Bu sıralar “1980’den Günümüze İslamcılık Düşüncesi ve Dergiler Sempozyumu” ( İlem ve Üsküdar Belediyesi, 20-22 Nisan 2018 İstanbul) için dergileri oku/yorum. Bana göre 1789-1799 yıllarında Dünyanın eko-politik paradigması değişti, çok uluslu devletten ulus devlete, din merkezli yapıdan laik bir sisteme, monarşiden cumhuriyete geçildi. Monarşik dini değerleri önceleyen bir dünya devlete olan Osmanlı’da yeni sisteme uyum sağlamak için düzenlemeler (Tanzimat) ve yenilikler (ıslahat) yaptı. 1 ve 2. Meşrutiyet deneyimlerinde bulundu. Teorik olarak da İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük şeklinde Tarz-ı Siyaset uygulama alanı buldu.
Bunları tarihten oku/yorum; 1980 yılında İran İslam İhtilali ve 12 Eylül ihtilali oldu. 1989-1990 yılında SSCB dağıldı ve dünya yeni tek merkezli bir sisteme geçmeye çalıştı. 2001 yılında eko-politik saldırılar ile ABD bunu Tarihin Sonu ve Medeniyetler savaşının yeni miladi olarak devreye soktu. 2010 Arap Baharı ile Ortadoğu merkezli yeni düzenlemelere girişildi.
Bu tarih dilimlerini de yaşı/yorum ve yazı/yorum. 1980 sonrası dergileri de bu sempozyum vasıtasıyla tarıyorum. Bildiri de İslamcı ibaresine yönelik eleştirilerim ve İslamcı hareket kavramının ne anlama geldiği, bu ibareyi kabul etmeyen ama dini değerleri önceleyen insanların çıkardığı dergilerin dünyadaki islami bilinçlenmelere, bilgi, bilim ve medeniyet ilişkisine dair okumaları ve yorumlamalarına ne denilecek diye bir başlangıç yapmıştım.
Önce 3 Mart 1924 hilafetin ilgasıyla ilgili bir İslamcı ve hilafetçi bir gazete yazısı, ardından 8 Mart 2018 Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı konuşmada ”Bunlar, İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz. İslam’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız” ifadeleriyle Türkiye Gündemine oturan, ardından kendisini önde gelen bir kanaat önderi olarak sunan şahıs hakkında soruşturma açılmasıyla başlayan tartışmaları hatırlayınca dergi okumalarımın bazılarını hemen kamuoyuyla paylaşmak istedim. Özellikle “İlahiyatçılara karşı Diyanetin eylem planı belli oldu” sözü karşısında İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi olarak cevap vermem şart oldu. Ama kronolojik öncelik açısından hilafet yazısı ve İslamcılık ibaresi hakkındaki kanaatimi paylaşmak isterim.
Tarihsiz okumaların talihsizliğinden kaçınmak ve hilafet
Malumunuz 3 Mart 1924 tarihinde hilafet ilga edildi, daha doğrusu meşveret yetkisi TBMM’ne devredildi. Yine şanlı tarih sendromuna kapılmış yazılar çıkmaya başladı. “… hilafetin ortadan kalkmasıyla İslam beldelerinde dilediği gibi at oynatabilmesi için İngilizler’in önünde artık bir engel kalmamıştı….. O zaman Halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili olarak yaklaşık 100 yıl sonra şöyle yeni bir önerme kurmaya ne dersiniz?” türünden. (Şerbetçi, Koray (2018) İngiliz Emperyalizminin Korkusu: Halifelik” Star Gazetesi, Açık Görüş Eki. 4 Mart 2018) Anlı şanlı akademisyenler de güya bundan naklederek ve sorumluluk almadan yayımlayıp, bak hilafet kaldırıldı neler olmuş diyorlar, iyi mi?
