Siyaset, hep söylene ve inanıla geldiği üzere, bir yalan sanatı ya da çok yüzlü olma ve davranma becerisi değildir; böyle bir şey olduğuna da hiçbir zaman inanmadım. Şayet böyle olsaydı, hayatımızın istikametini, gidişatını, muhteviyatını, kalitesini, kısaca bireysel ve toplumsal kaderimizi etkileme ve şekillendirme gücüne sahip bir kurumu yalan ve riyada usta olanların, bir bakıma sihirbazların ellerine teslim ettiğimizi baştan kabullenmemiz ve kendi kaderimizi belirleme konusundaki güçsüzlük ve beceriksizliğimizi ve daha da kötüsü hayatımızın insanca yaşamaya değmeyecek kadar değersiz olduğunu itiraf etmemiz gerekirdi. Ben kendi adıma bu itirafa hiçbir zaman yanaşmadım ve yanaşmayacağım da.
Peki, nereden gelmektedir o zaman siyasete yakıştırılan bu yalan ve riya yaftası? Sebep, siyaset pratiğinin gerisinde, söz konusu pratiği meşru kılacak, kuşkudan ve sorgulamadan ari, doğal, rasyonel, bilimsel, dinsel vb. bir zeminin ya da uzamın olduğunun varsayılmasıdır. Tıpkı düşüncelerimizin doğruluğunun ve geçerliğinin ölçütü ve kalıbı olarak kabul edilen doğruluğu sorgulanamaz mantık yasaları, zihin kategorileri ya da duyu verilerinin koyutlanması gibi. Bu durumda, düşüncelerimizde ve yaşayışımızda mantığın yasalarına, sözgelimi çelişmezlik ilkesine uymadığımız, zihinsel kategorilerden herhangi birisine uyum sağlamadığımız, duyu verilerinin buyruklarına itaat etmediğimiz ya da doğanın bize dikte ettiği yasalardan herhangi birine isyan ettiğimiz her seferinde ilkel, irrasyonel, ne olsa giderci, yaban otu, saçma, aptal, gerici vb. etiketler alnımıza çakılacaktır. Tabiidir ki, mantıksal, bilimsel, ahlaksal, dinsel vb. yasadan söz edildiği her yerde bizi bekleyen zorunluluktur ve zorunluluk da bize hep iki şıktan birisini, aslında yasaya göre tanımlandığı biçimiyle meşru, doğru, iyi diye nitelenen tek seçeneği seçme mecburiyetinde bırakır. Sözgelimi, siz ya şusunuzdur ya da busunuzdur, iki şıktan biri olmak zorundasınızdır; bu iki şık arasında dolanan sonsuz imkanları dile getiren üçüncü bir halde bulunmanız mantıken imkansızdır. Ya insan hayatı gerçekte bu iki şıktan birisine hapsedilemeyecek kadar karmaşık, iç içe geçmiş, çok renkli ve çok katmanlı bir yapıya sahipse durum ne olacak? Ve yine insanın varoluşu, toplumsallığı ve siyasi tecrübesi gerçekte zorunluluk değil de olumsallık karakterine sahipse, kendimizi nasıl bir durumun içinde bulacağız? Muhtemelen, tıpkı siyasi tecrübemizde şahit olduğumuz gibi, kendimizi sorgulanamaz ve dokunulamaz bir yasal zeminde konumlandırıyorsak, hoşnut olmadığımız ama zorunlu olarak kabul ettiğimiz bir yalanlar ve riyalar sirkinin konukları olarak kalmaya devam edeceğiz.
Oysa siyaset pratiğinin üzerine dayandırılabileceği dokunulamaz ve sorgulanamaz bir mutlak, nesnel ve evrensel zemin yoktur. Dolayısıyla siyaset pratiği mutlak, nesnel ve evrensel hakikat fikri üzerine bina edilemez, edilmemelidir. Peki, nedir o zaman siyaset pratiğini meşru kılan şey? Buna, yine de bir hakikattir dememiz gerekecekse ille de, ontolojik ya da epistemolojik değil, daha çok sanatsal karakterde bir hakikatten bahsedebiliriz belki. Tıpkı bir sazın farklı tellerine vurarak aynı anda ahenkli, uyumlu bir ses ya da akor alabilmek gibidir; seslerin farklılıkları korunmakla birlikte hepsinden tek bir ses alabilmek gibidir. İşte bu sesi alabilmek, her bir sesin/notanın kendine özgülüğünün korunmasına ve değişen şartlara göre bozulan sazın tellerinin iyi akord edilmesine bağlıdır. Öyleyse siyaset, farklılıkların farklılıklarının korunmasına ama aynı zamanda bu farklılıkların uyumlu bir birlikteliğine ya da birliğine dayanmaktadır ki bu, bir şeyin aynı anda hem bir hem çok, hem kendisi hem başkası, hem farklı hem aynı olması gibi paradoksal bir hakikati dile getirmektedir. Bir diğer deyişle, zıtların birliğini dile getiren bir hakikattir bu. İşte, yalan ve riya yaftası vurulan siyasetin gerisinde, onun akışkan, olumsal ve paradoksal doğası yatmaktadır. Herakleitos’un “Adalet çekişmededir” sözünü hatırlayacak olursak, siyasetin, hayata dinamizm ve zenginlik kazandıran zıtlıkları ve farklılıkları (diyalektiği) koruyarak ve doğal olarak, çatışma ve çekişmeleri, farklılıkların birbirlerini yok etmelerine izin vermeyecek, aksine birbirlerini geliştirme ve zenginleştirmelerine imkan verecek ölçüde besleyerek, bunların aralarında yaratıcı bir uyum ve denge sağlama ve bunlardan ahenkli bir ses üretme sanatı olduğunu söyleyebiliriz.
Sanatsal bir hakikatin mümessili olması itibariyle siyasi otorite, bireylerin hak ve özgürlüklerini teminat altına almalı ve geliştirmeli (sazın tellerinden her birinin kendine özgülüğünü korumalı), her bireyin kendi düşüncesi, kendi inancı veya iyi hayat anlayışına göre özgürce kendi kimliğini geliştirmesine ve yaşamasına izin vermeli (tabii ki her birey diğer bir bireyin hak ve özgürlüklerini ihlal etmediği sürece), kendi mutluluk anlayışını asla diğerlerine dikte etmemelidir (Kant’ın inandığı gibi, herkes mutluluğu kendince arar); bunu yaparken de her bireye eşit mesafede durmalı, eşit imkanlar sunmalıdır. Aynı zamanda da, farklılıklara, herhangi bir iyi hayat anlayışını hakim kılmaksızın, kayırmaksızın ve ayrımcılığa gitmeksizin, ortak aklın, ortak duygunun sesine kulak vererek, Rawls’ın siyasal adalet fikrine benzer biçimde, kolektif bir ruh kazandırabilmelidir.
Ne yazık ki ülkemiz, gerek siyasetçileri gerekse halkı itibariyle, böyle bir ortak akla, böyle bir siyasal adalet fikrine ve böyle bir özgürlükçü ruha hala layıkıyla sahip değildir. Belirli iyi hayat anlayışları temelinde yaratılan kolektif topluluklar ya da gruplar, kendi iyi hayat anlayışlarının sorgulanmasına ve eleştirisine açık olmamaları, kendi anlayışlarının tek ve mutlak doğruyu temsil ettiğine ilişkin katı ve sabit inançları nedeniyle, yanılabilirliklerini kabulden uzak kalmakta, farklı fikirlere uzak durmakta, hakikatlerin birer zevk olduğunu ve başka türlü de hakikatlerin meşru biçimde var olabileceğini itirafa yanaşmamakta, sahici, samimi ve karşılıklı anlama ve hoşgörüyü yaratacak bir diyalogdan kendilerini mahrum etmekte ve hakikatte olumsallık, farklılık ve çoğulculuk fikrine yabancı durmaktadırlar. (Postmodernistlere inanacak olursak, aslında her bir farklı iyi hayat anlayışı ya da dünya görüşü, egemenlik ve güç arzusunu ve de herkese liyakatine ve hak edişine göre dağıtılması durumunda daha az paya sahip olunacak milli gelirden ve zenginlikten kendisi ve kendi mensup olduğu grup adına daha fazla zenginlik ve iyi yaşam koşulları beklentisini nesnellik, mutlaklık, evrensellik, yasallık gibi dokunulmaz kılıfların arkasına gizlemektedir.) Ve bu durum, siyasetin, gerek sağıyla gerekse soluyla, sürekli adaletsizlikler üretmesine neden olmaktadır. Ülkemizde insanların yararlılıklarına ve liyakatlerine göre değil de kimliklerine göre farklı muamelelere tabi tutulması, iş imkanları ve kazançların yine kimliklere ve aidiyetlere göre dağıtılması, kurumların hükmetmekte olan ideolojinin hükümranlığını sürdüğü yerler haline dönüştürülmesi ve bu trajedinin her seçim döneminde sistemi allak bullak edecek düzeyde yinelenmesi oldukça vahim bir manzara oluşturmaktadır ülkemiz adına. Bu vahim durum sürdüğü sürece, ülkemizin refah seviyesinin arttığından, ciddi ilerleme kaydedildiğinden vs. söz etmek düpedüz bir kandırmaca olacaktır. Çünkü mesele ülkenin gelişmesi, ilerlemesi değil, daima “davanın” güçlendirilmesi olmuştur. Ehliyetsizliği ve liyakatsizliği besleyen ve körükleyen bu düzen, bu ülkenin bağrına vurulmuş en keskin ve en paslı hançerdir.
Hak ve özgürlükler meselesinde, sahip olduğumuz mutlak hakikatlerimiz ortak bir aklın yaratılmasına geçit vermese de, yarar konusunda ortaklığa doğal bir meylimiz var gibidir. Hangi dünya görüşünün mensubu olursak olalım, insanlara ve insanlığa yararlı olabilecek, hayatı kolaylaştıracak ve zenginleştirecek şeyler konusunda hemen hepimiz uzlaşabiliriz. Yaşadığı şehirde tam teşekküllü bir hastanenin inşa edilmesini ve en iyi doktorların temin edilmesini kim istemez ki! En hızlı ve en konforlu ulaşım araçlarının ve yollarının geliştirilmesine ve yaygınlaşmasına herhalde kimse itiraz etmez. Sanırım hepimiz çocuklarımızın en iyi imkanlarla eğitilmesini ve yetiştirilmesini arzu ederiz. Daha iyi koşullarda yaşamayı, teknik ve teknolojik imkanlardan azami düzeyde istifade etmeyi, belki cebimizin biraz daha fazla para görmesini istemez miyiz? İşte belli bir grup ya da topluluk adına değil de bir bütün olarak ülke adına verimliliği, yararı, kalkınmayı, istikrarı, zenginleşmeyi ve gelişmeyi esas gözeten bu alan, liyakatsizlerin ve ehliyetsizlerin değil, yeterli bilgi, uzmanlık ve beceri düzeyine sahip olanların ellerine bırakılmalıdır. Eğer yararı düşünüyorsak bunun kriteri ideolojik kimlik ya da belli bir dünya görüşüne aidiyet olmamalıdır. Bu konuda pragmatizmin ilkelerine sadık kalmalı ve kişinin soyu, sopu, cinsiyeti, inancı, kimliği vs. ne olursa olsun köküne ya da kökenine değil, ürettiklerine, meyvelerine, başarılarına bakmalıyız.
Yazımızın başından itibaren “Siyaset nedir? Ne olmalıdır?” üzerine yaptığımız çözümlemelerden hareket ederek ülkemizin şu an içerisine düştüğü siyaset çukuruna kova sarkıtacak olursak, çok vahim ve karanlık bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu söylemem pek de şaşırtıcı gelmeyecektir. Tabii ki karamsarlığa düşmeden, bir ihtimal de aklımızın bir kenarında dursun: Vahim diye adlandırdığımız durum, belki de, ülkemizin demokrasi tecrübesini, hatalarımızdan ders almak kaydıyla, daha iyi ve ileri düzeye taşıyacak verimli çatışmalardır. Ancak şimdiki vahim tabloda nelerin olduğuna kısaca işaret edelim:
- İktidar adayı farklı siyasi partilerin ve bu partilerin iradelerini temsil ettiği bireylerin, hala çoğulcu ve özgürlükçü bir ruha sahip olamayıp bükülmez, dokunulamaz ve sorgulanamaz düşünceleri, inançları, değerleri ve ilkeleri nedeniyle kendinden olmayanlara karşı dışlayıcı, ayrımcı, fişleyici bir tutumdan kendilerini kurtaramamış olmaları gerçekten vahimdir. Piyasada kol gezen, samimi olmayan ve gerçek hoşgörüden uzak bir çoğulculuk, eşitlikçilik ve özgürlükçülük maskesidir adeta. Belli bir iyi hayat anlayışına sahip partinin iktidar olması ihtimali karşısında farklı anlayış ve inanca sahip olanların kazanılmış haklarından ve geleceğine dair güvenden endişe duyduğu bir siyasi sistemde, bu durum, gerçek anlamda demokrasi, insan hakları, bireycilik, özgürlük, özerklik, çoğulculuk, hukuk devleti gibi değerlerin yeterince ve samimice sindirilemediğine açıkça işaret etmektedir.
- İnsanların ekmeğinin ve geleceğinin belli bir siyasi partinin inisiyatifinde olduğu, yani zenginliğe ve şerefe giden bütün yolların belli bir partiden geçtiği siyasal düzende insanlar daha iyi bir kadere sahip olabilmelerinin bir otoritenin arzusunun eseri olduğunu bilecek ve böylece kendi durumunu diğerlerine göre daha iyileştirebilmek için bütün gücünü ve gayretini iktidarı elinde tutan makamı kendi lehine çevirmeye, bunun için de her türlü dalavereyi ve yalakalığı sergilemeye teksif edecektir. Bu da gerçekten vahim bir durumdur.
- Ülkenin en hayati kurumlarının ve en bitek, en verimli topraklarının/kazanç alanlarının iktidardaki partinin müntesiplerine veya yoldaşlarına ya da bu partinin çıkarlar konusunda pazarlık ettiği ve anlaştığı belli kişi ve kuruluşlara peşkeş çekilmesi gerçekten vahimdir. Bu aynı zamanda, yukarıda sözünü ettiğimiz türde bir liyakatsizliği ve ehliyetsizliği de besleyecektir.
- İnsanların bir yanda Tanrının dinine ait kutsal kavramlarla diğer yanda insanlık dinine ait kutsal kavramlarla manipüle edildiği; bilgeliği, uzmanlığı, sanatsal yeterliği, profesyonelliği, rasyonelliği gerektiren yönetim işinde, yönetime talip olanların ucuz laflarla ve polemiklerle, çirkin sataşmalarla, iftira ve karalamalarla, ad hominem saldırılarla, ayrıştırıcı ve bölücü söylemlerle, hediyelerle ve ihsanlarla, duygulara hitap ederek ve duyguları kışkırtarak halkın oyunu istemesi cidden vahimdir. Esas mesele, halkın kültürsüzlüğü ve entelektüel yetersizliğidir ki bu da halkın duygusal ayartmalara ve kandırmacalara oldukça açık olmasını sağlamaktadır.
- Milli iradeyi tiranlığa dönüştürmek, azınlıkların ve farklılıkların mahrumiyetlerini, hak kayıplarını, fırsatlardaki eşitsizliklerini, ezilmişliklerini çoğunluğun oyuna ve yönetme hakkına dayanarak meşrulaştırmak, alınacak kararlarda ortak akla ve istişareye önem vermemek bir ülkenin demokratik tecrübesi adına vahimdir.
- Etkili ve güçlü bir muhalefetin bulunmayışı, ekonomik ve siyasi beklentiler açısından güven veren alternatif partilerin olmayışı o ülkenin demokrasisi açısından gerçekten vahimdir.
- Yöneten gücün, iktidarın bağımsızca denetlenebiliyor olması güçlü bir demokrasi için elzemdir. Denetleyen kurumların iktidarı elinde bulunduran kişinin emrine memur hale getirilmesi gerçekten vahimdir. Çünkü her zaman kol kırılacak ve her zaman yen içinde kalacaktır.
- İradesi temsil edilen halkın hakkının ve kazancının açıkça yönetenlerce haksız ve adaletsiz bir biçimde gasp edildiği yolsuzluk ve hırsızlık durumlarında ya da belli bir kişi veya grup lehine adaletsizce peşkeş çekildiği durumlarda ya da devletin imkanlarının yönetenlerin kişisel refahı ve zenginliği uğruna çarçur edildiği ve bu yolla haksız kazancın temin edildiği durumlarda, yolsuzluk ve hırsızlığın milli iradenin gücü; bölünme, parçalanma, anarşi, ulusal güvenlik tehdidi söylemiyle meşrulaştırılması, önemsizleştirilmesi veya ikinci plana atılması gerçekten vahimdir. “Her yönetim zaten soyuyor, yeter ki soyan yönetim bizim de cebimize biraz koysun, ülkeyi ilerletsin” algısının yaratılması ve bu algının meşrulaştırılması daha da vahimdir.
- Ülkeyi yönetmeye talip olanların ve ülkenin yönetiminde etkin güçlerin birbirlerini sürekli yolsuzluklarla, çeteciliklerle vb. itham etmeleri ve bu yolla halkın zihnini sürekli iğdiş ederek ve kamu vicdanını yaralayarak halkı belirsizliğe, ümitsizliğe, güvensizliğe ve karamsarlığa sürüklemeleri vahimdir. Hele dini temsil eden ve dine referansla toplumu ve siyaseti dizayn eden farklı güçlerin/muktedirlerin birbirlerini çetecilikle ve yolsuzlukla itham etmeleri ve hatta birbirlerini yok etmeye and içmeleri hem ülkenin halkı adına hem de dinin safiyeti ve istikbali adına vahimdir.
- Aslında buraya kadar sıraladığımız vahim durumların gerisinde, halkın demokratik ve özgür siyasi etkinliğini yalnızca birkaç yılda bir yinelenen seçimlerdeki oy hakkına indirgeyen ve halkın aktif siyasete katılımını oldukça zayıf ve atıl bir duruma getiren temsili demokrasi uygulaması olduğu söylenebilir. Nihayetinde halk, kaderini ilgilendiren ve geleceğe şekil verecek meselelere dair karar alma süreçlerinin içinde değildir. Hep birisi ya da bir kurumun başındakilerin, sessiz yığınların iradesini temsil edebilecek Tanrıca bir bilgelik, adalet ve yönetme becerisine sahip olduğu zımnen kabul edilir. Aslında bu, Platoncu filozof-kral modelinin modern bir biçim ve demokratik bir elbise içerisinde sürdürülüyor oluşunun açık bir göstergesi değil midir? Hele karmaşık, çok boyutlu ve melez karakterli sayısız iradenin tek ve keskin karakterli bir kolektiviteye ait otoriter iradeyle temsil ediliyor olması oldukça düşündürücü ve çoğu zaman kaygı vericidir. Ama sistem gereği zorunludur da! O halde bu sistem, daha fazla katılımı sağlayacak ve katılım yollarını çeşitlendirecek ve kolaylaştıracak derecede; zayıf bir demokrasinin alameti olan bekçi ya da hayvan terbiyecisi devlet modelini değil de katılımın büyük ölçekli olduğu güçlü bir demokrasi geleneğine sahip devlet modelini yaratacak derecede, kökten değiştirilmelidir. Yoksa teoride herkes için mümkün olup da pratikte pek de mümkün olmayan milletvekili olma hakkını, sadece bir parti liderinin keyfi ve pragmatik seçimi ve kararıyla varlıklı, kariyerli, aşiret sahibi, cemaat sahibi vs. kişilere tanıyan ve siyaset alanını bu yolla bir rant ve güç elde etme arenasına dönüştüren zayıf, hatta yerlerde sürünen bir sözümona demokrasi modelini kanıksar hale geleceğiz demektir. Oysa her birimiz diğerimize her zaman şunu hatırlatmayı ihmal etmemeliyiz: Aklına güven, aklını kullan ve hayatını ciddiye al; Bu senin hayatın ve hayatının sorumluluğunu kendi üzerine al; Popper’ın söylediği gibi, belki ben yanılıyor sen doğruyu söylüyor olabilirsin ya da tam tersi de olabilir; gel samimice ve eleştiriye açık biçimde oturalım, konuşalım, tartışalım, birlikte karar verelim.
Abdüllatif Tüzer
– Haber Lotus –
HLotus