Ana Sayfa > Köşe Yazıları > Medeniyet-Şehir ve Diğer Kavramlar

Medeniyet-Şehir ve Diğer Kavramlar

medeniyet-sehir

Türk düşüncesinde “medeniyet” kavramı önemli bir düşünsel parçalanmanın, kimlik çatlamasının tam ortasındadır. İstiklâl Marşı’nda “Medeniyet dediğin tek dışı kalmış canavar” diyen şair, Safahat’ta “Alınız ilmini garbın alınız san’atını; Veriniz hem de mesainize son süratini. Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü milliyeti yok san’atın ilmin” diyerek reddettiği “medeniyet”in Müslüman topluma aktarılmasından bahseder.

Türkiye’de on yıllardır talebeler bir yandan İstiklal Marşı’nın “medeniyeti canavar gösteren” dizesine ve diğer yandan Onuncu Yıl Nutku’nun muasır medeniyet seviyesini hedef gösteren söylemine muhatap edilmiştir (*)[1]. İki retorik birbiriyle çelişkilidir. Bu bir zihni çatlama oluşturmaktadır.

Bu kavram nedeniyle Türk düşüncesi bölünmüş ve farklı eğilimler ortaya çıkmıştır. Sezai Karakoç, “İslâm’da medeniyet vardır” diyerek Safahat ile ünsiyet kurmuş, İsmet Özel “Medeniyet dinin dondurulmasıdır” diyerek İstiklâl Marşı’na intisap etmiştir. Yahya Kemal-Ahmet Hamdi Tanpınar-Hilmi Yavuz ise maziden beslenen “estetik bir medeniyet tasavvuru” ile Batı arasında gerçekleşen karşılaşmanın “iki aradalığı”nı dile getirmiştir. Rasim Özdenören ise Hece Dergisi’nin Mehmet Akif Özel sayısında “İlhamı Kur’an’dan aldıktan sonra İslâm’ı asrın idrakine söyletmek, belirleyiciliği İslâm’dan uzaklaştırmak demektir (…) asrın idraki denilen şey; o asra damgasını vuran insanların görüşleridir” (Özdenören, Hece, 133, 2008: 75) diyecek, Safahat ve İstiklâl Marşı’nda mündemiç iki Mehmet Akif’i birbirinden koparıp ayıracaktır. Rasim Özdenören bundan sonra Akif’e karşı Elmalılı Hamdi’nin “Gül Yetiştiren Adam”ına işaret etmiş ve Müslüman hassasiyeti korumak adına “kendine çekilişi” işlemiştir.

Sezai Karakoç Bey’in “Diriliş” düşüncesi Malik Bin Nebi’nin “Nahda” fikrinden ilham alarak inşa edilecektir. İsmet Özel ise “Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?” sorusunu “Önce Müslüman topluma ulaşalım” şeklinde cevaplar ise de bunun nasıl gerçekleşeceğini ortaya koyamaz ve üst kimlik halinde bir “Türk” kimliği inşa eder. İsmet Özel, “Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?” sorusunun cevabını eksen değiştirerek “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” şeklinde vermiştir. 04 Temmuz 2015 tarihli Konya konuşmasında “Önce Müslüman topluma ulaşalım sonra güçlü oluruz” yargısını “Türk Dünyaya Bedeldir” söyleminin içinden inşa eder:

