Nurettin Topçu’nun Millet Mistikleri içinde saydığı Sabahattin Ali üzerine Mustafa Kutlu’nun bir inceleme kitabı bulunuyor. Bu kitapta Sabahattin Ali’nin dünyasını Gerçekçilik, Romantizm, Samimiyet, İçlilik-Coşkunluk, Dengesizlik, Çaresizlik, Yalnızlık, Dürüstlük, Ayrıcalık başlıkları altında tahlil etmektedir. Kitabın Anadolu başlıklı bölümünde ise Anadolu, Anadolu insanı, Aydın-yarı aydın, Köy-kasaba-eşraf, Şehir, Hükümet altbaşlıkları açılmıştır. Kitapta, Sabahattin Ali’nin ruh dünyasından, vicdanî hesaplaşmalarından, inanç bunalımlarından, kişiliğinden, muhitinden hareketle öyküsüne- eserine yaklaştığı bölüm ile Anadolu’nun insanı, toprağı, kasabası, şehri, aydını hakkındaki kavrayışını ele aldığı bölüm çift vecheli bir kimlik inşa eder. Yazardan hareket eden bir eser çözümlemesi ve muhitten etkilenmiş bir yazar profili çözümlemesi yapılır.
Mustafa Kutlu’nun henüz hikâye yayınlamadan önce yaptığı ikinci inceleme Sait Faik hakkındadır. Bu kitapların yeni baskıları yapılmamıştır. Nurettin Topçu’nun Hikâyeleri: Taşralı başlıklı yazısında Türk hikâye tarihine kısaca değinir. Türk hikâye tarihi içinde Sait Faik’i “Modern hikâyeciliğimizin büyük hamlesi Sait Faik ile vücut buldu” cümlesi ile selamlar ama Sabahattin Ali’nin adını zikretmez. Türkiye’deki hikâye anlayışlarını 1) Başı sonu belli, toplumsal faydayı göz önünde tutarak yazılan hikâyeler- Ömer Seyfettin, 2) Ferdi öne çıkaran hikâyeler- Halit Ziya, 3) Olayın ve zamanın baskısından hikâyeyi çekip çıkaran modern tavır- Sait Faik şeklinde üç ana mecrada işaretler. Bu hikâyelerin klasik Türk hikâyesinden sonra gelişen Batı türü hikâye anlayışının hakimiyetinden belirdiğini söyler. Kutlu’ya göre Klasik Türk hikâyesi, “Şark hikâyesi”nin bir parçasını oluşturur. Özelliği, remizci anlatımla “olağanüstü” hedeflere yönelen, İslâm sanat telakkisinin belli bir yansımasıdır” (KUTLU, 1992: 123).
Nurettin Topçu hikâyesi hakkında bir yazıda Sabahattin Ali’nin adını zikretmemiş olsa da Ali Birinci’nin, Mustafa Kutlu’nun Sabahattin Ali hakkındaki kitabı yazmasının sebebini Nurettin Topçu tesirine bağlaması önemsenmelidir: “Bir yazarı bütün külliyatı ile okurdu ve okumayı tavsiye ederdi. Bu meyanda bahsettiği belli başlı yazarlar arasında Refik Halit Karay, Sabahattin Ali, Ömer Seyfettin ve tarihçi Ahmet Refik Altınay ilk hatıra gelen isimlerdi (…) S. Ali’yi çevresine sevdiren de yine merhumdu. Mustafa Kutlu’nun S. Ali hakkındaki kitabı bu tesir altında yazılmıştır” (SILAY, 2010: 163). Topçu’nun Sabahattin Ali hakkında yazdıkları Mustafa Kutlu hikâyesinin oluşumunu anlamak bakımından anahtar rolündedir. Kutlu’nun Nurettin Topçu hikâyesini inceleme biçimi kendi hikâyesinin ipuçlarını verdiği gibi, Sabahattin Ali hikâyesinden ayrılış hatlarını da belirler. Kutlu, Topçu hikâyesinin genel karakterini şu cümlelerle ifadelendirir: “Topçu’nun eserlerinde dramatik yapı, sınıf ilişkileri veya benzeri çelişkiler değil bir “ahlâk” meselesi olarak belirmektedir. Bir yanda zalim kimseler, menfaatçı, sahte din adamları, tüccarlar, merhametsiz zenginler, halkı sömürmek üzere sırtını devlete dayayan idareciler, muhtarlar, eşkiyalar; diğer yanda ise mazlumlar, ahlâk sahipleri, fazilet timsalleri bulunmaktadır. Hikâyelerin çoğunda zayıflar, ahlâk sahipleri, kimsesizlerin ağdalı bir melodram içinde ezildikleri, yok oldukları gözlenir. Bu yapısı ile Topçu’nun hikâyelerine kaba bir yaklaşım yapılırsa bunların “umutsuz, kötümser hikâyeler” olduğu gözlenebilir. Ancak bu kötümserlik yüzeyseldir. Derinlerde daima “mağlupların zaferi” hissedilmektedir. Bir sürü, namussuz, ahlâksız tipin içinde daima bir müsbet kişilik bulunmakta, yeri geldiğinde bu insanlar birer “fazilet örneği” vermektedirler. Topçu, köylünün ızdırabını dindirmek için didaktik bir tavır geliştirmez. Ancak maarif ve iktisat ile ahlâkın düzeltilmesi özlediği bir şeydir. Bunların ötesinde merhamet, hizmet aşkı ile millete yönelmeyi, kişinin sahibine, yüce yaratanına çevrilmesi olarak görür” (KUTLU, 1992: 125). Kutlu’nun Topçu hikâyesi hakkındaki bu değerlendirmesi doğru ama soyuttur ve eksiktir. Kutlu, Topçu’nun hikâyelerini incelerken Sabahattin Ali’nin hikâyeleri hakkında değerlendirmelerine benzemeyen bir yol tutar. Topçu’nun hikâyelerini “Anadolu’nun Düzeni” perspektifinden kopararak ele alır. Kutlu, bu hikâyeleri “Topçu Hoca, (…) sabrı, gayreti, affı, rahmeti ve merhameti telkin etmiştir. Kini, gayzı, düşmanlığı değil” (KUTLU, 1992: 127) şeklinde değerlendirecektir. Topçu hikâyesi ve metinlerine merhametin karşısında sınıf ya da çatışma teorisinden bakılamayacağı muhakkaktır. Bununla beraber Topçu’nun hikâyesinde zalimlere yönelik “Hakk’ı söyleme” ve “halkı uyandırma” misyonu yüklenen “mazlum nesiller”den bahsedildiği de reddedilemeyecektir. Topçu’nun Yeryüzünün Yarınki Manzarası başlıklı hikâyesinde de görüleceği üzere “Hakk’ı söyleyen” ve bu uğurda mazlumiyete düşen mahviyetkâr adamlar olmalıdır. Zaten başka türlü Topçu’nun Hallac’ı felsefesinin odağına koymasının anlamı yoktur. Nitekim Topçu, düşünce metinlerinde olduğu gibi hikâyesinin merkezine de Hallaccı “Allah aşkını” yerleştirmiştir: “Çarmıhlara gerilen dünkü mazlum nesiller onun zulme doğru uzanan ellerini tutacak; Dur, yapma, diyecek, onlar zulüm etti, biz etmeyeceğiz. Bizim vazifemiz ezmek değil, hayata kavuşturmaktır. Biz yıkıcı değil, kurtarıcıyız. Zalim kardeşlerimizi bize bırakınız!” Böyle diyecek ve önce onların ellerine zincir yerine maharet verecekler. Dillerini çivileyecek yerde ona hakkı, sevgiyi, hürriyeti bahşedecekler. Beyinlerine kızgın yağ yerine ilim, dehâ, ahlâk ve din dolduracaklar. Sonra onlarla el ele verip Hakk’a götüren yolu birlikte tutacaklar ve