Ana Sayfa > Gündem > Muvazzaf ve Emekli Öğrenci Kolektifleri

Muvazzaf ve Emekli Öğrenci Kolektifleri

Antik Yunan’da ‘barbar’ sözcüğü tam olarak konuşamayan, eveleyip geveleyen, bugünkü tabiriyle kekeme insanları tanımlamak için kullanılırdı. Sözcüğün bugünkü kullanımının da bu minvalde olduğuna hiç kuşku yok. Zira TDK’ nın sözlüğüne göre ‘uygarlaşmamış, kaba, saba, ilkel’ anlamlarına gelen barbar sözcüğünün tanımına içkin bütün bu sıfatların, dil yetisiyle/konuşmak eylemiyle doğrudan bir ilişkisinin olduğunu görebiliriz. Buna göre, dile hâkimiyetinizin ya da konuşma kabiliyetinizin oranı ile ‘barbar’ sözcüğünün tanımına içkin sıfatların oranı arasında ters orantılı bir ilişki bulunur.[1] En genel deyimiyle ‘negatif ilişkisellik’ olarak tanımlayabileceğimiz bu duruma gündelik yaşamın her aşamasında rastlamamız mümkündür.  Geçtiğimiz Aralık ayında meydana gelen ve Zaman gazetesi yazarlarından Mümtaz’er Türköne’nin ‘patolojik bir durum’ olarak tanımladığı öğrenci olayları da, söz konusu negatif ilişkisellik bağlamında değerlendirilebilir.

İlk olarak İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisinin önünde başlayan ve daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde devam eden öğrenci olayları, yalnızca polisin bu olaylar karşısında kullandığı orantısız güç ile gündeme taşınmış ve konunun (daha doğrusu sorunun) başka açılardan tartışılabilmesinin önüne geçilmiştir. Oysa AK Parti hükümetini ve onun üyelerini hedef aldığı gözlemlenen bu olaylar, polis tarafından kullanılan aşırı gücü de eleştirecek bir biçimde ve fakat daha geniş bir zeminde ele alınmayı hak etmektedir. Zira söz konusu öğrenci olayları, merkez medyada öne çıkarılan ve sadece ‘mazlum öğrenci-zalim polis’ karşıtlığı içinde sunulan bir masumiyet diline denk düşmemekte, aynı zamanda Türkiye’de çoğunlukla ‘Cumhuriyet’in kazanımları’ olarak sunulan üniversite gençliğinin entelektüel ya da düşünsel kapasitesine de işaret etmektedir. Tam da bu nedenle, mezkûr olayları, kendi tikel bağlamından çok daha geniş bir bağlam içinde değerlendirmek gerekmektedir.

Siyasal iktidar tarafından düzenlenen ya da siyasal iktidarın da parçası veya bileşeni olduğu her türlü etkinliği en şedit şekilde protesto etmeyi hayattaki en hakiki gayesi olarak addeden muvazzaf ve emekli ‘öğrenci kolektifleri’ isimli marjinal sol gruplar, Türkiye’nin özellikle metropol şehirlerindeki büyük üniversitelerinde kampüs içi fiziksel iktidarı ellerinde bulundurmakta ve bu fiziksel güç aracılığıyla diğer öğrenci grupları üzerinde entelektüel bir tahakküm kurmaya çalışmaktadırlar. Hükümetin ülke geneline yayılan siyasal tahakkümüne karşı çıktıkları iddiasıyla korsan gösteriler düzenleyen, yumurtalı saldırılar yapan ve sempozyum ya da panel türü etkinlikler de her türlü aşırılığı sergileyerek davetlilerin konuşma haklarını ellerinden alan da yine bu kolektiflerdir. Ancak kolektiflerin sergilediği bu profil, Türkiye’nin bugününe özgü nevzuhur bir durum değildir. Türkiye’nin yarım asrı biraz geçkin demokrasi tarihi, sonu askeri darbe ya da muhtıra ile sonuçlanan bu türden öğrenci olaylarıyla doludur. Ancak geçmişte sağ-sol çatışması şeklinde kendini gösteren bu olaylar, günümüzde yalnızca radikal sol gruplar tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla burada radikal sol gruplar açısından bir sürekliliğin olduğu belirtilebilir. 68 kuşağını temsil eden kişilerle milenyum çağının gençlerini aynı karenin içinde buluşturan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki yumurtalı saldırı etkinliliğini de bu sürekliliğin bir kanıtı olarak görmek mümkündür.

Son zamanlarda meydana gelen bütün bu gelişmeler, önemli bir değişim sürecinden geçen Türkiye’nin üniversitelerdeki öğrenci gerçekliğiyle de yüzleşmesi için iyi bir fırsat sunmaktadır. Elbette bu yazıya konu oluşturan öğrenci olaylarının aktörlerinden hareketle bütün üniversite gençliğini mahkûm edecek genelleştirmelerden kaçınmak gerekmektedir. Ancak entelektüel sığlıkla malul üniversite gerçekliğimizin ve bu gerçekliğin en görünür yüzü olan üniversite gençliğinin durumuna dikkat çekmek de önemlidir. Evrensel ve özgür düşüncenin mekânı olması gereken üniversiteler, bugün ideolojik tahakküm alanlarına dönüşmüş durumdadır. Her üniversite, hatta her kampüs belirli bir ideolojinin kalesi konumuna düşmüş ve söz konusu ideoloji ekseninde şekillenen bir entelektüel sığlık oluşmuştur. Bu üniversitelerde, eleştirel bir düşünce ya da farklı bir yönelime izin verilmediği gibi, toplumsal gerçeklikle uyuşmayan ve hatta çoğunlukla onu önemsemeyen anlayışlar ön plana çıkmaktadır. Sayıları az olmasına rağmen, özellikle metropol şehirlerdeki büyük üniversitelerde örgütlü olan ve bu nedenle kampüs içi iktidarı ellerinde tutan radikal sol gruplar, bu duruma örnek olarak verilebilir. 

Temel felsefelerini ‘bize ait olmayan iktidar kötüdür’ aksiyomu üzerine kuran bu sol grupların en tipik özelliği, içinde bulundukları zaman ve mekânın koşullarından bağımsız olarak her şeye karşı çıkmaları, bir başka deyişle ontolojik bir muhalefet anlayışıyla mevcut bütün gerçekliği reddetmeleridir.   Adına ‘özgürlük’, ‘adalet’ ve ‘eşitlik’ talep ettikleri kendi halklarından pek bir rağbet gör(e)meseler de ve hatta o halkın demokratik tercihleri sonucunda iktidara gelmiş siyasal partilerden ve iktidarı bu şekilde ele geçirmekten nefret etseler de, onlar bu halk için var olduklarına ve yaptıkları ya da yapacakları her şeyi de bu nedenle yaptıklarına/yapacaklarına inanmaktadırlar. Bu inanç, radikal sol grupların eylem ve düşüncelerindeki aşırılıkları görmelerini ve kendilerini yenilemelerini engellemektedir. 68 kuşağıyla bugünün sol gençliği arasındaki söylemsel ve yapısal benzerlik, ‘değişmeyen koşullar karşısındaki değişmeyen söylem ve yapı’ benzerliğine değil, tam aksine ‘sürekli değişen/farklılaşan koşullara rağmen, hiç değişmeyen, hep aynı kalan bir söylem ve yapı’ benzerliğine işaret etmektedir. Zaten radikal sol söylemlerin toplumsal düzeyde karşılık bulmaması ya da kitlelere mal olmaması da, içine düştükleri bu anakronizm dolayısıyladır.  

Aktüel zamanın ihtiyaçlarıyla uyumlu bir ilişkiselliği inşa edemeyen, kendi ideolojik varsayımlarının mutlak doğruluğunu esas alan ve özellikle muhafazakâr temelde örgütlenmiş her türlü yapı, söylem ve hareketi faşizm diye yaftalayan bu gruplar, çeşitli provokasyonlara açık olmanın yanı sıra, entelektüel formasyon açısından da oldukça yetersizdirler. Solcu olmayı entelektüel, ilerici ve modern olmanın yeterli ve zorunlu şartı olarak gören bu grupların yaşamla kurdukları ilişki çok sınırlı bir düşünsel müktesebata ve çoğunlukla anakronik bir zihniyet dünyasına dayanmaktadır. İstisnalar dışarıda tutulmak kaydıyla, derinlikli felsefi ve sosyolojik okumaların yapıldığını söylemek ise gerçekten çok güçtür. Ancak her ne kadar kendini yenilemekten ve çağın koşullarına uygun bir siyasal söylem geliştirmekten aciz olsalar da, bu gruplar varlıklarının öneminden ve kendi doğruluklarından asla şüphe duymamaktadırlar. Zaten iktidar partisine yönelik sert ve militarist tavırları da bu kesin inançlılıktan kaynaklanmaktadır. Buradaki kesin inançlılık iki boyutludur. Birinci boyutu yukarıda anlatılan radikal solculuğa özgü egosantrisizm oluştururken, ikinci boyut bütünüyle ötekinin varlığı üzerine inşa edilmiştir. Ötekinin varlığına yüklenen kötülükler, bu kötülüklerle mücadele eden kişilerin ya da anlayışın taşıdığı erdemlerin doğal kanıtı ve bu mücadelenin ahlaki zorunluluğunun ispatı olmaktadır. Böylece solcu olmak, erdemli olmakla ve dünyanın ideal görüntüsünü temsil etmekle bir tutulurken, diğer bütün pozisyonlar gayriahlâkî bir konuma indirgenmektedir.

Tam da bu bağlamda biçimlenmiş bir solculukla iştigal eden yumurtalı saldırganlar da, kendi bireysel müktesebatlarına istinat eden bir özgünlükle değil, bir takım sabiteler etrafında buluşmuş grupların kolektivizmine dayanan bir anonimlikle hareket etmektedir. Son olaylar, söz konusu hareketliliğin, imkân bulduğu takdirde, nasıl da tahammülsüz, saldırgan ve ceberut bir hareketlilik olduğunu ortaya koymuştur. Zira saldırganlar, ellerine verilen mikrofona konuşmak yerine bağırıp çağırmayı, eveleyip gevelemeyi tercih etmiş, mikrofonla konuşanları ise yumurta atarak cezalandırmıştır. İşte bu noktada, Antik Yunan’daki tanımına atıfla kullandığımız ‘barbar’ sözcüğüne tekrar başvurmakta yarar olabilir. Çünkü entelektüel gelişmişliğin ve dahası medeniliğin ölçüsünü ‘konuşmak yoluyla kurulan iletişimde’ bularak dil yeteneklerini geliştirenlerin aksine, her türlü cümleyi anlamsız kılacak bir kekemeliği temellük etmiş ve karşısındakini zor yoluyla susturmayı kendisine vazife edinmiş olanların arasındaki en temel fark, bu sözcüğün Antik Yunan’dan beri süregelen etimolojik hikâyesinde saklıdır. 

Not: Bu makale, Stratejik Düşünce Dergisi’nin Ocak 2011 sayısında da yayınlanmıştır.


[1] Ahmet Kızılkaya, “Hrant Dink ve İnsanofobia”, Yeni Şafak, 17 Eylül 2007.

Ahmet Kızılkaya

– Haber Lotus –

HLotus

2 thoughts on “Muvazzaf ve Emekli Öğrenci Kolektifleri

  1. iktidar partisinin yurtsever öğrencileri avladığını ve her ünv bröşür dağıtan kürt öğrencilerin içeriye atıldığını düşündüğümüze bunu sadce solun radikal değerlere yaslanmasına bağlanmakla açıklamak rasyonel değildir.evet değişim denilen bir olgu var küresel ölçekte ama bu değişime başta iktidar olamk üzere her grup ve fraksiyonlar uyum sağlıyamıyor.

  2. Ya beni kış uykusundan niye uyandırıyorsunuz…
    Ne imiş öğrenciler Başbakan’ı protesto ediyormuş.
    Şimdi ben aykırı keman çaldığımda protestocumu olmuş oluyorum anlamış değilim.
    Kızılkaya sizi ve sivrisineği de doğru düşünmeye davet ediyorum.Madem ki üniversitelerde muhalefet istemiyorsanız bari stadlara karışmayın yahuu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.