“Türk neden dünyaya bedeldir meselesi bugün yaşadığımız hayatla alakalı bir şey. Dünyada eğer bir zulüm varsa, bir tahakküm varsa, bir yozlaşma varsa, bir lanet insanlığın üzerine çökmüş halde ise bunun def’i için elde Türk’ten başka bir eleman, unsur, mevcudiyet kalmamıştır. Bu yüzden “Bir Türk Dünyaya Bedeldir.” Neden Türk bu kadar çok önemli? Çünkü Türk mücerred bir şeydir. “Dünyada çeşitli kavimler var, bunlardan bir tanesi de Türk” böyle bir şey yok. Türklük tercih edilen bir şeydir. Küfürle çatışmayı göze almakla ilgili bir şeydir. Bu yakın tarihte hepimizin anlayacağı bir şeydir. Türkleri tarihten silmek, Türk yurdunu ortadan kaldırmak için Birinci Cihan Harbi ile başlayan bir süreç var. Bu süreçte Türkler pek muvaffakiyet elde edemediler. Seferberlik dedik biz Birinci Cihan Harbi’ne. Tarihten silinmemek, yurdumuzu kâfirlere kaptırmamak için biz seferber olduk fakat bunda bir muvaffakiyet elde edemedik. Her ne kadar Çanakkale gibi, Kut’ül Amare gibi başarılarımız olsa dahi. Sonunda 1918 yılına gelindiği zaman Türk bayrağı can ve mal emniyeti bakımından en belalı yerdi. O yüzden bu topraklarda yaşayan insanlar Yunan, İtalyan, Fransız, İngiliz, Amerikan bayrakları altında selamet aradılar. Ama Allah bize nasip etti, bir İstiklâl Harbi verdik. Daha doğrusu bir Sakarya Meydan Muharebesi yaşadık ve topraklarımızı yağmalanmaktan kurtarabildik. Topraklarımızın yağmalanmaktan kurtulması meselesi dünya tarihiyle alakalı bir mesele. Biz ikinci kez dünya tarihinin istikametine tesir ettik. Birincisi Türkler olarak bu toprakları Darü’l İslâm kılarak vatan haline getirmemiz; ikincisi İstiklâl Harbi vererek bu vatanı elde tutmamız. Bu, duaların sonucunda doğmuş bir şeydir.”

İsmet Özel bu anlamda “medeniyet karşıtı” konumlanmış fikri mecraında tutarlı kalmıştır. Ancak İsmet Özel’in fikri cehdinin iktisadî-içtimaî nizâma açılmadığı da işaret edilmelidir. Hz. Peygamber (asv)’in Hicret ile Medine’ye gelişini de tarih perspektifine dahil eden İsmet Özel, Medine’nin iktisadî-içtimaî-müessesevî inşası ile ilgili bir değinmede bulunmaz. Sadece “kafirle çatışmayı göze alan bu Türk” nasıl geçinecek, eğitim, adalet, üretim, meslek, din-heteredoksi gibi sahalarda ne gibi siyasetler geliştirecektir?

Diğer taraftan Müslümanlar “medeniyet” terimini anlamlandırmakta ihtilaflarına rağmen “Önce ahlâklı sanayileşme” diyecekleri bir terkipte karar kıldılar. Fakat okullara gönderdikleri ilk mektep talebesi evlatlarının zihnine “Medeniyet dediğin tek dışı kalmış canavar” mısraını da kazıdılar. Türkiye’de aydın çevresi ve özellikle edebiyat mahfilleri şairler arasındaki fikir farklılıklarının nedenlerini kavramayı mümkün kılacak bir açıklama şeması, analiz metodu geliştirmemiştir. Bu nedenle gerek siyaset ve gerek fikir dünyası Mehmet Akif-Yahya Kemal-Ahmet Hamdi Tanpınar-Sezai Karakoç-İsmet Özel-Rasim Özdenören gibi isimlerin “medeniyet” terimine göre aldıkları konumu tanımlayamamıştır.

İsmet Özel, “medeniyetsizlik” fikri nedeniyle Yahya Kemal-Ahmet Hamdi Tanpınar-Sezai Karakoç-İsmet Özel-Rasim Özdenören’den ayrılmıştır. “Medeniyet fikrine tutunan” yazarların ise aslında Renan’a cevap olan “İslâm mâni-î terakkî değildir” cümlesini şerh ettikleri söylenmelidir. Böylece mesele “Batı’dan neyi ve ne kadar alalım” noktasında sıkışıp kalmış gözükmektedir. Müslümanlar da son tahlilde Batı’dan ithal ettikleri teknik-bilim ürünleri ile bir şekilde Batılılaştıklarının farkındadırlar. Bunun zarureti itiraf edilmiş ve “Müslüman zengin olmalı” denilmiştir. Zengin olmanın yolu kapitalist toplumla ilişki kurmaktır.

Böylece Türkiye’de Terakki, Refah, Kalkınma isimli partiler kurulmuştur. Bütün bu süreç, aydınların Renan’a cevaptan vazgeçmeyi mümkün kılacak başka bir perspektifi keşfedememelerinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Namık Kemâl’den beri aydınlar “İslâm ahlâkı & Batı’nın ilim ve medeniyeti” şeklinde oluşturdukları bir terkiple fikir üretmişlerdir.

Bu yaklaşım “Önce ahlâk ve maneviyat” diyerek ortaya çıkan bir “Sanayi Toplumu Partisi” tarafından da “sanayileşmeye niçin mecburuz?” sorusunun cevabında yeniden kendine yer bulmuştur. Söz konusu parti kapatılmış başka isimlerle yeniden açılmış ancak görüşü değiştirecek fikri hamle yapılamamıştır. Görülüyor ki “medeniyet” kavramının anlamlandırılması merkezî ve hayatî öneme sahiptir.

Bu kısa yazıda “medeniyet” ve bağlı kavramların tanımlanması oldukça zor ise de başlangıç sayılabilecek bazı kavramlara ve anlamlandırmalara yer verilecektir.

Uygarlık (Civilisation): İngilizcede civics olarak geçen kelimenin anlamı “yurt bilgisi” dediğimiz şeydir. Civil ve civics arasında bağlantı bulunuyor. Citizen-City de aynı kökten geliyor. Batı dillerinde bütün bunlar (civil ve civics) cityden geliyor. Civics, citizen-city’deki “t”nin “v”ye dönüşmesi; civil kelimesini türetince “civilisation” çıkıyor. Batılı anlamda “civiliation”, “burjuva kentli” demek. İslâm kenti bir “city” değil, zira İslâm toplumunda 1) Sınıf yoktur, 2) Burjuva yoktur, 3) Sermayeye bağlı bir iktisadî biçimlenme yoktur, 4) Sınıf savaşı yoktur, 5) Kent-city yoktur.

Dolayısıyla “Medine kent devletiydi” diyen Batılı ve yerli aydınların civilisation’u medeniyet terimi ile karşılamaları doğru değildir. Uygarlıkta yurttaşlar “sözleşme” ile birbirlerine bağlıdır. Bu borç doğurur. Medine kelimesinin de “deyn: borç” teriminden geldiğini işaret eden yazarlar citizen-city’deki “borçlu yurttaşlar” ile medine’deki borçlu mü’minlerin birbirine benzerliğini kurmaya çalıştılar. Oysa “Uygarlık (civilisation)” durumunun burjuvalar arası “contrat social- [toplumsal sözleşme]” niteliği ile insanın kâl û belâ’da Allah ile misakından gelen din/deynin borç niteliği birbirinden farklıdır. Medine’de bir ahd varsa bile bu ahd sınıflı toplum olan city’deki sözleşme ile aynı değildir. İki sözleşmenin ortaya çıkardığı organik toplumsallaşma da farklılaşacaktır. Bu nedenle burjuvalar arasında (bourg) akdedilen sözleşmelerle kurulan “kent- city- civic” ile İslam ahkâmının tatbiki için inşa edilen “medine-şehir” aynı dinamiklere haiz olmamıştır. Cemil Meriç Civilisation’u medeniyet diye kullanıyor. Bu problemlidir. Çünkü başka bir yerde civilisation’u Yunan “police” anlamında kullanır. Mehmet Ali Kılıçbay da diyor ki, “Batı dillerinde civitas’tan (kent) türeme civilis(z)ation kelimesi uygarlığı ifade etmektedir. Aynı zihinsel iklim Arapçada da vardır ve bu dilin medine’si (kent), medeniyet kelimesine can vermiştir.” Bu yaklaşım da yukardan beri yanlış olduğunu ifade etmeye çalıştığımız bir anlamlandırmadır.

