridir.
Uzun bir dönem boyunca Müslümanların yerleşik hayata geçme projesine muhalefet ederek karşı durdukları “devlet” sekülerleşmenin kaynağı değildi. Bazı yazarların “Modern devletin ulus tabanlı örgütlenme biçimi ile, İslam’ın ümmet tabanlı örgütlenme biçiminin uzlaşması mümkün değildir. Modern politik süreçlere katılan Müslümanların, taleplerini ortaya koyarken modern politik dilin sekülerleşmiş kavramları/ araçları ile ifade etmeye çalışmaları, politikanın İslamizasyonunu (…) taleplerin içsel Sekülarizasyonunu doğuracaktır” (1) şeklindeki yargıları kısmen doğruydu. Çünkü, sekülerizasyon projesinin oluşum mekânı, kentlerdir. Modernleşme ve sekülerleşme arasında doğrudan bir ilişki var. Endüstrileşme ile gelişen kentler, politik süreçlere nazaran daha kolay ve doğrudan la- dinilik oluşturuyor. Kırsal kesimin insanının dine bağlılığı, dindarane bir hayat yaşamak anlamında tavır bulurken, kentleşme ile birlikte insanlar dindarlıklarını hayattan koparıyorlar. Sekülerizm politik süreçlerin değil, geçim ve hayatı idame etme süreçlerinin ürünü şeklinde okunmalıdır. Hayat biçimleri kıra doğru taşındıkça kırsal kesimde de sekülerizm bu sürece dahil olmak istemektedir. Örneğin, çiftçi artık tarlasına ektiği ürünün rekoltesi yüksek bir mahsüle dönüşümünü “ilahi olana” bağlamakta idi. Kaderci ve tevekkülcüdür. Mahsulün artması için gerekli ve yeterli sebebi yağmur yağmasına bağlar. Kırsaldaki modernleşmenin gelişimiyle birlikte kaderci felsefeden ayrılır; sulama kanalları, suni gübre, toprak bellemede pulluk kullanımı, zırai ilaçlar vs. gibi rasyonel araçlara başvurur. Bilim ve teknoloji kullanımı üzerinden sekülerleşmeye uğrar. Tarımdaki makinalaşmanın sağladığı üretim bolluğu bilim ve teknolojinin yapabildiklerini gösteren olgulardan ise de din anlayışındaki bu değişmenin insanın ilahi olandan kopmasına sebep verdiği pek tartışılmamıştır.
Gerçekten de köylü adama nazaran kentli adamın sürekli huzursuz oluşu, derin bir “fakirlik” durumunda yaşayışı, bereketi bir türlü bulamaması… Allah’tan kopuşla ilgili bir halete yakalanmasıyla ilgilidir. Müslümanların kentleri değil de ulus- devletleri eleştirmeleri için yoğun bir propaganda yapılıyor. Bu şu anlama geliyor: Göçebelik yerleşikliğe geçtikçe ulus devletleri eleştirsin ki yeni tüketim alanları ve pazarlar kurulabilsin. Kentle uyumlu bir kırsal hayat tüketime ihtiyaç duymadığı ölçüde tasfiye edilmeye mecburdur. Sekülerlik, dini algılayışların ve değerlerin başvuru kaynağı olmaktan çıkışı ile tezahür ediyor. Balıkları yaratanın ve insana gönderenin Allah olduğunu unutan adamın balığa ulaşmak için sonar kullanması “ilahi olandan yardım”ı talep eden istianenin (yardım dileme) iptaline dönüşüyor. Oysa istiane, namazda okunan Fatiha’nın öğrettiği uluhiyyet tevhidinden başkası değildir.
Paradoks olan şu ki kentleştirilmiş köylülük önce seküler talepler kazanıyor ve sonra tabi olduğu devleti asimilasyon yapmakla suçlayarak kendisi de ulus- devlet olma yoluna sapıyor. Devlet fikri devam ettikçe ulus- devlet yapılanmasından kurtulamıyacağız. Ancak kentleşmeden kurtulmak her zaman olasıdır ve kırın adamı ilahi olana yaklaştırdığını kimse inkar edemez.
(1) ARSLAN Abdurrahman, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim, 2000: 162
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus