Ana Sayfa > Gündem > Özgür Ülkenin Yobazları Kimler Acaba?

Özgür Ülkenin Yobazları Kimler Acaba?

Bir gün mutlaka, ayakların kalbini korktuğu yere götürecek. Ve sen onunla yüzleşmeden ölmeyeceksin…

Korkular dünyaya geldiğimiz günden itibaren bizimle büyürler. Son nefese dek de onlardan yakamızı kurtaramayız. Ve nihayetinde en büyük korku ile en kötü zamanda yüzleşmek zorunda kalırız.

Evet, hepimiz korkarız bir gün her şeyi geride bırakıp gitmekten. Biriktirdiğimiz her şeyin başkalarına kalmasından, ölüm denen o gizemli okyanusun her şeyi içine alıp kaybetmesinden, evet, hepimiz korkarız.

Ama neden?

Çünkü sahiplenmişizdir. “Ben” ve “Benim” kelimesini her kelimeden çok kullanmışızdır. Dünyanın en büyük yalanını günbegün dilimize pelesenk etmişizdir: “Benim!”

Oysa Yunus’un değimiyle, “mal da yalan, mülk de yalan; var biraz da sen oyalan!”

Bu bir film repliği gibi herkesin hayat öyküsünde tekrar edilip durmuş, ama çok az insan onurlu bir şekilde, aslında her şeyin bir başkasına ait olduğunu kabullenebilmiştir.

Bir gün mutlaka kaybedilecek dünyalıklar için o kadar çok cana kıyılmış ve o kadar çok savaş yapılmıştır ki; tarih kitaplarını karıştıranlar kronolojilerin savaşlar üzerine kurulduğunu görmüşlerdir.

Geçmiş öylesine kanıtlamıştır ki, hiç şüphesiz şunu diyebiliyoruz: Kabil’in kardeşi Habil’i katlettiği günden kıyamet kopuncaya dek sürecek bu kan içme merasimi.

İster adına bağnazlık, ister yobazlık, isterseniz ne derseniz deyin. Dünya birilerine hep dar gelmiştir. Birileri sahnede daha fazla kalabilmek için rol arkadaşlarını kılıçtan geçirmiştir. Bu yalnızlıklar tiyatrosunda aslında herkes kendi sonunu hazırlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Zira bu gün bir başkası için çalınan çanlar yarın da onun için çalınacaktır. Çünkü insan ne vakit zulmetmişse kader de hemen adaletini göstermiştir.

Saymakla bitmez bu kavgalardan en günceline geçiş yapmak istiyorum. Güncel olduğu kadar da eski bir kan içme merasimi…

İlk olarak Kars İmam Hatip Lisesi’nde okurken tanıştım başörtüsü sorunu ile. İmam hatip okumak için en kötü zamanı seçtiğim yıllardı o yıllar. 28 Şubat Postmodern darbesinin dindarları “tost makinesine” koyup yüksek ateşte pişirdiği yıllar…

Okulumuz katıldığı bilgi yarışmasında Doğu Anadolu’daki okullar arasında ilk üçe girmişken, bir anda müdürü değiştirdiler. Nedeni başarısızlık!..
Okula içkili gelmekten sakınmayan bir İngilizce öğretmenini müdür yaptılar. Bu vatandaşın yaptığı ilk iş kılık kıyafet operasyonuna başlamak olmuştu. Arkasını zamanın darbeci generallerine dayamış. Manken Sevda Demirel ile pirinci fırına verip ne kadar da çağdaş olduğunu kanıtlamış Çevik Bir Paşa’dan ilham almış bir müdür düşünün. Kızların gözünün yaşına bakar mı hiç! Bir de okul bahçesinde Ülkücü öğrencilerden bir ara dayak yemiş, intikam almadan durur mu hiç!

Böyle kötü bir başlangıçtan sonra asıl felaketi üniversitede yaşadık. Kayıt yaptırmaya gittiğim ilk gün bir güvenlik görevlisinin gözlerinde öyle bir nefret gördüm ki hayatımda o bakışı asla unutamadım. Elindeki copu sıkıca tutan iri yarı bir adam ve karşısında başörtülü bir üniversite öğrencisi… Ve o nefret dolu gözler…

Kızlar ağlaya sızlaya başörtülerini çıkartıp kayıt yaptırdılar. Derslere girmek için de başörtülerini çıkarmaları gerekiyordu. Bir süre direnenler oldu, ama onlar da pes ettiler.

Bir İngilizce dersinde hoca şapka takan bir arkadaşa sordu: For Fashion or Religion? (moda mı yoksa din için mi?)

Kıpkırmızı olan arkadaş kısa bir sessizlikten sonra “fashion” dedi ve kurtuldu.

Religion deseydi dersten atılacaktı. İnanılmaz bir andı. Onu yaşamalıydınız. Onlarca insan arasında yalan söylemek zorunda bırakılmak ve yüreğin yanarken ağlayamamak…

Din için takınca yasak ama moda için serbest!..
Yıllar geçti birçok şey değişti, ama başörtüsü sorunu varlığını aynıyla sürdürdü. Çünkü o birilerinin işine fena yarıyordu.
Bu bir skandal ile ortaya çıktı. Ben o sıralar gazetecilik yaptığım ve derslere pek gitmediğim için bir profesörümüzün derste yaptığı açıklamayı kaçırmıştım. Hocamız, yaklaşan “Dekanlık” seçimleri öncesinde rakip dekan adayının mevcut yönetime nasıl komplo kurduğunun hikâyesini bizzat anlatmıştı.

Olay şöyle gelişmişti. Komplocu profesör sadık asistanından koridorda başörtülü dolaşan kızlardan birinin fotoğrafını çekmesini istemiş. O da aldığı bu görevi hakkıyla yerine getirmiş.

Kız öğrenciler derslere başı açık girseler de kantinde ve koridorlarda başörtülü dolaşabiliyorlardı. Yasakçılara göre kapıdan adımlarını attıkları anda standartlara uyulmalıydı. Dekan adayı da bu yasakçı zihniyet ihlalini rektörlüğe bildirip kendine taraftar toplayacaktı.

Bahsi geçen profesörümüz o büyük hayalini gerçekleştirdi. Seçimleri kazandı ve dekan oldu.

Bir ilahiyat fakültesinde bile başörtüsü iktidara gelme aracı olarak kullanılmıştır. Gerisini siz hesap edin artık.

Birileri menfaatleri için çarpışadursunlar, bu ülkenin öz evlatları hala bir parya muamelesi görüyorlar. Onların neler çektiğini siz nereden bileceksiniz?

Allah sevgisiyle sırf O emretti diye kutsal bir ibadeti yerine getirirken karşınıza Allah’ın bahşettiği nefesle hayat buluyorken Allah’ın emrini küçümseyenlerin emri altında hiç ezilmediniz ki! Siz öz ablam gibi Meram’dan Selçuk Üniversitesi Kampüsüne kadar tramvayda hiç ağlamadınız ki?

Siz hiç, “seni örümcek kafalı, yobaz!” hakaretlerine maruz kalırken susmak zorunda kalmadınız ki!..

İnananlara böyle ithamlarda bulunanlar için bakın Allah’u Teala Kur’an’da ne buyuruyor:

Ne zaman onlara: “Şu güzel insanların iman ettiği gibi siz de iman edin,” denilse “Yani o beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?” derler. Asıl beyinsizler kendileridir de farkında değiller. (Bakara, 13.)      

Kimin beyinsiz, örümcek kafalı olduğunu Allah’tan daha iyi kim bilebilir?
 

Albayın Karısı
 
Askere gitmeden önce şubede işlemler yapıyorsunuz. Arpaçay şubesine gittim. Memur kayıt işlemleri yaparken içimden geldi, dedim ki, “Ben askerde Asteğmen olmak istiyorum. Olabilir miyim?”

Adam şöyle evraklara baktı ve sırıtarak dedi ki, “Ben hiç ilahiyatçı asteğmen görmedim!”

Vaav!.. Donup kaldım! Artık hiçbir şey söyleyemedim bir ara. Hayatımda ilk defa kendimi vatan haini gibi hissettim. Ve neden sonra “İyi o zaman beni askerde imam yapsınlar!” dedim. “Askerde cami yok!” dedi adam. Sustum artık!..

Devletimin bana bakış açısına bakar mısınız? Ben bir çavuştan öteye geçemezmişim. Ve ben her şeyin en kötüsüne layıkmışım. Gönderdikleri yer de sürgün yeri olarak bilinen bir yerdi zaten. O kadar sürgün yemiş vardı ki yemekhanede “ot” içiyordu askerler. Kimi izinden gelirken birini vurmuş da gelmişti. Kimi camları yumruklar ölümden dönerdi. Kimi Mehmetçik kantinini soyardı. Kimi izin koparmak için kolunu macunlayıp da kırardı…

Hatta iki nöbet kulesi bile ceza almıştı. Onların suçu: İçlerinde iki askerin intihar etmiş olmasıydı.

Neyse ki kışlada bir mescit vardı ve ben asteğmen olamasam da o küçük mescide imam olmuştum. Bir yandan da mutfak çavuşluğu yapıyor. Öte yandan yazıhanedeki yazı işlerini yürütüyordum.

Derken bir gün odasının önünden koşarak geçmeyen ve sürekli bir şeylerle uğraşmayan askerlere hesap sormaktan zevk duyan ve kışlanın korkulu rüyası olarak bilinen bir Yarbay yemekhanede bana dönerek “Sen ilahiyatçısın belki bilirsin. Dinde başörtüsü örtmek farz mı?
“Nur Suresi 31. Ayette,” dedim Allah’u Teâlâ buyuruyor ki, “Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve günahtan korumalarını söyle. Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler…”

“Peki,” dedi, “Bir kadın örtünmezse ne olacak?”

“Kur’an’a göre günahkâr olur,” dedim.

Aynen şöyle dedi, “Benim eşim günahkâr mı şimdi?”

“Kur’an’a göre öyle,” dedim.

Benden, “hayır komutanım sizin eşiniz günah işler mi!” dememi bekliyor gibiydi. Bir şey demedi çekip gitti. Ben terhis olmadan da Albaylık rütbesini omuzlarına taktı. Bir gün musalla taşında imam efendi, “Er kişi niyetine!” diyene kadar o bir Al-bay!..

Acı Bir Roman Gibi
 
Yaşadığım olaylar beni o kadar etkilemiş olacak ki yazdığım ilk roman (Başımda Örümcek mi Var Öğretmenim) başörtülü kızların hayatını anlatıyordu. Onu yazarken döktüğüm gözyaşlarını bir ben bilirim bir de beni o dipsiz gecelerin karanlığında izleyen Rabbim!..

Meğer ne acılar çekmişler!..

Ve daha devam edecekler. Çünkü birileri ölümüne sahiplenmişler bu ülkeyi ve bu ülkenin özgürlüklerini. Çarmıha gerdikleri insanlardan korkuyorlar utanmadan. Ve bir de kalkıp çarmıha gerilen kendileriymiş gibi feveran ediyorlar. Bağnazlığın kitabını yazan kendileriyken karşı tarafı suçluyorlar. Ne kadar ilkel olduklarını hiçbir zaman anlayamayacaklar. Çünkü vicdansızlıklar içinde kaybolmuşlar. Bu sözlerim kimseye hakaret değildir. Bahsi geçen insanların portrelerinden yansımalardır sadece.

Bu masum kızların çarmıhtaki kalplerinden çivileri kim söker bilmiyorum ama çok büyük bir iş başarmış olacaklar. Ayaklar kalbi korktuğu yere mutlaka götürecek. Bakalım bu sefer sıra kimde olacak! Umarız kimsenin yaşamaktan korkmadığı bir ülkede yaşamanın şerefine eriveririz bir gün!
 
İsa Yılmaz

– Haber Lotus –

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.