Yahu yakın tarihe bir bakınız lütfen! Şimdi İbn Haldun’un sebep ve nesep nazariyesini, devletlerin ömrünü, Türk geleneğinde mahiyet ve hüviyet ilişkisinde yeni devletlerin daim olduğunu ama eski halin muhal olduğunu söylemeye gerek yok. Bunun yerine Osmanlı’nın 19.yüzyılda ilk önce Fransa ve İngiltere ile anlaşmaya çalıştığını, bunların kabul etmemesi üzerine Almanya ile ittifak kurduğunu, bu ülkenin Abdülhamid ile birlikte modernleşme projelerinde yer aldığı, önemli komutanların Osmanlı ordusunda görev yaptığını bütün lisans talebeleri bilir.
İngiltere ve Fransa’ya göre sömürgeciliğe geç başlayan Almanya’nın Osmanlı’ya yakın durması kendi açısından rasyonel. İtalya da sömürgeci devletlerin başında ve Osmanlı ile birlikte savaşa giriyor. Çünkü Kuzey Afrika, İngiltere ve Fransa tarafından paylaşıldı ve İtalya’nın orada gözü var. Neymiş, yalnız rakiplerimiz değil, beraber hareket ettiklerimiz de sömürgeci güçlermiş.
Gelelim İslamcılık ideolojine niçin ihtiyaç duyulduğuna. Avusturya Macaristan imparatorluğu o dönemde Panslavizm politikası takip ediyordu. Rusya ‘a bundan rahatsızdı. Bunlar bir kenarda dursun, 1 Dünya savaşı başladı, üzerinde güneş batmayan imparatorluk olan rakip Büyük Britanya yani İngiltere’nin dünyanın her yerinden asker toplamasına karşı (Kutulamare ve Çanakkale) en uygun ve reel politik politika nedir diye soralım? Tabii ki Pan islamizm; buradaki en önemli aygıt nedir, tabii ki hilafet. Demem o ki; Almanya’nın da desteğiyle bu politika çok verimli kullanıldı demek farklı şey, yeniden hilafet ile ilgili önerme kurmak gerek demek farklı şey.
Bunlara ilaveten bir de Tuğrul Bey ile başlayan Yavuz Sultan Selim ile nihayete eren ve artık İslam aleminin siyasi liderliğini ele geçiren Osmanlı daha önce niçin hiç İslamcılık veya hilafetçilik yapmamıştır diye sorsak ne cevap verilir ki?
Bir soru daha dünyada hilafet üzerine söylem geliştiren İslamcı hareketin adı nedir ve hilafet kongrelerini hangi ülkenin başkentinde toplar/dı? Ve son iki yıldır nerede toplantı yapıyorlar? velhasıl şanlı tarih sendromuyla tarihsiz okumaların talihsizliğine karşı umarım bir devlet aklı vardır, yoksa bu popüler yazılar ve/ya akıl tutulmasına uğramış akademisyenlerin daha çok zihin iğdiş edecekler.
“İlahiyatçılara karşı Diyanet’in eylem planı belli oldu” ne demek?
8 Mart 2018 tarihi itibarıyla Kendilerini Ehl-i sünnet olarak gören, medreselerde eğitim verdiklerini söyleyen, ilahiyat fakültelerine özellikle felsefe derslerine yönelik yönelik eleştirileri bilinen bazı hocalar yeniden gündeme geldi. Ama söyledikleri sözlerin ifade hürriyeti bağlamında mı değerlendirileceği, yoksa tarihin belirli bir zamanında belirli bir kültürde verilmiş bir çözüm önerisini (fetva) mutlakmış gibi farklı bir ortama taşınmasından rahatsız olan, günümüz hukuk değerleriyle açıkça çelişen ve pedefoli olarak nitelendirilmeye müsait sözlerinden dolayı tepkilerden mi tartışmasına da girmeyeceğim.
Bu hususların yani hukuk ile fıkıh arasındaki farkın, tarihçilik ve tarihsellik tartışmalarını, kıyamete kadar temel ilkeler/aksiyomlardan hareketle farklı zaman ve mekânlarda farklı dillerde üretilecek çözüm önerilerinin neler olabileceğini müzakeresini fakültelerde yapıyoruz. Süleyman Hayri Bolay hocanın kendi talebelerine yönelik son derece sert ve tekfire giden eleştirilerini, buna karşılık veren diğer akademisyen arkadaşlarının görüşlerini de müzakere ediyoruz. Farklı fikirlerin gök kuşağı gibi birlikte olabileceğini, bunun rahmete vesile olma ihtimalini düşünerek İlahiyat fakültelerinden mezun olan gençler de Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere devlet kurumlarında görev alıyorlar.
