Modern toplum “kent düzeni” içinde yaşamaktadır. Kentsel düzen aynı dine dahi inansalar sınıflı bir toplum yapısı getirmekte, “sınıf çatışması”nı da kaçınılmaz kılmaktadır. Bu düzen antik Yunan-Roma’dan beri devam eden bir tarih bilinci içinde Batı dışı toplumlara kabul ettirilmiştir. Batı’da din ruhbanların tekelinde olduğu için Batı kentinin sınıflı toplum yapısı aşılamamaktadır. Rahipler “kutsal erkek”tir. Toplum daha en başta erkeklerin “tanrısallığı” ve “üretmeden servet toplayıcılığı” üzerinden belirlenmektedir. Katolik kilisesi servetin kaynağını toprak görerek tüccarı kazanç hırsına sahip, günahkar bir kişi olarak nitelendirir. Bu biraz da zarurîdir, çünkü üreticiyi toprakta çalıştırmanın (köleleştirmenin) en kolay yolu teolojiden alınacak bu destektir.
Protestanlar ruhbanların “çileci” ve “Tanrı’ya adanmış” hayat biçimini tüccar (burjuva) sınıfına tatbik ettiler. Asketizm, çalışmanın, çalışarak Allah’a adanmanın, tasarruf etmenin bir ibadet olarak kabul edilmesidir. Protestan önderler “Tüccarın kârı, çalışkanlığı, tutumluluğu, kanaat ederek yaşamasından ve gayretinden gelmiyorsa nereden geliyor?” diye sorarak servetin kaynağını toprak dışında arayan burjuvazinin önünü açtı. Anlaşılacağı üzere Batı’da teoloji iktisadî sahada yeni sınıfların meşruiyet arayışının aracıdır. İslâm toplumunda ise iktisadî saha sınıfsal ayrışmalarla tayin edilmiş değildir.
Bu noktada “İslâm toplumu” kavramından ne anladığımızı açıklığa kavuşturmak gerekliliği bulunmaktadır. Biz “İslâm toplumu” kavramını “fıkıhla inşa edilmiş toplum” şeklinde izah ediyoruz. Burada kendisine atıf yapılan “fıkıh” da ondört asırlık içtihatlar külliyatı değildir. Örneğin “Ya Şuayb! Babalarımızın ibadet ettiği şeyleri ve de mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Muhakkak ki sen, halimsin, reşidsin dediler” (11 Hûd 87) ayetinde mal-mülk hakkında kendisini toplumdan müstağni görmemeyi sağlayan ilkeler fıkıhtır. Anlaşılmış olmalı ki, günümüzde “ümmet” adı ile anılan 1,5 milyar nüfusa sahip olduğu söylenen Müslümanlar “İslâm Toplumu” değildir. Bu manada “İslâm Ülkeleri”nin halkları “İslâm Toplumu” oluşturmamaktadır.
Diğer taraftan Müslümanların Batı Kent Düzeni içinde gettolaşması anlamına gelecek toplaşmaları da “İslâm Toplumu” oluşturmayacağı gibi “medeniyet durumu”na da çıkmayacaktır. Sınıflı bir yapısı olan “Kent Düzeni” içinde “İslâm şehri-medine” inşa edilemeyecektir. İslâm şehri, fıkıhla tesis edilmiş bir toplumsallıktır. Toplumu varlık zeminine çıkaran, ona ontolojik bir hususiyet kazandıran husus fıkıh’tır.
Böyle bir fıkıh insanlar açlık ve fukaralık içinde kıvranırken malı “har vurup harman savurmayı” ya da malda yoksulların hakkı olan payı onlara vermemeyi amel edenleri ihtar etmektedir. İhtar İslâm’a bağlılığın sekülerleşmesine, insanın “halifetu’l arz” olarak yüklendiği emanetin terkedildiğine ve şeytanın insanı azdıracağım” ahdinin tahakkukuna ilişkindir. Malları saçıp savurma-maldaki mesuliyetlerin yerine getirilmemesine dair bu iki tavrın dışında mülkiyetin toplumun menfaatine aykırı şekilde konumlanmasını da “fıkhın gereğini yapmamak” şeklinde değerlendirmek gereği bulunmaktadır.
Mülk sahipleri, siyaset-ilahiyat, finans sahipleri kentsel düzenin üç temel sınıfıdır, birlikte hareket eder. Bu üç sınıfın kenti büyüten her müdahalesi yoksulluk üretmekte ve üç sınıfın hegemonik yapısını derinleştirmektedir. Siyasetin alacağı her karar mülk sahipleri ile finans sahiplerinin gücünü artırır. Örneğin bir şehre üniversite açma kararı verildiğinde konut sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu durumda ülkenin üniversite ihtiyacı için mi bu kararın verildiği yoksa ülkedeki egemen sınıfların iktisadî-siyasi-sınıfsal amaçları nedeniyle mi bu kararın alındığı meselesi tartışılmaktadır. Geçmiş dönemde bu niyet belirsizliği nedeniyle Türk siyaseti iktidarların yatırım kararlarının popülist gereklerle mi, yoksa halk yararına mı olduğu konusunda birçok polemik üretmiştir.
Yukarıdaki örnekten devam edersek bir şehre üniversite kurma kararının sonunda konut açığı nedeniyle kiralar yükselecek ve konut fiyatları da artacaktır. Şehir geleneksel kimliği üniversite kurma kararıyla yitirir. Karar alıcılar halkı ikna ederek kaos üretmişlerdir. Bu, son tahlilde kaosun çözümü konusunda karar alıcılara yeniden başvurmayı icbar eden bir mekanizma dayatır. “Şehre üniversite kuracağız” şeklinde dile getirilmiş politikanın tahakkuku kısa ve orta vadede konut sorunudur. Uzun vadede ise eğitimli genç işsizliği, ara eleman istihdamında açık, genç nesilde evliliklerin ertelenmesi, iç göç, geleneksel üretim biçiminin bozulması, beyin göçü, evlilik dışı birlikteliklerin yaygınlaşması, küresel markaların piyasaya girmesi, kültür değişmesi gibi sorunlar çıkacaktır.
Görüleceği üzere siyasetin aldığı bir karar (üniversite kuralım) içtimaî yapıyı anında etkilemektedir. Bu cümleden olarak biz, Müslümanların çoğunlukla yaşadığı toplumlara “İslâm Toplumu” demiyoruz. Bugün yeryüzünde “İslâm Toplumu” denilebilecek bir oluşumdan da bahsedilemeyecektir.
Birey Müslümanlıklarından oluşan bir “toplum”sal durumla muhatabız. Müslümanlar bugün üniversitelerin inşasının da şehirlerin kente (sınıfsallığa) doğru çözülmesinin de belirleyicisi değildir. Burada belirleyicilik küresel kent düzeni ve kapitalizmden gelmektedir.
Müslümanlar “şehir-medeniyet” kavramı etrafında “Hz. Peygamber’in hicretle bir Müslüman toplum oluşturma sünneti”ni dikkate almadan tartışmaktadır. Hicret, Hz. Peygamber (asv)’in “İslam Toplumu-medine-şehir-medeniyet” oluşturan sünnetidir.
Müslümanların tarihe çıkışları “fıkıhla inşa edilmiş toplum” ya da “dinin fıkıhla toplumsallaşması” diye kavramlaştırabileceğimiz hicretle gerçekleşmiştir. Bu toplumun oluşturduğu şehir=medine Batı toplumlarının “kent düzeni” tarihini kırarak yeni bir tarih başlatır.
Bu cümleden olarak medeniyet Süleymaniye Camii, Boğaziçi Köprüsü, İstanbul-Ankara Yüksek Hızlı Tren hattı, GAP sulama projesi değildir. Biz medeniyeti “Müslümanların İslâm Toplumu’na dönüşmesi”, “Müslümanların toplumsal dindarlığı”, “Müslümanların fıkıhla toplumsallaşması” şeklinde kavramlaştırıyoruz. Müslümanlar ancak birey kimliklerinden (birey dindarlıklarından) toplumsal dindarlığa geçme iradesi ortaya koymakla medeniyete varabilir.
Müslümanların “toplumsal dindarlığı-fıkıhla toplumsallaşması-İslâm Toplumu’na dönüşmesi” ile bu toplum kendini dünya tarihine karşı ileri sürer ve bu tarihe şöyle der: Biz Müslümanlar sizin binlerce yıldır sürdürdüğünüz köleci, sömürgeci kent düzenlerinize de kırsal alanlarda uyguladığınız plantasyonlara-feodal üretim ilişkilerine de “şehir=medine” ile karşı koyuyoruz. Şehir=medine toplumunda Müslümanlar birbirleriyle “muahat” tesis ederek rabıta kurduğundan tevhit inancı gereği kimse kimseyi sömüremez, angarya anlamına gelebilecek iktisadî yapılarla emek düzeni belirleyemez, kimse kimseyi evsiz/dilenci/köle/işsiz/ailesiz kılacak bir tekasür sistemi koyamaz. İslâm Toplumu tarihe çıktığında Müslümanların fıkıhla toplumsallaşmasının gereği olarak İslâm’a inanmayanlar da zımmet akti gereği eman altına girerler. İslâm Toplumu kendisine zımmet aktiyle bağlanmış topluluklarla birlikte can-mal-nesil-din-akıl (düşünce) emniyetini tekeffül etmek üzere kentsel düzenlerin tarihini durdurur.
Bu nedenle İslâm Toplumu kendisini yöneten en üst tabakanın dahi yönetilen en alt tabakanın yaşadığı, yiyip-içtiği bir hayat inşa eder. Bu böyle olduğu için Hz. Ömer (ra) yamalı elbise giyerek Kudüs’ü fethetmiştir. Yine bu böyle olduğu için halife Hz. Ebubekir (ra)’in ikinci bir elbisesi yoktur; kirlendiğinde yıkadığı giysisinin kurumasını beklemek durumundadır. Yine bu nedenledir ki Hz. Peygamber (asv) İslam Toplumu’nun en fakirleri gibi hasır üzerinde yatar. Yöneten ile yönetilenin birbirine benzeşmesi İslâm siyaset düşüncesinde “daire-i adalet: adalet dairesi” denilen bir toplum düzeni kurar. Bu sistem Batı Kent Düzeni gibi piramidal bir toplum modeli kurmaz. İslâm Toplumu’nda bir çoban, kurban ibadeti nedeniyle yönetici tabakanın kendisine muhtaç olduğu meslek adamıdır. Çoban, çobanlık yapmadığında kurban ibadetini eda etmek imkân dışı olur. Bu nedenle İslâm Toplumu bir daire sistemi kurar. “Müdür”, “idare” gibi kavramların dairevi siyasetle ilgisi vardır. “Devlet dairesi” demek toplumsal tabakaların birbiri ile ilişkilerinde piramidal bir yapıya dönmemesini sağlayan yönetim felsefesi demektir. Müslümanlar bunu Mekke’den hicretle Medine’ye gelerek inşa ettikleri “şehir=Fıkıh toplumsallığı” sayesinde gerçekleştirdiler.
İslâm’ın hicretle inşa ettiği toplum bir kent düzeni, sınıflı toplum değildir. İslâm “hicret-şehir-medine” pratiğini toplumsallaştırır ve bu toplumu fıkıhla hareket eder kılar. İşte bu medeniyettir.
Bir toplumun “medeniyet durumu” onun bilim-teknolojiyi uygulayarak tabiatı “insana boyun eğmeye zorlaması” değildir. Yine “medeniyet durumu” binlerce yıldır süren üretim-bölüşüm sistemini radikal değişime uğratmak; örneğin, tarım-hayvancılık üzerinden belirlenmiş iktisadî yapıları endüstri-enerji üzerinden belirlenmiş iktisadi yapılara dönüştürmek değildir.
“Medeniyet durumu” Batı’nın tekno-bilim ile geliştirdiği uygarlık düzeni=umran=hadara olmadığı gibi Batı’yı tehdit eden Asya’nın göçebe-avcı-çoban-feodal-despot düzenekleri de değildir. Allah Resulü (asv) Batı’nın uygarlık=hadara=umran Kayserliğine de Doğu’nun köleleştirilmiş yığınlarla kurduğu Kisralığına da yönelmemiştir. Müslümanlar bu iki çatışmanın Doğu-Batı diyalektiğinin tarih çizgisine hicretle karşı çıkmışlardır. Bu nedenle Zülkarneyn kendisiyle karşılaştığı kavmi Yecüc-Mecüc çatışmalarının tarihine uğramamış bir “İslâm Toplumu” haline getirebilmiştir.
Dolayısıyla medeniyet, birbirine zulmetmeyen, birbirini aldatmayan bir Müslüman Toplum iradesinin tarihe çıkması ile inşa edilebilir. Şehir=medine, Müslümanlardan birinin derdinin o şehir=medine’de bütün Müslümanların derdi haline geldiği bir fıkıh toplumsallığıdır. Bu toplumda efendi-köle ayrışmasına izin verilmediği gibi, fertlerin işsiz-evsiz-ailesiz-çaresiz kalmasına da izin verilmemektedir.
Türk düşüncesinde “medeniyet” kavramı birçok düşünür-şair tarafından birbiriyle çelişkili olarak anlamlandırılmıştır. Bu anlamlandırma yukarıda verdiğimiz medeniyet tarifinden de bir hayli farklıdır.
Türk düşüncesinde “medeniyet” Renan’ın “İslâm terakkiye mânîdir” iddiasının cevabı olarak ortaya çıkmış ve düşünsel parçalanmaya, kimlik çatlamasına neden olacak şekilde cevaplanmıştır. İstiklâl Marşı’nda “Medeniyet dediğin tek dışı kalmış canavar” diyen şairin, Safahat’ta “Alınız ilmini garbın alınız san’atını; Veriniz hem de mesainize son süratini. Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü milliyeti yok san’atın ilmin” diyerek medeniyeti reddetmesi Cumhuriyet öncesi aydınların hemen tamamında yer bulmuş bir zihinsel yarılmanın eseridir. Türkiye’de on yıllardır talebeler bir yandan İstiklal Marşı’nın “medeniyeti canavar gösteren” dizesine ve diğer yandan Onuncu Yıl Nutku’nun “muasır medeniyet seviyesini aşmak” hedefini gösteren söylemine muhatap edilmiştir. İki retorik bir zihni çatlama oluşturmaktadır.
Biz medeniyeti fıkıhla “şehir=medine” kuran Müslümanların toplumsallığı olarak ele almaktayız. Müslümanlar Batı Kenti içinde imar edecekleri cami, medrese ve külliyelerle “medeniyet” inşa edemeyecektir. Medeniyet, Müslümanların akıde veya zımmet akti ile oluşturduğu medine=şehirde kimsenin kimseye haksızlık, zulm, sömürü, münker, fahşa uygulamadığı adalet-ihsan-kurbaya yardımdan ise geri kalmadığı bir fıkıh toplumsallığıdır.
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus