Gerek tarihsel seyri gerekse kapsamı açısından Türkiye’nin en önemli tartışma konularından biri ve belki de en önemlisi olan Kürt sorunu, 2010 yılının son ve yeni yılın ilk günlerine de damgasını vurdu. Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) başlattığı ‘demokratik özerklik’ tartışmaları ile Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) açıkladığı ‘iki dilli yaşam’ programı bağlamında yeniden Türkiye’nin gündemini işgal eden bu sorun, Haziran ayında yapılması planlanan milletvekili genel seçiminin de temel gündem maddesini ve kampanya konusunu oluşturacağa benziyor. Ancak hem ulusal hem de uluslararası düzeydeki göstergeler açısından giderek büyüyen ve Cumhuriyet tarihi boyunca birikmiş sorunlarını bir bir çözmeye ya da en azından bu doğrultuda adımlar atmaya başlayan Türkiye’nin, özü itibarıyla etno-politik bir sorun olan Kürt sorununu uygun bir siyasal retorik ve doğru bir tartışma ortamı üreterek ele alması gerekmektedir. Bu yapılmadığı takdirde, Kürt sorunu daha nice yıllar tartışılacak ve yerel ya da genel tüm seçimlerin kampanya malzemesini oluşturacaktır. Zira Kürt sorunu, aktüel dengelerin ürettiği sıradan bir sorun olmayıp, Cumhuriyetin İmparatorluktan, günümüz Türkiye’sinin ise inkârcı cumhuriyet tarihinden tevarüs ettiği oldukça kapsamlı bir sorundur.
Bu açıdan bakıldığında, geçtiğimiz yılın son ayında başlayan ve içine girdiğimiz yılda da etkileri devam eden özerklik ve iki dillilik tartışmaları, Türkiye’nin geldiği özgürlük ve demokrasi düzeyini göstermesi açısından son derece önemlidir. Yakın zamanlara kadar resmi düzeylerde varlığı açıkça inkâr edilen ve çoğunlukla bölgesel geri kalmışlık, yabancı kışkırtması, feodal/dinsel toplum yapısının yol açtığı anti-modernist bir hareket vb adlarla tanımlanan Kürt sorunu, bugün adı konularak tartışılabilmekte ve en marjinal öneriler dahi çözüm olarak sunulabilmektedir. Zaten Kürt sorununun barışçıl bir şekilde çözümü de, ancak bu türden bir ideal tartışma ortamının yaratılmasıyla mümkündür. Fakat bu ideal, yani özgür ve demokratik tartışma ortamı, yalnızca bir şeylerin konuşulmasına müsaade etmekle sınırlı kalmamalı; aynı zamanda konuşulanlar dolayısıyla kimsenin suçlanmadığı, ‘vatan haini’, ‘bölücü’ vb sıfatlarla itham edilmediği güçlü bir siyasal kültürün oluşmasına da kaynaklık etmelidir.
Özerklik ve iki dillilik tartışmaları, Türkiye’nin bu açıdan çok iyi bir durumda olmadığını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Son 30 yıla damgasını vuran silahlı çatışma döneminin artık sona ermesi gerektiğini anlatmak için sıkça kullanılan ‘düz ovada siyaset’ metaforuyla uyumlu bir çıkış olarak görülebilecek talepler, vatana ihanetle eşdeğer tutulabilmekte ve tartışılması dahi reddedilerek ötekileştirilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, geçmişte kimlikleri ötekileştirilen Kürtlerin, şimdi de taleplerinin ötekileştirildiği ya da en azından bu yönde bir yönelimin olduğu söylenebilir. Oysa Kürt kimliğinin inkârını temel alan 80 yıllık Cumhuriyet deneyimi, bu türden ötekileştirme çabalarının hiç de olumlu sonuçlar vermediğini ve hatta tam aksi sonuçlar doğurabileceğini ortaya koymuştur. Türkiye’nin, bu denli güçlü bir deneyimi olmasına rağmen, aynı yanlışı sürdürmekte ısrar etmesi, sorunun daha fazla siyasallaşmasına ve ideolojik bir temelde sahiplenilmesine yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Kaldı ki, toplumu kategorize eden ve onun belirli kesimlerini ya da o kesimlerden gelen talepleri düşman(ca) olarak gören bir bakış açısı, sadece karşı tarafı değil, aynı zamanda bu korkuyu yaşayanların bizatihi kendilerini de ötekileştirecektir.
Bu karşılıklı ötekileştirmenin temelinde, ‘muhalefet etmek’ ile ‘düşman olmak’ arasındaki büyük farkı göremeyen yanlış bir siyasal bilincin bulunduğunu söylemek mümkündür. Gerçekten de, muhalefet etmek ile düşman olmak farklı şeylerdir. Muhalefet siyasal bir pozisyon iken, düşmanlık ontolojik bir kategoridir. Dolayısıyla muhalefet eden bir yaklaşım, rakibi değiştirmeyi ya da dönüştürmeyi hedefleyen bir eleştiriyi; düşmanlık eden bir yaklaşım ise düşmanını yok etmeyi hedefleyen bir imhayı temel alır. Özerklik ve iki dillilik tartışmalarına bakıldığında da bu durumu görmek olasıdır. Zira Türkiye’de siyasetin ana aksının çoğunlukla muhalefet ilişkileri ekseninde değil, düşmanlık duyguları etrafında şekillendiği görülmektedir. İşte bu düşmanca duygular, farklı kimliklerin birbirlerinden korkmasına ve farklılığın inkâr edilmesine yol açmaktadır. Oysa bütünüyle siyasal ve ideolojik gerekçelerle reddedilen bu farklılıklar, daha güçlü ve daha şedit bir siyasal ve ideolojik karşı duruşla karşılık bulabilmekte ya da böyle bir karşı duruşun oluşmasına neden olabilmektedir. Çünkü kimliklerle salt siyasal-ideolojik temelde kurulan ilişkiler, söz konusu kimliklerin algılanma, sahiplenme ve savunulma biçimlerini de derinden etkilemektedir.