intikamlarını öyle alacaklar” (TOPÇU, 2006: 275). İktisat ve ahlâkın düzeltilmesi, bu uğurda “çile çeken” adamların fedakârca kendilerini öne atmalarıyla toplumun sarsılması ve kendine dönmesi ile mümküne geçecektir. Sabahattin Ali’nin doğruları söylemek ile karşılaştığı eziyetler ve ölüm biçimi, zulmün kendiliğinden ortadan kalkacağını düşünmeyen Hallaccı ortaya atılmayı hatırlatmış olmalıdır. Nurettin Topçu’yu etkileyen husus bu olsa gerektir. Topçu için büyük adam, zamanındaki toplum tarafından anlaşılmamış sözcülerdir. “Mehmet Akif (…) Hz. İsa ve Yunus, zamanlarında büyük adam sayılmayan büyük çilecilerdir” (TOPÇU, 1998: 96). Sabahattin Ali de sözüyle toplumun karşısına çıkmıştır. Burada bir benzerlik vardır.
Mustafa Kutlu’nun Topçu hikâyesinde belirlediği diğer bir hususiyet de şu cümlelerde aktarılır: “Hayatın hakikatini engin bir tefekkürle burada bize gösterir. Bütünün sırrına erer. Dünyada iken bir an için hakikati görmenin, lütfa erişmenin, müşahade makamına kavuşmanın verdiği manevi sarhoşluk halleri sergilenir” (KUTLU, 1992: 129). Bu alıntıda Topçu’nun sufî dili kullanmasına işaret vardır. Belki Sabahattin Ali hikâyesi ile Topçu hikâyesindeki asıl fark da buradadır. Kutlu, kendi hikâyesini tam da bu alanda belirlemiş ve çok katmanlı bir dil kullanmıştır. Ercan Yıldırım’ın Kutlu hikâyesi ile sufî bağlantılar kurması haklıdır ve teslim edilmelidir: “Mustafa Kutlu, hikaye kitaplarının incelenmesinde de görüleceği üzere, hemen tüm eserlerini “dünyadan çıkış” üzerine kurgulamıştır. Çünkü Kutlu dünyayı ayetten hareketle “yalnız” oyun ve eğlence mekanı olarak düşünmektedir. Ancak Kutlu’nun dünya üzerindeki bu tasarrufunda, “dünyayı boşvermişlik” kesinlikle yoktur. Olay örgüsü, şahısların meslekleri ve edimleri, dünya içinde olma, yaşam içinde olanları değerlendirme yanında “dünyanın tuzaklarına” yakalanmamayı içermektedir. Tasavvufi kültürü içselleştiren Kutlu, teorik tasavvuf algısında olduğu gibi, “dünyadan el etek çekme” fikrinde değildir. Kavramsal olarak dünyanın “insanlar için ekenek” olduğu kabulüne yaslanan yazar, “dünya nimetlerinin” belli bir süre sonra “külfet” haline dönüştüğüne hikayelerinde yer vererek, bu nimetlerden “aşırı” yararlanma azminin, “dünyaya intibak” etmeyi gerektireceğinin üzerinde durur” (YILDIRIM, 2007)
Nurettin Topçu, Millet Mistikleri kitabında yer alan yazısında Anadolu’nun hikâyesi hakkında şöyle der: “Anadolu’nun realitesini, tabiatı ve insanıyla birlikte üstün ifadesiyle yaşatan, Refik Halit’in hikâyeciliğidir. Bu bedbaht yazarın menfaatlarının çilesi kenine, kazancı millî edebiyata bağışlandı. Onun yanında daha birçok kalemlerin millet hayatında ilham arayan eserlerini okuduk. Ancak hiçbirinde Anadolu’yu bir millet vatanı halinde ve Anadolu insanının ruhunu, büyüklükleri ve sefaletleri içinde yaşatılmış bulmadık” (TOPÇU, 2009: 146). Sanıyorum bu cümleler Mustafa Kutlu hikâyesi ile Sabahattin Ali hikâyesi arasındaki farkı anlamak için de zihin açıcı olacaktır. Zira Kutlu hikâyesinde sefalet bir tablo olarak karşımıza çıkmaz. Kutlu bu noktada bir kırılma yaşamaktadır. Çünkü Kutlu’nun yorumunun aksine Topçu, Türkiye’deki içtimai “bozulmanın – elit bir ‘kadro’nun dümeni eliyle çözülebilecek – ârizi ve teknik bir problem olduğunu varsayan” yaklaşımlardan rahatsızdır (MOLLAER, 2007: 146). Kutlu Sabahattin Ali incelemesinde Anadolu başlıklı yazısında farklı bir duruş ortaya koyar: “Sabahattin Ali yer yer bakımsız, kıraç, suya ekmeğe muhtaç haliyle ve bazan da insane yaşama tutkusu aşılayan ırmakları, ormanları, dağları, aşkları, gökleriyle Anadolu’yu olduğu gibi gören anlatan yazardır. Onun bu hikâyeleri şimdilerde pek tutulan Anadolu’yu çorak, sıtmalı, yoksul, yıkık, abus suratlı, ağalı, eşkıyalı, birbirinin kanına susamış insanlarla yaşanmayacak derecede bayağılaştırılmaya çalışılan ve güya bu yoldan gerçekçi edebiyat yaptıklarını zannedenlerle kıyaslanırsa, toplumsal gerçekçiliğin objektifliği yönünden değeri ortaya çıkar. Gerçi Sabahattin Ali köy romanı, köy hikâyesi yazarı olarak, geniş anlamda bu konuları işlemiş sayılamaz. Hatta bu açıdan bakılacak olursa başarısız ve yamalı bir tutum içerisindedir (…) Biz burada, onun Anadolu’nun tasvirci tarafından çok- zaten bu tarafı ile tutarlı değildir- Anadolu insanına bakışına (…) dikkati çekmeye çalışacağız” (KUTLU, 1972: 124). Mustafa Kutlu, Sabahattin Ali’nin köye eğilirken idari mekanizma- köylü ilişkileri hakkındaki çelişkileri “göstermesi”nden haz etmez. Köylülerden bahsederken köylünün iç dünyasının yansıtılması kanaatine sahiptir. Sabahattin Ali’nin Anadolu’da yaşadığı yılları “bir Anadolu insanı olarak yaşayamadığı” değerlendirmesindedir (KUTLU, 1972: 151). Bu nedenle Anadolu’nun trajedisini büyük bir içtenlikle vermesini önemser ama yazarın Anadolu insanını işleyen hikâyelerinde onun tabiatla, idare mekanizmasıyla, aydınlarla olan ilişkileriyle açmazlarını anlatmasını onaylamaz (KUTLU, 1972: 150). Kutlu, “Tasavvufi dil üzerine çalışmaktayım” (LEKESİZ 2001: 115) demekte ve köylünün iktisadî- içtimaî müşküllerini derunî bir yönelişle aştığı yargısıyla hikâye vermektedir. Sezai Coşkun da bir makalesinde Kutlu’nun köye bakışını “resim- tablo” kavramı dolayımında açıklar: “Mustafa Kutlu, (…) her hikâye kitabında köyü veya köyle ilişkili bir meseleyi söz konusu eder. Konusu kentte geçen hikâyelerde dahi köy ana olayı besleyen bir öge olarak hep yer alır. Kutlu, köyü daha ziyade kasaba üzerinden anlatır. Onun değerlendirmeleri çerçevesinde köy ile kasaba arasında fazlaca bir fark gözlemlenmez. Kasaba da köy de tabiatla iç içe oluşlarıyla ve insanın kendince bir hayat yaşayabildiği yaşam alanlarıyla öne çıkartılır, farklılıkları üzerinde durulmaz. Ancak Kutlu daha ziyade kasaba üzerinde durur. Kutlu’nun kasabayı önemsemesi, bu yerleşim birimini toplumları meydana getiren ve yansıtan bir laboratuar olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. ‘Kasabaya Ne Oldu?’ başlıklı yazısında burayı, ‘toplumun pek çok özelliğini, insanımızın kişisel tarihini daha düne kadar büyük ölçüde belirleyen‚ “kasaba” şeklinde tanımlayan yazar, buranın küçük ölçekte bütün bir toplumun yansıması olduğunu düşünmektedir. Nitekim hikâyelerinde bir mekân olarak buraya yüklediği fonksiyona bakıldığında yazarın kasabayı toplumun aksettiği bir ayna olarak değerlendirdiği anlaşılmaktadır (…) Tabiatı, insanın kendini bulma hali olarak kabul eden yazar, insanın tabiatla fıtratına uygun bir hayat yaşayabileceğini düşünür. Nitekim hikâyelerinde köyün/kasabanın en belirgin unsuru olarak yer alan tabiat, hep güzellikler içerisinde tasvir edilir. ‘Göz alabildiğine bahçeler, bağlar. Bir yeşil deniz canım, bildiğin ağaç denizi. Elmalar, armutlar, efendi kütür kütür yeşil erik. Yanakları kızarmış ballı şeftaliler. Hele üzüm, hele üzüm. Allah’ın bir hikmeti canım. Salkımı olduğu gibi ağzıma sokuyorum, geriye bir çöp çıkıyor.’ ‘Sessizlik ve ses. Tabiatın doğal sesleri” (COŞKUN, 2010). Tablo olması gereken tabiatı meşakkat, mahrumiyet, kavga alanı olarak yansıtan Sabahattin Ali hikâyesine uzak düşer. Coşkun, Kutlu’nun tabiata tablo olarak baktığını ifade eder: “Yazar, kullandığı üsluptaki sıcaklıkla tasvir ettiği tabiat tablosu karşısında adeta kendinden geçtiğini okuyucusuna hissettirir. Bu tabiat hali, modern kentin asfaltının, makine sesinin karşıtı olarak insanî unsur biçiminde düşünülür. Tabiat, insanı kendine getirmektedir” (COŞKUN, 2010). Oysa Nurettin Topçu’nun köydeki düzene bakışı böyle değildir.
Topçu, kentlere ve sanayileşmeye dur diyecek bir devlet ve nizam arayışındadır. Kutlu’dan farklı olarak Anadolu’nun üzerindeki parazitlere işaret eder: “Fakirlerle yoksullara gelince, sosyal yardımın, sadaka veya bağış şeklinde onlara çevrilmesi ise haksızlık, belki de bir zulümdür; başkalarının hakkı olan rızkı onlara sadaka diye uzatan gururumuzun zulmüdür (..) Bu zulmün hesabını Allah bize soracaktır. Bu yoldan gidilerek istihlâkin de bizzarure kayıtlanamaması, bugün halkın kalbine sokulan ve servetlere gömülen zevksiz, sanatsız, değersiz şarkıcıyı parazit halinden kurtaracak(…)tır (…) Bu adalet projesinde toprağın, çalışan eller arasında eşitlikle bölünmesi de zaruret olacaktır. Anadolu’da ağalar tahakkümüne mutlak surette son verilmelidir” (TOPÇU, 1998: 62- 63). Kutlu’nun köylüye bakışı ile Topçu’nun “cemaatci köy nizamı” arasında bir ayrışma oluşmuştur. Coşkun’un da ifade ettiği üzere Kutlu Topçu’nun köye vurgusundan etkilenmiştir. Ancak köydeki nizam tasavvuru bakımından Topçu ile aynı vurgulara sahip değildir.
Sabahattin Ali hikâyesi hakkında “köylünün iç dünyasının yansıtılması” kanaatini kitabının başka bölümlerinde tekrarlar: “Asıl belirlenmesi gereken idarî mekanizma-köylü ilişkileri, taşıdıkları lâkaydi içerisinde acı bir dille anlatılmıştır. S. Ali’nin bu hikâye ile ‘Köylü Efendimizdir’ sloganının işleyişine ışık tutmak istediğini zannediyoruz (…) köye eğilirken köy insanlarının içini yansıtmaktan çok onların dışardan görülen manzaralarıyla, asıl onlara idareciler tarafından reva görülen muameleleri vermek istemiştir. Bu açıdan S. Ali hikâyeleri daha çok aydınları ve yönetcileri sıygaya çeken niteliktedir” (KUTLU, 1972: 177). Kutlu, bu cümleleri ile Topçu’nun da aydın-bürokrat elitlere tavrının Sabahattin Ali ile benzer bir söylem içerdiğini dikkate almaz. Kutlu, Sabahattin Ali’nin eserlerinin büyük kısmının toplumsal gerçeklik yolunda yapılan sosyal tenkit özelliği gösterdiğini bu nedenle yapılan eleştirilerin bir ucunun devrin idarî mekanizmasına dayandığını belirtir. (KUTLU, 1972: 197). “Hükümetten başlayarak bütün müesseselere yayılan ve idareci kadroya yönelen eleştiriler hikâyelerin tümünü kapsamaktadır” (KUTLU, 1972: 197). Kutlu, Sabahattin Ali’nin aydın eleştirisi hakkında da yazarın taviz verici olmadığı, olması gerekeni savunduğu için geçimsiz ve kavgacı bir tip olarak tanındığı yorumunda bulunur (KUTLU, 1972: 154). Kutlu’ya göre Sabahattin Ali’nin tanıttığı aydınlar gerçek bir aydın olmaktan ziyade yarı aydındır (KUTLU, 1972: 154). Bu nedenle Sabahattin Ali hakkında, Anadolu’nun yarı aydın takımının çelişkilerinden dolayı halktan dostlar edinmiş, karşılıksız verme özelliğine sahip Anadolu insanına sığınmıştır, der. Ancak halkla da organik bağ kurduğu, onu içinden biriymişçesine tanıdığı söylenemez, diyecektir (KUTLU, 1972: 159). Kutlu’nun “halkın içinden biri” kavramının kitaba mührünü bastığı ve sufî bağlanışları temsil ettiği söylenebilir. Kutlu’ya göre Sabahattin Ali’nin başaramadığı bu tanıma ancak başka bir bakış açısının egemen olduğu devirde ulaşılabilir: “[Bu], Halk içinden onun değerleri, onun kültürü ile yetişen ve ondan ömür boyu ayrılmayan –halk tipi aydın– ların işidir ki, devletle milletin kaynaştığı, birbirini gayet iyi anladığı devirlerde olagelmiştir. Yani bakış açımızın bize ait olduğu devirlerde” (KUTLU, 1972: 159). Kutlu’nun bu ifadesinde bir paradoks vardır. Çünkü Sabahattin Ali “devletle milletin kaynaştığı” o devrin ortadan kalktığı bir dönemin hikâyesini yazmaktadır. Ayrıca devlet-millet şimdi (1972) kaynaşmış mıdır? 1972’de Türkiye’de büyük bir anarşi ve kaos vardır. Nurettin Topçu’nun şimdi nakledeceğimiz sözleri köylü, küçük memur ve küçük esnafın kıskaca alındığı yolundadır: “Asırlardan beri Anadolu beylikleriyle aşiret devirlerinden kalma bu ağalık tahakkümünü ortadan kaldıramadığımız gibi devrimizde buna sanayi ağalarının zorbalığı da ilave edildi. Köyde ağa, şehirde ağa (…) küçük memur, küçük esnaf, küçük toprak adamı olarak, bir çoğu da işsizliği meslek edinmiş sürünen milletimin hak gözünde mesul katilleridir. Bu (…) baskıyı ortadan kaldırmak, bu demirden düğümü çözerek Anadolu’yu hayatî ve iktisadî hürriyetine kavuşturmak yapılacak inkılâpların başında gelse gerektir” (TOPÇU, 1997: 176). Mustafa Kutlu “yoksulluk” kavramını Sabahattin Ali’den farklı olarak anlamlandırır. O’na göre yoksulluk görecelidir; yoksulluk ile konforu ayırmalıdır (KUTLU, 29.02.2012). Kutlu, bu yazısında yoksulluğa karşı kanaattan bahseder, pantolonunda yamalar olduğu bir çocukluk dünyası çizer. Lastik ayakkabı giyer, eskileri de atmazdık, der. Sorar: Biz yoksul muyduk? Kutlu’nun bir başka yazısında kentleşmenin arttıkça dindarlaşmanın da arttığı yargısı vardır (Şehirdeki Köylü- 30.05.2007). “Türkiye modernleştikçe dindarlık artıyor, bu da ezber bozan bir oluşumdur” (KUTLU, 30.05.2007). Bu yazısında modern binaların inşasına itiraz etmez; ancak onu kullanacak olan şehirdeki köylünün alafranga tuvaletin kıbleye dönük olmaması gerekir, der. Bu çerçeveden bakınca dönüşümü harekete geçiren siyasi oluşumu “alaturka kesimin iktidarı” olarak görür. Çünkü kültür birikimimiz ve inanç- geleneklerimiz alafranga yaşama direnmektedir (KUTLU, 30.05.2007). Kutlu’ya göre içsel hayat, inanç ve değerler modernizmi de bir önceki iktisadî sapma olan modernleştirme sürecini de alt etmeye kifayet etmektedir. Kutlu bu yorumuyla nizam algısından uzak kalır, ahlâk ve sufî bağlanışın toplumsal hayatı “kendiliğinden” düzenleyeceği iması verir. Nitekim Coşkun da Kutlu hikâyesindeki çatışma kutuplarının mutlak iyi/kötü olarak verilmediğine işaret eder: “Yazar, çatışma unsuru inşa etmeyi ihmal etmez. Ama çatışan iki taraf, mutlak iyi veya mutlak kötü olarak kurgulanmaz. İyide bir zaaf olarak kötülük, kötüde ise bir erdem özelliği hep muhafaza edilir. Köy/kasaba, masumiyetin, ahlakın ve önemli oranda dinin idare ettiği bir hayat biçiminin sürdürüldüğü yer olarak kurgulanır” (COŞKUN, 2010). Coşkun’a göre de Kutlu, üretim mücadelesine dair tasvir ve anlatımlara yanaşmaz: “Mustafa Kutlu, köyü/kasabayı anlatırken buralardaki gündelik hayatı, tarlasında çalışan insanları, verilen üretim mücadelesini pek söz konusu etmez. Daha ziyade köy hayatını idare eden değerler manzumesini ve köyün, insanıyla tabiatıyla genel panoramasını ortaya koyar” (COŞKUN, 2010). Ruhanî hayat ve gönlün Allah’a tabiyeti üzerinden “köy-kasaba insanı”nı ele alır. Bu insanlar yoksul değillerdir, kanaat etmemektedirler.
Kutlu’nun Sabahattin Ali hikâyesini iktisadî bir zeminden okumadığı ifade edilmelidir. Bu kitabı değer (inanç) meselesini merkezde tutarak yazmıştır. Sabahattin Ali’nin romantizmini konu aldığı bölümde gerçekliğe ve toplumsal sorunlara eğilmesinin memleketin çıkmazlar içinde bulunması ve bu çıkmazların onun ruhunda uyandırdığı sarsıntıya bağlamaktadır. “Halkın ezilmişliği karşısında duyarlı yüreğinin harekete geçmesi ve tabi bir oluşla gerçekleri aksettirmesi gerekirdi. Öyle de yapmıştır” (KUTLU, 1972: 64). Sabahattin Ali’nin sanat felsefesini “Sanat, bütünteferruatıyla hayatı ihtiva etmek, insanda yaşamak, insane gibi yaşamak, daha iyiye daha yükseğe daha temize doğru koşarak, yaşama arzusunu, hatta ihtiyacını uyandırmalıdır. Hülâsa sanat, gaye değil vasıtadır” sözlerini naklederek verir (KUTLU, 1972: 65). Kutlu, bu anlayışı Sabahattin Ali’nin Gorki ve Hamsun tesirine kapılmasına hamleder. Kutlu’ya göre Sabahattin Ali şu ya da bu şekilde gerçekliğe girmiş ama yaradılışı romantic olduğu için duygusallıktan kopamamıştır. Sabahattin Ali bu nedenle Kutlu’ya göre ince bir duygusallık içindedir. Bu onu bazen alıngan, bazan küskün, bazan kaderci, bazan isyankâr, bazan da kavgacı kılar. İçli bir insandır, hassas bir ruhun belirtisidir bu. Her hali ile merhamet doludur. “Bu nedenle hikâyelerinde zaman zaman önceki bölümlerin gerçekliği ile arada veya sonraki bölümlerin romantikliği iç içedir. O iki zıddı bir arada yaşayan ve yazan sanatçılardandır” (KUTLU, 1972: 74) der. Kutlu, Sabahattin Ali hikâyesinden farklı olarak kendi hikâyesini felsefî- sufî alana çekmiş olduğundan gerçekçi hikâye anlayışına bağlanmaz. Ercan Yıldırım’ın da ifade ettiği gibi Kutlu’nun kahramanları sapma içinde olsalar da “yaradılıştan/ varoluştan/ fıtrattan kopmazlar. Onlar dünyanın genel yapısına uysalar bile “hakikat”in farkındadırlar. Kutlu’nun bu anlayışının Sabahattin Ali incelemesi içinde de izleri vardır. Bu anlamda Kutlu’nun hikâye ve yazılarının daha başlangıçtan beri “kendinde bilinç” hali içinde olduğu söylenebilecektir.
– COŞKUN Sezai, Mustafa Kutlu’nun Hikayelerinde Temel İzlek Olarak Köy-Kent Meselesi, Turkish Studies, Vol. 5, Issue 2, pp. 363-409, 2010
– KUTLU Mustafa, Nurettin Topçu’ya Armağan içinde- Nurettin Topçu’nun Hikâyeleri: Taşralı, Dergâh Yayınları, 1992
– KUTLU Mustafa, Sabahattin Ali, Dergâh Yayınları, 1972
– KUTLU Mustafa, Yoksulluk Ne ki?, Yeni Şafak Gazetesi, 29.02.2012
– KUTLU Mustafa, Şehirdeki Köylü, Yeni Şafak Gazetesi, 30.05.2007
– LEKESİZ Ömer, Yeni Türk Edebiyatında Öykü, Kaknüs Yayınları, Cilt: 4, 2001
– MOLLAER Fırat, Anadolu Sosyalizmine Bir Katkı, Dergâh Yayınları, 2007
– SILAY Mehmet, Fikir Dünyamızın Yıldızlarından Nurettin Topçu, Düşün Yayıncılık, 2010
– TOPÇU Nurettin, Millet Mistikleri, Dergâh Yayınları, 2006
– TOPÇU Nurettin, Ahlâk Nizamı, Dergâh Yayınları, 1997
– TOPÇU Nurettin, Kültür ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, 1998
– YILDIRIM Ercan, Mustafa Kutlu Hikâyeciliği, Ebabil Yayıncılık, 2007
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus