Giriş:
Dil, özün sözüdür. Özde ne varsa dilden de o dökülür. Bizim ilk dilimiz ilk sesini duyduğumuz ninnileriyle huzur bulduğumuz annemizin/anamızın dilidir. Sonra sokağımızın/köyümüzün/şehrimizin dilidir. Bu liste bize kattıklarıyla uzar gider. Ne mutlu bize ki Türkçe gibi ölümsüz bir dile sahibiz. J. Lohmann Türkçeyi “tarihsiz bir dil” diye nitelerken ne kadar da haklıdır. M.Ö. 3.500 yılında yazıyı bulan Sümerlerden bize 168 sözcük gelebiliyorsa, 5. Yüzyılda yazıldığı tahmin edilen Yenisey yazıtlarından onlarca sözcük hala o günkü şekliyle kullanılıyorsa bu izde yürümek de bize gurur verir. Dönem dönem Türkçeyle ilgili, Türkçenin tarih içerisinde kesintiye uğraması, bilmem kaç yıl sonra ortadan kalkacak olması, bilim dili olamaması, ortaya atılan söylemler son derece asılsız ve dayanağı olmayan söylemlerdir. Günümüz dil haritasına bakmak bile bu konuyu aydınlatacaktır aslında. Ne diyordu Oktay Sinanoğlu “Unutmayalım, başka hiçbir dil bilmeden bizi Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar götürecek tek bir dil vardır; Türkçe! Dilimize sahip çıkalım.”
Tarihsiz/Kesintisiz Dil: Türkçe
Türkçe tarihin hiçbir döneminde kesintiye uğramamıştır. Yani kaybolup yeniden ortaya çıkmamıştır. “M.S. 740’larda -yukarıda belirttiğimiz üzere daha öncesinde Yenisey yazıtlarını da katarak- atalarımız dillerindeki tüm sesleri tam bir yetkinlikle gösterebildikleri 38 harften oluşan bir Göktürk/Köktürk/Orhun abecesi (alfabesi) kullanırlarmış. Bundan yaklaşık olarak üç yüz yıl sonra 1050’lerde bir yandan Uygur abecesiyle yazarken diğer yandan Arap abecesiyle Türkçe yazmaya başladıklarını görüyoruz.
Selçuklu sultanlarından Melikşah devrinde Harezm kasabalarından Zemahşer’de (467/1075) doğan ve Buhara’da da eğitim gören büyük bir dilci, edebiyatçı, kelâmcı ve müfessir olan ünlü Türk-İslam bilgini Ebû’l-Kâsım Mahmud İbn Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî 1130’lu yıllarda Arapça dilbilgisi kitabı yazdı. Bunun 13. Yüzyılda satır arası yöntemiyle Harizm Türkçesine çevrildiği ve bu çevirinin de Arap harfleriyle Türkçe olduğu görülüyor. Sonra 1430’larda Muhammed bin Hamza’nın satır arası Kur’an çevirisi geliyor; bu da Arap harfleriyle Türkçe. Ardından 15. Yüzyıl başlarında yazıya geçirilen Dede Korkut anlatıları geliyor, bunlar da Arap harfleriyle Türkçedir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu da bize gösteriyor ki değişen Türkçe değil Türkçeyi yazan alfabedir. Türkler tarihleri boyunca birden çok alfabe kullanmışlardır. Bu alfabeler ve verdikleri eserler ayrıntılı olarak incelendiğinde dini, siyasi, sosyo –kültürel nedenlerden kaynaklı olarak Türkçenin etkinliği azalmış olsa da hiçbir zaman önemini ve değerini yitirmediği görülecektir.
Dil, Din, İnanç İlişkisi
Bir milletin dini inancı ister istemez dilini etkiler. Hangi dine inanıyorsa dili de o inancın diline yönelir. Türkler de tarihi devir içerisinde farklı dini inançlar sergiledikleri için dilleri de ister istemez bundan etkilenmiş alfabetik aktarımın zorluklarını fazlasıyla yaşamışlardır. Burada da Türkçemizi kurtaran özümüzün, gönlümüzün dili olan “Şifahi kültür” dediğimiz ozanlarımızın dili, sesi/avazı olmuştur. Yazılı kültürün göçebelikte ortaya çıkardığı zorlukları aşmak ve Alfabenin açığını sazıyla/kopuzuyla, sözüyle Yunus Emreler, Karacaoğlanlar, Pir Sultan Abdallar kapatmış, manadaki derinlikleriyle, dünya görüşleriyle felsefenin Anadolu’daki ilk kıvılcımları olmuşlardır.
Türkçeyi tarihsiz-kesintisiz olarak nitelendiriyoruz, çünkü yazılı metinlerin ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren görüyoruz ki Türkçe sağlam dilbilgisi kurallarıyla yazılmıştır. Hala da sağlamlığını korumaktadır. Türkçe sondan eklemeli, aldığı eklerle sonsuz kelime türetmeye elverişli, eklerle türetmede sıkıntı yaşarsa sözcükleri birleştirerek yeni kelimeler yapabilen engin bir dildir.
Diller doğar, gelişir ve ölür. Gelişme sürecinde başka dillerle etkileşime girerek o dilden kelimeler alır ve başka dillere kelimeler verir. Bu gelişmekte olan her dilin yaşadığı doğal bir süreçtir. Biz nedense hep aldıklarımızla ilgileniyoruz ve suçluluk duyuyoruz. Burada önemli olan diğer bir nokta başka dillerin bizden aldığı kelimelerdir. İşte asıl ilerleme, yayılma bu noktada söz konusudur.
Bu yayılmayı en çok nasıl sağlarız? Bilim, sanat, kültür, edebiyat vs. alanında yapılmış çalışmaların çevirisiyle. Her çeviri bir sözlüktür. Bu da dilde zenginliktir. Zaman zaman birçok dilde başka dilden o dile giren sözcüklerle ilgili sözlük çalışmaları yapılmıştır. Bu noktada uzun yıllardır tartışılagelen bilim dili meselesine değinmek yerinde olur.
Bilimin Dili Olur mu?
“Bilimin dili olur mu?” tartışmasına girmek bu yazının boyutunu aşar ama “düşünmenin dili olur” ve “İnsan ana diliyle düşünür” önermelerinden hareketle, insanın konuştuğu, etkileşime girdiği dille ürettiğini söyleyebiliriz. Bu doğrultuda insanlar ancak kendi dillerinde bilim yapabilirlerse yaratıcı olabilirler. Ötesi taklitçiliktir. Evrensel olan bilimin dili değil yöntemidir. Bunu derken insanlığın düşünce birikiminin tercümelerle aktarıldığı dönemlere dikkat edildiği zaman bir zamanlar Grekçenin başka bir zaman da Arapçanın, günümüzde İngilizcenin bilim dili olduğunu görüyoruz. Biz, Farabi’den hareketle dönem dönem bir dil evrensel olsa da asıl olanın bilimin mantığını, yöntemini, yani düşünmenin gramerini bilmekten geçtiğini iddia ediyoruz.
Bu anlamda Türklerin farklı dönemlerde Farsça ve Arapça yazmaları, günümüzde baskın bir şekilde ürettiklerini İngilizce yazmaları “Türkçe Düşünme ve Üretme”nin yani bilimin mantığının, düşünmenin gramerinin Türkçe olmadığı anlamına gelmez. Bir bakıma (b)ilimi yani beşeri ilimler ile pozitif bilimleri hangi dilde yaptığınızın bir önemi yoktur. Önemli olan bilim adına ne ortaya koyduğunuzdur. Sonrasında bilime, ilime açık toplumlar, milletler sizin biliminizi alır ve kendi dillerinde bulduğu karşılıkla uygularlar. Bu da o milletin, ülkenin aydınlarının sorumluluğundadır. Cumhuriyet Türkiye’sinde bunun en güzel örneğini geometri terimlerine bulduğu Türkçe karşılıklarla “Geometri” kitabını yazarak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk vermiştir.
Öyle gözüküyor ki, üretilen fikirlerin her dönem farklı baskın bir dil ile ifade etmesiyle; herhangi bir bilimsel gelişmeyle ilgili verileri alıp, kendi dilinizde karşılık bulabiliyorsanız ne iyi; bulamıyorsanız diliniz o alanla ilgili yeni kelimeler türetebiliyorsa o zenginliğe alt yapıya sahipse konuştuğunuz dilde bilim yapabilirsiniz. Nitekim Türkler bugünlere gelene kadar uzun yollar kat etmişlerdir. Bu da onlara dilde, kültürde, ilimde, bilimde, sanatta vs. zenginlik olarak yansımıştır.
Türk dilini de Türk tarihini de günümüzdeki tarihi araştırmalar, kazılar, inceleme ve araştırmalar devam ettiği sürece tarihlendirmek mümkün olamayacaktır. Hali hazırda devam eden Göbekli Tepe kazıları ve onunla aynı yapıya sahip ve yeni başlayan kazı çalışmalarıyla Harbetsuvan Tepesi kazıları ve kim bilir daha başkaları tamamlanmadan tarihi olaylar hakkında net konuşamıyoruz. Görünen o ki bu kazılar tamamlandığında ezberler bozulup tarih baştan yazılacak. Şimdilerde dahi Türkologlar arasında Türklerin anayurdunun Orta Asya değil, Anadolu olduğu daha sonra göçlerin orta Asya’ya yapıldığı ondan sonra batıya yöneldiği konusu müzakere edilmektedir
Her Şey Yeni Başlıyor
Biz Türkeli’nden (Türkistan sözcüğündeki şehir anlamına gelen Farsça “sitan” sözcüğü yerine Türkçe şehir anlamına gelen el/il sözcüğünü yeğliyorum) aldığımız ilim, irfan meşalesini Türkiye’de layık olduğu şekilde alevlendirmek için hayat ağacı gibi köklerimizden aldığımız feyzle dallanıp budaklanmak için bu imkanı bulmanın gururunu yaşıyoruz. Her şey yeni başlıyor.
Nalan Emektar
MEB, HİTU SBE Felsefe ve Din Bilimleri Yüksek Lisans Öğrencisi
Çorum; 18.06.2020
HLotus