Madûn, her ne kadar kısırlaştırılmış Türkçemizle kavramakta zorlandığımız bir kavram olsa da, aslında anlaşılması oldukça kolay bir kavram. İktidar tarafından sessizleştirilen, yok sayılan, görmezden gelinenleri, oyunun dışarısında bırakılanları ifade ediyor. Asef Bayat’ın ifadeleriyle modernliğin bedelini ödeyemeyenleri.
Özellikle Hindistan’da birçoğu Marksist tarihçi tarafından kurulan “Subaltern Studies” ekolü, şu anda pek işlemiyor olsa da, dikkate alınması gereken bir literatür bırakarak belki de sorumluluğunu yerine getirdi. Bu ekolün içerisinden çıktığını söyleyen Spivak bir madûnun konuşup konuşamayacağını, eğer konuşursa bizim onu duyup duyamayacağımızı, duyarsak da duyduğumuz sesin madûnun sesi mi olduğunu soruyor. Yani Spivak’a göre madûnluk bir durumdur ki dile gelemez, arşive yansımaz, bir bilenemezlik, keşfedilemezlik, ulaşılamazlık hali. Ancak gene de madûn yok diyemiyoruz çünkü ezme ve ezilme, bastırma ilişkileri toplumsal alanda kendisini gösteriyor ve “istikrar”lı bir şekilde yeniden üretiyor. Ancak şu ahlaki açıdan sorunsallaştırılmalı: Madûnluk ideal bir durum mudur? Yani bir insanın toplumsal yaşamında sessizleştirilmesi ve sessizleşmesi, konuşturulmaması ve konuş(a)maması desteklenmeli, teşvik edilmeli midir? Eğer bu sorulara olumsuz yanıt veriyorsa otomatik olan siyasetin içerisine girmişiz demektir. Burada siyaset hayatın kendisidir, sokaktır, selamlaşmaktır, yardımlaşmak. Hayatın bu kendiliğindenlik özelliği şüphesiz geleneksel dönemlerde daha aşikârdı. Modernlik ile birlikte ise bu hayatın ırzına geçtik. Onu yeniden ürettik. “Ecdadımızın” her bir sokakta inşa ettikleri vakıfları kendi ellerimizle yok ettik, unuttuk. Kendi geçmişimize, tarihselliğimize Batılıların gözlüğü ile bakmaya başladık, kendi kendimizden utanmaya, sıkılmaya başladık. Bunu anlamakta gerçekten çok zorlanıyorum, aslında anlamıyor da değilim, sadece zihnim kavramakta zorlanıyor. Bunu aslında “captive mind” (tutsak akıl) sendromu ile açıklamak gayet mümkün. Farid Alatas’ın bu kavramını bizim modernleşme süreci içerisindeki aydınlarımızın ya da daha alt bir düzeyde “literati”sinin zihin kıvrımlarını anlamakta kullanabilmeliyiz.
İran gençlik kültüründe özellikle devrim yıllarında yaygın olan bir deyimle batı-zehirlenmesi yaşamış kişiyi ifade edebilmek için kullandıkları “garpzade” gibi ifadeler ise maalesef bizim modernleşme sürecimizde çok fazla kendisine yer bulabilmiş değil. Hemen hemen her siyasal fraksiyonda bu Batı yalakacılığı kendisini açıktan gösteriyor. Yerliliği savunduğum için değil, bu Avrupa-merkezci zihin konfigürasyonunun kendisi ile ilgili bir sorunum var. Kendi meselelerimize kendi “söylem”lerimizle yanıt vermekten vazgeçtik. Yani konuşamıyoruz, konuştuğumuzu sadece zannediyoruz ve zanlarımızın üzerinden de hükümler veriyoruz. Ben buna “Papağanlaşma” diyorum. Bilinçaltımız darmadağın olmuş durumda. Bundan ötürü maalesef bu toplumda çok fazla “özne” göremiyorum. Hiç yok demiyorum. Hala toplum olarak “madûnuz”. Tarihe çıkamadık. Özgün bir iddiamız ya da söylemimiz yok. Batılı toplumsal ve siyasal sistemlerin teşvikini yapmaktan başka bir şey yapmıyoruz.
1600 yılında sadece İstanbul’daki vakıf sayısı 7000 civarında. Bunların yaklaşık sadece 2500’e yakını doğrudan kadınların kurdukları vakıflar. Bu vakıflar tümüyle sosyal alanda işleyiş gösteriyorlar ve özetle söyleyeyim Sezai Karakoç’un dediği gibi sosyalizm demeden sosyalizm kurulmuş durumda. İnanılmaz bir toplumsal örgütlenme, sokak-merkezli bir yaşam. Bugün bu gelenek nereye gitti? Belki modernist ve Kemalist baskıya direnemedi ama nereye gitti? Toplumsal bilinçaltından gidebilmiş midir? Hiç sanmıyorum çünkü bu sosyolojik olarak mümkün değil. Vakıf geleneği bu toplumun kılcal damarlarında kurumlaşmış durumdaydı. 400 yıl öncesinde 7000 vakıf ve işleyiş ortada, şimdi kaç vakıf var bilemiyorum. İleriye gidiş mi bu? Bence ileriye değil geriye gidiyoruz, sadece biz değil insanlık böyle.
Siz hala Amerika’nın Suriye’den ya da İran’dan daha ileri ve medeni bir ülke mi olduğunu düşünüyorsunuz? İnsanlık geriye gidiyor, kabile zamanlarına geri dönüş var. Michel Maffessoli bu tespiti yaptığından beri çok zaman geçti. Postmodern tüketimcilik ve kabilecilik çağına hoş geldiniz diyordu.
Neyse. Demem o ki biz eğer özne olmak istiyorsak, özneleşebilmek istiyorsak ki istiyor görünüyoruz, o zaman madunluktan sıyrılmamız lazım. Madun Spivak’ın cicileştirdiği gibi ideal bir insanlık durumuna işaret etmez. Madunun özneye dönüşmesi iyidir hoştur. Bunu da madunun kendisi yapması gerekir. Aksi taktirde Stalinizm ya da Faşizmden farkı kalmayabilir.
Kemalist pedagoji de böyleydi. Bauman Yasa koyucular kitabında “Halkı eğitmek” alt başlığı altında kökleri Aydınlanma felsefesine dayanan bu modernist Jakoben anlayışın nasıl ortaya çıktığını muhteşem bir şekilde özetleyerek aktarır. Nasiplenmek lazım.
Biz hala madunuz ve bir türlü bu durumdan kurtulamıyoruz. Sezai Karakoç bir madun değildi.
Şevket Ercan Kızılay
– Haber Lotus –
HLotus