Kimliklerin salt siyasal-ideolojik parametrelerle anlamlandırılması, bu kimliklerin özel ya da kamusal alanlardaki temsil biçimini ve dilini de etkilemektedir. Bu bağlamda, Kürtlük gibi görece “sorunlu” bir kimlikle salt siyasal-ideolojik düzeyde ilişki kuranların muhalefet etme biçimlerinin belirgin bir mağduriyet dili ürettiği ya da böyle bir dil üzerine inşa edildiği söylenebilir. Kimliklerin yalnızca siyasal-ideolojik düzeyde tanımlanıp savunulduğu bu ilişki biçimi bir kısır döngüye yol açabilmektedir. Çünkü sürekli olarak yaşanılan bir mağduriyet duygusuna atıfta bulunmak, ebedi olarak sahiplenilen bir muhalefet bilincini doğurabilmektedir. Sorunların çözümünü, uzlaşmayı ve bir arada yaşama olanaklarını azaltan bu ‘sürekli mağduriyet-ebedi muhalefet diyalektiği’ ise, kimliklerin aşırı bir biçimde siyasallaştırılmasının ya da ideolojik bir temelde tanımlanmasının bir sonucu olarak görülebilir. Zira etnik, kültürel ya da dini kimlikler, bir takım siyasal-ideolojik yapı ve söylemlerin araçsallaştırdığı bir nesne durumuna indirgendiğinde, kendi özgün taleplerinden uzaklaşabilmektedir. Dolayısıyla, örneğin Kürt ya da Alevi kimliği etrafında şekillenen muhalefet etme biçimi ve mağduriyet dili, söz konusu kimliğin ya da kimliklerin sorunlarını ortaya koyan ve bu sorunların çözümlerini talep eden bir biçim ya da dil üretmek yerine, çoğu zaman marjinal bir siyasal-ideolojik yapı ve söylemin propaganda aracı haline dönüşebilmektedir.[1] Nitekim Türkiye’nin yaşadığı son tartışmaları bu duruma örnek olarak göstermek mümkündür. Ancak burada örneklik teşkil eden şey, dile getirilen özerklik ya da iki dillilik talepleri değil, bu talepleri dile getirenlerin marjinal siyasal kimlikleri ve üsluplarıdır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu marjinal yapı ve söylemlerin gündemi belirleyecek denli güçlü hale gelmesinin esas sebebi, o kimliklerin kendilerini özgürce ifade edecekleri alanları bulamamasından kaynaklanan mağduriyet duygusu ve bu duygu aracılığıyla harekete geçirilebilen muhalefet eğilimidir. Mağduriyet duygusu ekseninde gelişen bu muhalefet eğilimi aracılığıyla kendisine ifade imkânı bulan talepler, özgür ve demokratik bir tartışma ortamının gerektirdiği olgunlukla ve eleştirellikle karşılanmaz da, yeni ötekileştirmelere yol açacak bir düşmanlıkla ele alınırsa, marjinalliğin sıradanlaşması ve sıradanlığın marjinalleşmesi rahatlıkla söz konusu olabilir. Böyle bir riskle baş edebilmenin yegâne yolu ise, siyaset yapmanın bütün olanaklarını kullanmaya elverişli demokratik bir düzen oluşturmaktan geçmektedir. Taleplerin özgürce dile getirilebildiği/tartışılabildiği, adil bir siyasal temsiliyetin sağlanabildiği ve hiçbir kimliğin yekdiğeri karşısında ayrıcalıklı olmadığı bir demokratik düzen, bütün aşırılıkların, hem de herhangi bir düşmanlık ilişkisi geliştirmeden önlenmesine ve sıradan olanın marjinal karşısındaki üstünlüğüne işaret etmektedir. Herhangi bir konunun ya da talebin böyle bir zeminde tartışılmasının, eleştirilmesinin hiçbir mahsuru yoktur. Hatta sorunun çözümüne ilişkin ipuçlarını da içlerinde barındırdıkları için bu türden tartışmalar çok da faydalıdır. Ancak bu tartışmalar, rasyonel bir muhalefetin sınırlarını aştıkları ve düşmanlığa dönüştükleri takdirde, Kürt kimliğinin inkârıyla süregelen 30 yıllık savaşın devamından gayrisine hizmet etmeyecek ve düz ovada siyaset yapmanın imkânsızlığına inanmamızı isteyen marjinallerin aşırılıklarına sıradanlık ve dahası haklılık kazandıracaktır.
Not: Bu yazı Stratejik Düşünce Dergisi’nin 2011 Şubat sayısında da yayınlanmıştır.
[1] Yasin Aktay, Ahmet Kızılkaya vd., “Türkiye’de Ortak Bir Kimlik Olarak Ötekilik”, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara, 2010, s. 119.
Ahmet Kızılkaya
– Haber Lotus –
HLotus