Ana Sayfa > Gündem > Şia’nın Pavlosları

Şia’nın Pavlosları

    “Andolsun Allah’a ki, filan( Hz. Ebubekir kastediliyor… ) onu(hilafet kastediliyor…) bir gömlek gibi giyindi…” 

    “…yağmalandığını görüyordum mirasımın…”

    “…birincisi( Hz. Ebubekir kastediliyor…), onu filana(Hz. Ömer kastediliyor…) verip gitti…”

    “…bu iki kişi, hilafeti, devenin iki memesini paylaşır gibi aralarında paylaştılar( Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer kastediliyor…)…”

    “…O, hilafeti, düz ve düzgün olmayan bir çorak yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; Onunla buluşup görüşeni incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla konuşan, arkadaşlık eden serkeş bir deveye binmişe benzerdi, burnuna geçen yularını ekse burnu yırtılır, yaralanırdı, bıraksa üstündekini helâk olma çukuruna götürüp atardı. Allah’ın bekasına andolsun ki, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı, yoldan çıktı, renkten renge boyandı, oradan oraya yelip durdu( Hz. Ömer’den bahsediliyor…) …”

    “…derken o da yoluna düzüldü; halifeliği öyle bir topluluğa bıraktı ki, ben de bunlardan biriyim sanıldı. Allah’ım sana sığınırım; ne danışma topluluğuydu bu!( Hz. Ömer’in kendisinden sonra emiri’l mü’minin seçmek için görevlendirdiği büyük sahabeler topluluğundan/ şu’rasından bahsediliyor… Bu sahabeler şunlardı: Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa’d bin Ebi Vakkas, Abdurrahman bin Avf… ) …”

    “…derken, kavmin üçüncüsü kalktı, hem de öyle bir halde ki, iki yanı da yelle dolmuştu… İşi gücü yediğini çıkaracağı yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla birlikte, babasının oğulları da işe giriştiler; Allah’ın malını, ilkbaharda devenin otları, çayır/çimeni sömürüp yemesi gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp öldürülmesine neden oldu, onu karnının dolgunluğu bu hale getirdi; işini tamamladı, gitti ( Hz Osman’dan bahsediliyor…) …”

    Bu hezeyan dolu sözler, Şiilerin kutsal kitabı Nehcü’l Belağa’da geçiyor… Şıkşıkıyye adlı hutbede…

    Kimin söylediği belli değil… Çünkü hangi Pavlos’un yazdığını bilmiyoruz…

    Nehcü’l Belağa okunduğu zaman görülecektir ki, bu kitab, yeni bir muharref İncil denemesidir.          

    Ama kötü bir deneme…

    Eline geçmesini düşündüğü imkânları kaçırdığını sonradan fark eden birisinin feryadı, sola saldırması var bu metinde… Böyle bir imaj sunuyor insana bu derleme kitab… Sözde, olduğunu söylediğin bütün bu hadiseler vukuu buluyorken sen neredeydin, diyesi geliyor insanın… Ama bir bakıyorsunuz, bu sözleri yazanın, bahse konu hadiseler olup biterken orada olmadığı nasıl da belli ediyor kendini. Yani direk şahidi değil…

    Çünkü, o, orada yoktu… Çok açık…

    Bakar mısınız, yukarıda, içinden alıntı yaptığımız şu Şıkşıkıyye hutbesi nam deli saçması  kelimeler çöplüğüne… Üç halife döneminde yaşamadığını nasıl da belli etmiş, uydurukçu.

    Fakat, işin en acı tarafı şu: İslam tarihi boyunca da, şimdi de azımsanamayacak bir kitle bu kitaba iman etmiş durumda.

    Sözü uzatmadan işin aslına gelelim…

    Allah Rasülü’nden Hz. Adem’e kadar uzanan binlerce yıllık insanlık tarihi, Hz. Adem’den Allah Rasülü’ne doğru akan doğrusal kronolojik bir tarih/ hayat çizgisi üzerinde ilerlemiş ve nihayetini “Nebilerin Hatemi”nde bulmuştur. Bu tarih alanı içindeki yaşanmış bir “an” bile Allah Rasülü’nün hayatı içindeki bir “an” halinde kemalini bulmuş, o ilk an, bu son an’da olabilecek en mükemmel mekanda yaşanmış olmak ve olabilecek en mükemmel bir zaman diliminde varolmak bakımından mühürlenmiş ve “son an” olmuştur. Bu son an, o ilk an’ın bu bakımdan kaynağıdır. Yani, Hz. Adem ile Hz. Muhammed arasında yaşanmış her ne varsa nokta nokta Hz. Muhammed’in hayatı içinde kendisini kemal derecede var kılmıştır.

    Bu bakımdan, Allah Rasülü’nün hayatından bir “an” ı ve ayrıca bu an ile diğer an’ların irtibatını yakalayabilen bir müctehid, Allah Rasülü’nün hayatının tümüne vakıf olabilir. Zaten böyle görebilen ve yapabilen kişi, müctehiddir.

    Burada, tarih Son Peygamber’e doğru akarken, tarihi dilimi işaretleyen “zaman”, mekanı Son Nebi’nin ayak bastığı topraklara taşıyan bir cevher’dir. Yani, zaman doğrusal niteliğini kaybedip Hz. Muhammed’in hayatı içinde dairesel bir nitelik kazanırken, bu sürece tabi olan mekan da kendisini dürülmüş bir biçimde bu hayatın ayakları altında bulur. Hem de kemal derecede. Fakat tarihin geriye dönüşü ise, “ dürülmüş mekan” ın geçmişe/ Adem’e dönük olarak parça parça açılıp tesbih tanesi gibi tarih sahnesi içinde dizilmesi şeklinde gerçekleşir ve bu mekani açılım, mekana bağlı zamanı da doğrusal olarak dilim dilim dağıtır. Her toplum kendisine muhatab olan peygamberiyle birlikte mekan ve zaman adına payına ne düşerse onu alır, hayatı kılar. Burada da mekan, cevher’dir; ardından sürüklenen zaman da, araz’dır. Cevher ile araz arasındaki öncelik ve sonralık nisbidir ve imkan açısındandır; zamansal değildir.

    Mesela, Hz. Musa ile Hz.İsa ayrı ayrı zamanlarda yaşamışlardır. Bu zaman farkı, öncelik ve sonralık açısından doğrusal bir tarih çizgisini takip eder. Yani, Hz. Musa, Hz. İsa’dan öncedir. Hz. Adem ile dünyaya inen “Nefs”, Musa’da somut kemalini bulur, doğrusal bir zaman çizgisi üzerinde “Ruh” ile yani Hz. İsa ile buluşur; Hz. Muhammed’e doğru ilerlerken olgun ve kıvam bir tevhid/ birliktelik iştiyakıyla hareket ederler ve Son Peygamber’de hem kendi başlarına kemal bulmuş olarak hem de birlikleri olgunlaşmış ve Muhammedi bir kıvama gelmiş olarak varolurlar.

    Muhammedi kıvam, hem ferdi olarak peygamber şahsında cisimleşir hem de Muhammedi hayatın ictimai döngüsü içinde sahabeler üzerinde kendisine parça parça temsil imkanı bulur. Ruh, Rasülüllah’ın bünyesinde Ruh-u Muhammedi kıvamında Nefs-i Peygamberi ile tevhid ederken, somut görüntüsüne velayet modeli Hz. Ali’de kavuşur. Böylece Hz. Ali, Muhammedi yaratılışın Ahmedi( Allah Rasülü’nün İncil’deki ismi, Ahmed’dir)  vechesini temsil mevkiinde bulunması bakımından bu ümmetin İsa’lığı görevini üstlenmiştir.

    Hz. Ali, Hz. İsa’ ya nasıl da benzemektedir. Kur’an’daki İncil’in peygamberi Ahmed’dir; sahabesi Hz. Ali’dir. İsa’ ya verilen İncil, “son hali” yle Kur’an’da mündemiç olarak Son Peygamber’e vahyedilmiştir. İfadecisi, tatbikcisi sahabe planında Hz. Ali’dir. O, ashab içinde ruhaniyeti/ melekiyeti, beşeriyetine galip bir sahabedir. Hz. İsa’nın nasıl 12 Havari’si ve mü’minleri var ise, Hz. Ali’ye de 12 İmam havari olmuş, O’nun hakiki mü’minleri de bu ümmet içinde her zaman var olagelmiştir.

    Hz. İsa nasıl kendinden önce gelmiş olan Hz. Musa’yı ve kitabı Tevrat’ı tasdik edici olarak peygamberlik görevini ifa etmişse; Hz. Ali de, kendisinden önce halifelik ifa etmiş olan Hz. Ebubekir’i, Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı tasdik edici olarak halifelik görevini yerine getirmiştir. Öyle ki, Hz. Ömer ve Hz. Osman, Kur’an’da mündemiç Tevrat’ın somut insani modelleri ve uygulayıcılarıydı ve müşkül meselelerde de İncil’in somut insani modeline yani Hz. Ali’ye başvururlardı. Ayrıca, Hz. Osman, sürekli Kur’an okurdu, Hz. Davud’un Zebur’u okuduğu gibi.

    Hz. Ebubekir’e gelince… O, sırf  “ Muhammed” idi; yani Rasülüllah’ın sahabe modeli… O’nun açılımı, Tevrat… Zebur… İncil… ; yani, Ömer… Osman… Ali… Yani, bütünüyle Kur’an…

    O zaman Kur’an ne?

     Muhkematı, Tevrat; müteşabihatı, İncil; tilaveti, nazmı, kıraati, Zebur… Hepsi birden, Kur’an.

    Muhkematın peygamber modeli, Musa; müteşabihatın peygamber modeli, İsa; tilavet ve kıraatin peygamber modeli Davut… Hepsi birden, Muhammed.

    Muhkematın sahabe modeli, Ömer; müteşabihatın sahabe modeli Ali; tilavet ve kıraatin sahabe modeli Osman… Hepsi birden, Ebubekir.

    Gelelim işin başka bir vechesine…

    Tevrat’ı saptırma eyleminin model tipi, Yahudi; İncil’i saptırmanın model tipi, Hıristiyan; Zebur’u saptırmanın model tipi, yine Yahudi…

    Muhkematı saptırmanın model tipi, Harici… Son haliyle Vahhabi… Ayrıca Yezid… ; müteşabihatı saptırmanın model tipi de, Şii… Yani, Ali’yi saptırmanın…

    Hz. İsa’nın ümmeti nasıl İsa’nın tabiatı konusunda imtihan edildilerse, Hz. Muhammed’in ümmeti de Ali’nin durumu ve tabiatı hususunda imtihan edildiler. Hıristiyanlar, İsa’ya olduğundan fazla yücelik- tanrılık iddiasına varıncaya kadar- isnat ettiler ve imtihanı kaybedenlerden oldular. Aynen Şiiler de Hz. Ali’ye olduğundan fazla yücelik isnat ettiler ve imtihanı kaybedenlerden oldular.

    Bakar mısınız şimdi şu yukarıdaki alıntı metne?..

    Tahrifatçılık ya da uydurukçuluk nasıl da sırıtıyor metnin suratında…

    Güya Hz. Ali söylemiş bu sözleri… Tenzih ederiz…

    Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e,  Hz. Osman’a ve daha başka sahabelere vurmuş da vurmuş… Saymadığını bırakmamış.

    Düşünün, Hz.İsa, Hz. Musa’ya etmediği hakareti bırakmıyor; Hz. Davut’a, “ İşi gücü yediğini çıkaracağı yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti…” diyor.

    İddia bu ya…

    Bunun gibi, Hz. Ali’ye isnat edilen iddia da, bu kadar absürt, bu kadar iğrenç, bu kadar münafıkça…

    Başta Hz. Ali olmak üzere Din’in direklerine vurmuş da vurmuş uydurukçu.

     Muharref İncil’de bile bulamazsınız bu zalimliği… Daha neler var neler Nehcü’l Belağa’da, akıllara durgunluk verecek.

    Hani, şeytan demiş ya, bunu ben bile düşünmedim diye… Pavlos bile bu Şii Pavlos’lardan kaçacak, bunu ben bile tasavvur edemem, diye.

Sait Mermer

– Haber Lotus –

HLotus

One thought on “Şia’nın Pavlosları

  1. es-Selamu Aleykum
    Muhterem Sait bey,
    Yazılarınızı uzun bir fasıladan sonra tekrar okuyabilmek bu kardeşinizi memnun etti. Biz Beyan dergisini ayda bir neşrediyoruz. Eğer müsaadeniz olursa Şia’nın Pavlosları adlı makalenizi dergimizde neşretmek istiyoruz. Vaktiniz müsaitse dergimize de yazı talebinde bulunacağım. Yahut da burada neşredilmiş makalelerinizi izininiz muvacehesince neşretmek istiyoruz. Allaha emanet olunuz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.