( Muharrem Ayında aşure niyetine bir Kerbela şiiri üzerine notlar)
Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor” diye yazar Necip Fazıl; bu zor hikayeyi en kısa ifade etmenin yoludur; şiir. Elbette şair olana kolaydır. Onlarca kitapta söylenilecekler yerine bir mısrayla kâinatı tarif eder şair. Kâinat bir muammadır, içinde var olan insan muamması kadar muammadır. Verilenden ötesi bilinemez, geçilebilenden ötesi geçilemez. Bu muammayı bir tek mısrasıyla açıklar Kudretullah Dede, Halet Efendi öldüğü zaman; O da bir haletti geçti diyerek. Üstat da boş durmaz kâinatı muşamba bir dekor olarak görür. Ben şair olmadığım gibi şiirle olan yakınlığım biraz şiir kitabı okumak ve bazı arkadaşlarımın şair olması kadar bir yakınlıktır. O yüzden ne bir mısra ile kâinatı ifade etmek ne de hikâyesi zor dünyanın “nasılı” üzerinde durmak durumunda değilim. Bu zor hikâyenin içinde bazen şairler gibi tek mısraya sığdırılmış dünyalardan bahsetmek istesem de lal olmuş dilim dönmez, elim kalem tutmaz. Benim şiir aşkım dilsizin konuşma aşkına benzer. Ben lal bir şair gibiyim;lal olmadan önce ortaya çıkan şiir denemelerimi ve ezberlerimi Anadolunun her saf çocuğu gibi sevdalı günlerime borçluyum. Bir de okullu yıllarımızın resmi şiirlerine. Yani 23 Nisan neşe doluyor insan kafiyesiyle hazırola geçip, güneşin ufuktan doğacağı vakit yürümeye and içtiğimiz şiirlerimize.
Elimde şiirin mecrasından gelmeyen bir şairin, hikâyesi zor dünyayı mısralarına dökmüş imzalı bir kitabı duruyor. Bu sadece bir duruş değil, bir karşılaşma; şiirin hazan mevsiminde ezberimizde kalan resmi ve gayri resmi şiirlerle idare ederken şimdi Hüzün ve Bela’nın başıma bela olan hüznüyle karşı karşıyayım. Şairler ne der ama benim kanaatim şiir hazan mevsimindedir. Adı afişlere yazılmış üç beş şair saltanatını sürdürüyor. Dışarıdan gelen sesler afiş önlerinde bekleyen kalabalıkların alkış seslerinden beslenmiyor. Kalabalığa yazan şair şiirinin yankısını nasıl duyar bilmem. Konuyu uzatacağım galiba, ama uzatmamak için kısaltayım. Ben hüzün ve belada birbirinden ayrılamayan kavramların birbirini nasıl beslediğini ve ilk mısradan itibaren aynı sesin ahenginin devam ettiğini duydum. Neydi bunlar: Bebek, çocuk, anne, çiçek, sokak kedisi, güvercin, gözyaşı, yağmur, su, toprak, ölüm ve bunların beraberinde getirdiği mazlumluk, masumluk. Hüzün ve Bela Kerbela’nın hikâyesiyse Kerbela deyince akla gelen bunlar değil midir? Kerbela bunların hepsiyle iç içe geçmiş değil midir? Bazen mısralar arasındaki bütünlüğün kaybolduğunu görebiliyorsunuz, fakat bütünlük kaybolsa da cümlelerdeki meydan okuma parçalanmışlığı gizliyor. Ben nasıl yorumlamak isterim bu şiiri. Ben de uyandırdığı duygularla ifade etmek isterim, işin bu tarafından bakıp yazayım dedim. Teknik inceleme pek hoşuma gitmiyor. Uzayıp giden siren sesi gibi insanı hep dikkat mesafesinde bekletiyor. Anlaşılması gerekenin anlaşılmasına fırsat vermiyor. En iyisi şiiri şairin mısralarıyla anlamaya çalışmak olacak. Onun mısralarıyla ve bazen bilindik sözlerden bize arta kalan cümlelerle anlamak. Bu arada bu şiirlerin meydan okuması karşısında çaresiz kalan ve yazarak kurtulmayı deneyen güzel bir değerlendirmeyi de inkar etmemek lazım
Ah Hüseyin Aşkla Sesleniyorum Sana
Aşkla seslenen birinin dertten gayrı söyleyeceği ne vardırki. Lakin boşa mı söylemişler “aşk gelince bütün dertler bitecek” ya da her ne var ise aşk imiş gerisi kîl ü kal imiş. Elbette böyle imiş.Amenna. Ya aşk gelmezse. Aşka susamış topraklarda duran şair birgün aşka veda etmiş topraklarda durursa şiir ne olur mısralar nasıl dizilir. Bu topraklar mazlum, masum. Bu topraklar bağrına nesilden nesilleri dizerken kavruk insanları kadar ağlamaklı. Sevmek zaten yanmak değimlidir, neden yakılır Hüseyin’i sevenler zaten yanmamış mıdır? Kerbela’da yanmanın yakılmaktan gayri suya ihtiyacı mı vardır? Kerbela Hüseyin midir, Ali midir. Ali Sünnî midir, Alevî midir. Kerbela aşk coğrafyasının en yanık bağrı. Yaptıkları onca kavgadan sonra Alevîyle Sünnî’nin ortak gözyaşı döktüğü coğrafya. Şair coğrafyanın neresindedir, bu şiirlerinde. Yatağı olmayan sel suyu gibi birdenbire görünen şiirleriyle, şair neresindedir bu coğrafyanın susuz topraklarının.? Susuzsan mazlum, yanık, mağdursun. İsyanı bir ananın ah çekişi kadar asidir. Yalancı asiliklerinin aşksız sularında barınmaz. Bu şiirler mecrasından gelmiyor, köşe başlarını tutmuş şairlerin ezbere okunmaktan başka işlevinin olmadığı bir yerden geliyor. Sabahın uzun, en uzun çocukları, güneşi erken tanıyanlar ve çöllere erken düşenler, artık ne kılıç kullanmak korur ne onları kalkan tutmak. Ölüme saf saf dizilirken korkunun ne anlamı var. Sevgilinin öpüşünden sonra yaşamanın ne anlamı var. Şairin derdi artık susuzluktur, kendine değildir sular, susuz güllerin yollarında bekler. Akşamları, sadece akşamları uysallaşır. Hüzündür akşamı uysallaştıran. Hüzündür ona, uysal at sırtında hüznünden solmuş çiçekleri suya götürten. Aşk suyundan neden geçer kurutulmuş çiçekler, bir sevdanın hüznüne doğru, bahardan önce. Artık gönlümüzün hasat mevsimi gelmiştir ve gönlümüzün hasat mevsimi gelince yaşamak ızdırap olur diye yazar Baudelaire. Ne fark vardır, gönlümüzün hasadıyla, hazanı arasında.
Şair Kerbela susuzluğundan beri suyun peşindedir, ama bilir ki gözyaşı solgun çiçeklerin içindedir. Başka bir gözyaşı gülümsemededir. Gül mevsimleri hastadır evliya dilinde. Bir nefes sıhhat ancak gülden kaynaklanır. Türküsüz aşk olur mu? Yanık bir türkü tüter lokomotiflerden, uzayıp giden tren yolları uzayıp giden aşk yollarına dönüşür, açılıp sarmayan yârin kolları yüksekkapı istasyonunun kenarında susuzdur ve birdenbire her şeyi beklediği gibi yağmuru bekler. Açılıp saran yârin kolları bir duaya âmin der gibidir. Açılıp sarmayan yârin kolları Allah’a niyaz eder gibidir.
O kimdir? O kaderimizdir kederimizi bağlayan gözyaşlarına hapsedilmiş. Kerbela çölü kadar kavurur. Şair kurtuluşunu aşkta görür; sarışın bir aşkta. Çöl rengi diye mi? bana kalsa bir kahveringi göz kadar kavrulmuştur aşk. Gözyaşları çaresiz hep yağmurun peşindedir sevgilinin saçları gibi bir de gözleri. Issız öpüş yoktur, öpüş zaten yokluktur; ancak tek başına okunan türkülerin deyişinde yaşar. İmkânsız olan aşktır şair için, ama imkânsız İsa kendisidir. İmkânsız İsa’nın var oluşu imkânsız aşkın içindedir. İsyanı bundandır şairin, mümkün olan nedir, aşka imkân tanımayanların dünyasında mümkün olan nedir?
Yıkılmasını istediği yüksek mahkeme koridoru değildir, hep yükseklerde durup adil olmayan mahkemedir. Karton kapaklı şehir kadar, yapma bir çiçek kadar mahkemedir. Bir mahkeme zaptı kadar kesin konuşup yüreğini parçalarken imkânsız aşk adil olmayan bir sevgilidir. Kınar, kınar, bencildir; öyle ki sevdiğini itiraf edemeyecek kadar. Kefenini mendil diye taşıması gözyaşlarındandır şairin. Şair; İmkânsız İsa. Ölüme ölmeden bakmıştır telaşsız gözleriyle, sonra kalbini çıkarıp toprağa vurmuştur imkânsız İsa ve sonrasında yenilmişlerin yıkık omuzlarındaki yükü, uzaklardakilerin yakınına gidecek kadar yüklenmiştir. Atatürk Bulvarı’nda Vakko’da intihar korkusu yaşayan kalabalığa seslendiği gibi yükü ağır Yahudilerin geçtiği yollara düşer, birgün Londra’da Leyla bulmaya gidecek kadar, mumdan gemilerle ateşten denizlere açılır. Leyla’yı Londra’nın ortasında bulur değişmemiştir Leyla! Leyla! aynı Leyla dediysek bizim imkânsız Leyla. Leyla olmaz diye diretirken aşka, ölüm senin neyin olur ki diyecek kadar kefenini mendil gibi cebinde taşır. Hazırdır dalgınlıkla bakmış olduğu dünyada yadırgadığı yerini terk etmeye. Hep yeniden başlar gibi geldiği kapıda onu dışarıda bırakmışlardır. Hep yeniden başlar gibi gelir. Aşka durmuş bir militan gibi gelir.Yeni bir Sevda Süleyman’ı gibi gelir, sonra bulutlarda sakladığı uzak yazılarını açar. Soğuk gecelere bırakılmış kuytu bir köşede kanı kurumamış itiraflarını. Sen olmadan olmayan Leyla’nın gözleri sen de kalmış ya der aynasına öyleyse neden aşktan ve ekmekten utanç duyarsın der Leyla’ya. Bir ben sevemem seni yakından yokluğun ateşi sarar derinden güller yanınca mavilerinden gel desem gel desem gelirmisin sen gelemeyen halleri bilir misin sen. İmkânsız aşkı yeniden ifade eder imkânsız İsa. Leyla’nın ki nasıl bir imkânsızlıktır bilinmez. Paramparça olma vaktidir gece ve uygundur, zaten hazırdır. Parmaklarında biriktirdiği ölüm beklemektedir karşılamaya. Ölü kelimeler dergâhı imkânsız Leyla’dır. Eski harflerle yayılır sesi. Eski harfler bizim için ne kadar eskidir. Bilinmedik harfleri kim okur ki.
Musa ağaçları altında bilinmez bir sevda yatar. Ta ki ağaç asa olana, Musa asayı bulana, asa yılanları yutana kadar. Bütün bu aşkımızın arasında bir vatan yatar. Vatan şairlerin sivri diliyle çizilmiş bir aşk coğrafyasıdır. Müebbet bir ülkeyi çağırdığından beri uzanır Bosna’dan Filistin’e Kerbela’dan Hayber’e, ama öksüzdür vatan. Âl-i Osman’a ağıt yakacak kadar öksüz ve tarihe muhtaçtır. Şair müebbet vatanı kucaklamak ister.Vatanı kucaklarken utangaçtır, bir sevgili kadar, onun için sessizce geçer memâlik, çünkü ağlamaklıdır, toprak. Çöllerin bıraktığı hüzün yeni bir bela sancısıdır.
Sokağa düşmüş yavru kedilerin soğuk çığlıkları içler ürpertirken onları katletme telaşındadır uykusu bozuklar. Ancak bir çocuk sever yumuşak tüylerinden. Onlara bir anne arar annesiz gezilmeyen sokaklarda, ama kaldırımlar yalnız çocukların annesi değil midir? İşte aşk coğrafyasında şair kedilerin mırıldayan sesleri arasında ısınır. Bütün sokaklar üşümüştür ve bütün çiçekler solmuştur. Hüseyin’le beraber bütün mazlumlar yanmıştır. Yani çiçekler, yani bebekler, sokak kedileri. Mazlumlara çocuk gibi sevmek gerektir. Şair hep çocuk kalmıştır, annesini arayan. Çocuk gibi sevmek Attila İlhan’ın dilinde devler gibi ızdırap çekmektir. Şair çocuk gibi sevmiş şimdi devler gibi ıstırap çekmektedir. Toprak kurumasın diye, çöl susuz kalmasın diye gözyaşları bütün mısralarında dolaşır, çünkü sular da ağlamıştır. Şehit mazlumdur, bebek kadar masum. Bebeğe ağıt yakılır, şehide destan yazılır. Destanı güvercinler, serçelerle birlikte okur. Bunu dinleyen kaderimizdir. Kaderimizde bitmeyen bir aşk yazılıdır. Kaderin çağrısına uymamak mümkün müdür? Gönlümüzün hasat mevsiminde gelen ıstırabıyla çocuklar gibi sevmenin devler gibi ıstırap çekmeye dönüşen acısı birleşir. Ama daha büyük acılara gebedir muşamba dekorlu kâinat. Ya morg masasındaki pastan kim sorumludur? Kim görmüştür ki morg masasını, morg masasındaki pası. Halkı bayramı beklerken bir bebeğin kırık elleri hayata tutunmaya çalışmıştır, ama uyku sinmemiş gözleriyle ölümü yakalamıştır. Kim durduracak yürüyen bu kanı? Yapma çiçek mahkemelerinde adalet diye kanun dağıtan yargıçlar mı? Ey derim ve sana sığınırım. Kanunlar önünde eşitiz hey derim acı acı gülmek için.Ve sana sığınırım.
Ahmet Özcan
– Haber Lotus –
HLotus