Sezai Karakoç’ta da kent, medeniyet için başat bir kavramdır. “Diriliş Muştusu” kitabında yazdığına göre uygarlıkların mutlaka siteleri vardır. Kentler ve siteler uygarlıksız varolamaz. “Kent, site, medine doğurma düzeyine varmamış bir uygarlık, henüz tam bir uygarlık olamamış demektir” (s: 185). Sezai Karakoç “İslâm medeniyeti” terimini kabul ettiği halde bu terimi “uygarlık” ve “site-city” terimlerinin baskısından kendisini kurtaramamıştır. Bunun nedeni Malik Bin Nebi’nin “nahda” fikrinin “mütehaddir-hadarat” kelimesine dayanmasından gelen kirliliktir. Uygarlık hadarat-umran gibi kelimelerle izah edilebilir ise de içinde “medine” barındırmaz. Müslümanların uygarlık kurmayacağı, medeniyet tesis edebileceği meselesi Karakoç’un yazı veriminde yeterince izah edilememiştir.

Medine-Şehir: Bir getto olmamak kaydıyla Müslüman şehirlerin “medeniyet” kavramı ile açıklanacağı düşüncesindeyiz. Eğer tüm zamanlar tarihi için İslam nebevî zincirle aynı ilkelerle insanlığa ulaştırılmışsa Hz. Adem (as)’in medeniyeti ile modern zamanlarda ortaya çıkacak İslam Medeniyeti’nin tek bir medeniyet başlığında incelenmesi gerekeceği açıktır. Elmalılı Hamdi Yazır medeniyet kavramı bakımından değerlendirilebilecek bir izah getirir: “Medâin”; medeniyet kelimesinin aslı olan medinenin çoğuludur ki, büyük şehir demektir. Ve bu kelimenin iştikakında başlıca iki görüş vardır: Birincisi medine, başındaki mîm harfi kelimenin aslından olmak üzere “feîle” vezninde olup “medene, yemdinu, mudunen” maddesinden me’huzdur. Ve müdun bir mekanda mukim olmak demektir. Fakat dea ve zera kelimeleri gibi çekimi terk edilmiştir. Bu şekilde medine insan hayatına ilişkin her türlü ihtiyacın karşılanmasını içine alan yer veya böyle bu özellikteki bir yerde ikâmet eden sosyal topluluk kavramıyla büyük şehirlere isim olmuştur. İkincisi başındaki “mîm” harfi zâit ve “yâ” harfi asıl olmak üzere “dane, yedini, dinen” kökünden alınmış olup, “ma’îşet” gibi “mef’ile” vezninde veya medyûnenin muhaffefi olmakla aslında “mef’ûle” veznindedir. “Dine” maddesi ise mülk ve taat, ceza ve siyaset mânâsına olduğundan bu şekilde medîne, mülk ve taat yeri, memleket veya inzibat ve siyaset altında, memlûke anlamıyla büyük şehirlere isim olmuş olur” (Elmalılı Araf Suresi 111. Ayet tefsiri). Hz. Peygamber (asv) Yesrib’e geldiğinde üç meseleyi öncelikle temin etti: 1) Mescid inşası, 2) Müslüman pazarı, 3) Muahat-Kardeşlik. Önemli hususlardan biri müstakil pazar kurmaktı. Hz. Peygamber (sas) Nebit pazarına giderek bir göz attı ve “bu asla sizin pazarınız olamaz” buyurdu. Sonra ileride (Medine pazarı adını alan) bu pazara döndü, etrafını dolaştı ve “(İşte) sizin pazarınız budur; bu (Pazar) daraltılmayacak ve burada vergi alınmayacaktır” buyurdu. Bu nedenle İslâm şehir teorisinde “Cum’a kılınur, pazar kurulur” ilkesi hâkim olmuştur. Cami, şehrin merkezini oluşturmaktaydı ve birkaç mahalleyi birleştiriyordu. Camisi olmayan iskân bölgelerinde yaşayan insanlar Cuma namazı için buraya gelirdi. Cami ticari hayatla doğrudan ilgilidir. Kapitalist birikime uğratılmasına izin verilemez. Çünkü Cuma hür insanların kıldığı bir namaz olup, başkasına ömür boyu ücret karşılığı sözleşme ile bağlanan kişi hür değildir. Din-ticaret ilişkisi nedeniyle İslâm insanı küçük esnaf, köylü, çoban, zanaatkâr olarak “kendi elinin emeği” ile helal yoldan geçinir. Cami çevresinde bedesten, pazarlar, kapalı çarşılar bulunur ve bunlar vakıfların mülkiyetinde kalır. Cuma kılınan yer İslam toplumunda “şehir” hükmündedir. Medine / medeniyet algısının ed-din olan İslam’ın ve nebevî geleneğin bir yansıması olduğu söylenebilecektir.

Diğer taraftan Yasin suresinde “Ve şehrin (medineti) en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. “Ey kavmim, (size) gönderilmiş olan resûllere tâbî olun!” dedi.” (36 Yasin 20) ifadesi yer alır. Bu ifade Mısır’da yaşayan İsrailoğullarına yönelik bir emirdir. Ancak Mısır, ayetin bahsettiği zamanda Firavun tarafından kontrol altındadır. Sadece risalet çağrısı ve bir paygamberin şehirde dolaşması bir beldeyi medîneti kılsa idi Mekke şehri hakkında da hakkında Zuhruf 31 ayeti medîneti diyecekti. Oysa Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkarılması sonrası Yesrib’e “Medine denilmiş olması gerçeği malumdur. Başka bir kriter olmalıdır:

Kur’an topluca namaz kılınan Musa zamanı Mısır’da Müslümanların yaşadığı beldeyi “medinetî” kavramı ile tavsif etmiştir. Musa (as), Mısır’da bir emirle muhatap ediliyor: “Ve Mûsa ile kardeşine vahyettik ki, Mısır’da kavminiz için evler ittihaz ediniz ve evlerinizi namazgâh kılınız ve namazı dosdoğru eda ediniz ve mü’minleri tebşir et” (10 Yunus 87). Bu emir nedeniyle Musa (as)’nın şartları Hz. Peygamber’in Mekke’deki şartlarından farklıdır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’e (asv) Mekke’de Cum’a emri verilmemiştir. Oysa Musa (as), Mısır’a geldiği ilk gün, halkının topluca namaz kılması için emr almıştır. Bunun nedeni Mısır toplumunun içinde İsrailoğullarının müstakil dinî bir topluluk halinde bulunmasıydı. Dolayısıyla “medeniyet” kavramını “Müslüman şehri”nin özelliği olarak Kur’an’î bir ıstılah olarak görmek gerekmektedir. Bu kavramın civilitycivilisation gibi kavramlarla bir ilintisi bulunmamaktadır.

Medeniyet, ed-din olan İslam’ın Adem (as)’den beri gelen “şehir” telakkisidir. Ahkamın uygulandığı, topluca namazın kılındığı bir belde olduğu için Medeniyet, yalnızca İslam’a ait bir olgudur. İslam dışı toplumsal yapıların kurumsal/ beledî/ içtimaî oluşumlarının “medeniyet” şeklinde tanımlanması kavramın Kur’an’daki beyan ediliş biçimi nedeniyle mümkün görünmemektedir.

Medeniyet Görüşümüz: Bizim çalışmalarımızda “medeniyet” çift anlam ağı oluşturmaktadır.

Bunlardan ilki şudur: medeniyet, Müslüman toplumun fıkıhla inşasıdır. Toplumun dindarlığıdır. Bu anlamıyla medeniyet, yol-köprü-baraj-teknik-bilim-silah malzemeleri değildir. Yani umran ya da hadaret kavramlarıyla ilgisi bulunmamaktadır. Toplumlar imar çalışmaları yapabilir ama medeni sayılmayabilirler. Kur’an önceki kavimlerin bazılarının dağları oydukları halde mücrim olduklarını beyan eder. Bu medeniyet değildir: “Hatırlayın ki; Allah Âd kavminden sonra, sizi onların yerine getirdi ve sizi yeryüzünde yerleştirdi. Yerin ovalarında köşkler kuruyor, dağları oyup evler yapıyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini anın da, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın” (7 Araf 74).

İkinci olarak: Farabi’nin yaklaşımından hareket ediyoruz. Farabi “Fusûlü’l Medenî- Tenbîh Alâ Sebîli’s- Sa’âde Farabi’nin İki Eseri” adlı eserinde diyor ki: “Eskiler ‘şehir (el-medîne)’ ve ‘ev (el-menzil)’ terimleriyle sadece meskeni kastetmediler. Fakat, her ne tür mesken olursa olsun, maddesi her ne şeyden olursa olsun, her nerede bulunursa bulunsun- yerin altında veya üstünde, ister tahtadan, ister çamurdan, ister yünden ve kıldan, isterse kendisinden, insanları içinde barındıran evlerin yapıldığı başka başka bir şeyden yapılmış olsun- insanları barındıran (yahvî) meskeni ve meskenlerin barındırdığı insanları kastettiler.” Demek ki ev-mesken kıldan olabilir. Bilindiği üzere kıl çadır, keçi ile ilgilidir. Demek ki şehir=medine çamur, kıl, yünden inşa edilebilir. Farabi’nin bu yaklaşımı Müslüman şehrinin beton-demir ile inşa edilme ezberini bozmaktadır.

Bu durumda “medeniyet yoldur” telakkisi için İslâm düşüncesinde bir delil yoktur. Medeni olmak için Batı tekniği-ilimi alınmak zorunda değildir. Tam aksine ahlâk-adalet-uhuvvet tesis eden bir toplum inşa etmek gereklidir. Bu yaklaşım kabul edildiğinde günümüzde “medeniyetin mimarisi” şeklinde kabul edilen bazı sembollerin aslında “kültür ürünü” olduğu ortaya çıkacaktır. Örneğin Süleymaniye Camii bir kültürdür. Yol, kültürdür. Baraj, Yüksek Hızlı Tren, savaş aletleri, betonarme yapılar kültürdür. O halde, Müslüman toplum, “medeni olacağız!” diyerek Batı ya da Doğu’dan kültür ürünlerini doğrudan ithal edemez. Öncelikle “medeni bir toplum olmalı”dır; bu da ahlâk-adalet-uhuvvet tesis ederek gerçekleşebilir. Her toplum ahlâk-adalet-uhuvvet tesis ettiğinde kendi ihtiyaçlarına münasip bir tekniği kullanarak kültür ürünleri verebilir. Buna göre Süleymaniye Camii, önceki Müslüman toplumun ahlâk-adalet-uhuvvet tesisi ile münasip tekniğinin ürettiği bir kültürdür.

Türkiye’de entelektüel zemin medeniyeti Batı’ya üstünlük sağlayan cihaz ve teknikleri ithal etmekle tanımladı. Biz bu yaklaşımdan artık vazgeçilmesi gerekliliğini vurguluyoruz. Müslümanlar medeniyet tesis edemeyebilir. Nitekim, İsa (as) dindar-ahlâklı-adil-uhuvvet içinde yaşayan bir toplum inşa edemediği için medeniyet tesis edememiştir. Kezâ, İbrahim (as) “tek başına ümmet” olması itibariyle medeniyet tesis edememiştir.

Medeniyet, Müslüman bir toplum ortaya çıkıp şehir=medine inşa ettiği anda husule gelecektir. Müslümanlar içinde yaşadıkları kentsel düzende “medeniyet” tesis edemezler. Kent toplumlar sınıflı yapıları nedeniyle isar ahlâkını, karz-ı hasen’i, muahat tesisini gerçekleştiremezler. Medeniyet fikri mutlaka hane-mahalle-şehir zinciri oluşturmalıdır. Mahalleler mahalleyi oluşturan tüm haneleri birbirine bağlayan bir idari sistemdir. Fertler zengin ya da fakir olmakla mahalle dışına çıkamaz / çıkarılamaz. Bilindiği gibi dört halife devrinde sahabelerin Medine’yi terk etmesine izin verilmemişti.

Medine “adalet yurdu” demektir. Medeniyet, Müslümanların adalet yaptığı toplum demektir. Kavramı böyle tanımlamak Türkiye’nin Batı’dan geri kalmışlığının verdiği ezikliği ortadan kaldıracağı gibi bu ülkenin insanlarının sanayi toplumuna uğratılmasına da mani olacaktır.

[1] Onuncu Yıl Nutku’nun ilgili kısmında şöyle deniyordu: “Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir.”

Lütfi Bergen

twitter.com/BergenLutfi

– Haber Lotus –

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.