Şimdi bu müzakerelerin tutarlılığı Cumhurbaşkanımızın yaptığı konuşmada ”Bunlar, İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz. İslam’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız” ifadeleriyle ortaya çıktı. İctihat kurumunu dünyanın her yerinde farklı coğrafya ve kültürlerde yaşayan insanların temel ilkelerden hareketle çözüm önerileri üretmesi gerektiğini, tarihin farklı bir anında üretilmiş çözüm önerisinin tamamen farklı kültürel kodlarda yaşayan insanlara aynen taşımanın olası sorunlarına işaret ediliyor.
Hem kadınların okuması gerektiğine, kadın doktor ve hakime olması gerektiğine vurgu yapılıyor hem de okuyan kadınlarla evlenmeyin çağrısı yapan toplantılara fakültelerde okuyan kızları götürmek ne demek yahut o sözleri dinlemeleri nasıl bir travma yaratıyor diye düşünmeye ne dersiniz? Simone de Beauvoir’ün ifadesiyle “Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyorsunuz, kanatlarını kesiyorsun, sonra uçamıyor diye yakınıyorsunuz.”
Dikkat buyurursanız şu an kamuoyunda oluşturulan algının temelinde ilgili malum şahısların kızlar ve kadınlar üzerinden erkek egemen söylemin artık en üst makamların bile sabrını taşıran bir noktaya gelmiş olmasıdır. Oysa epeydir ilahiyat fakültelerinin hemen kapılarına dört yıllık eğitim müfredatlarını asan medrese olduklarını söyleyen yerler, aynı zamanda felsefesiz ilahiyat için çabalıyordu. Tıpkı tarihsel bir olgu olan hilafet gibi medreselerin de resmiyet kazanması için yasal düzenlemeler yapılması, zaman toplumu bilgilendirici toplu fetvalar yayımlatılması gerektiği vurgulanıyordu. Hatta Sivas’ta resmi yetkililerinde katıldığı Anadolu İslam Alimleri toplantısında bu kamuoyuna açıklanmıştı.
Burada fıkhın kişinin lehine ve aleyhine olan hususları bilmesi ilkesi, dinde derinlemesine bilgi sahibi olan kişinin tarihte verilmiş hükümleri ve/ya kendi ürettiği çözüm önerilerini sunup, sonra bunu bir de kalbine danış deme ilkesine ne oldu diye sormanın bir anlamı da kalmamıştı. Tarihsel gerçekliklerden uzak bir şekilde ürettikleri fetvayı “icma” diye halka sunacak ve baskı oluşturacakları malum. Ama tarihte de olmadı ki şimdi olacak bunlar.
Medreselerin ve ilâhiyatların müfredatları, İslâm’ı tehdit eden ideolojiler dikkate alınarak yeniden tanzim edilmelidir diyerek Osmanlı’nın son zamanlarda yaşadığı travmalar pedagojik sosla sunulmaktaydı.
Şimdi bütün bunlar ortadayken ve bu insanları İlahiyatçı olarak görüp, Diyanetin bunlara karşı eylem planı hazırladığını söylemek ne anlama gelir?
Kindi’nin riyaset ve din tacirliği yapanlardan uzak duran bir “İlahiyatlı” olarak diyorum ki; iyi de bunların ilahiyat fakülteleriyle ne ilgileri vardı ki, bazı sitelerde “İlahiyatçılara karşı Diyanetin Eylem planı belli oldu” şeklinde haberler çıkmaya başladı!
Temel İslami disiplinlerle lise müfredatını uygulayan İmam hatip liseleri, temel İslami disiplinleri, felsefe disiplinleriyle birlikte eşgüdümlü olarak veren resmi İlahiyat fakülteleriyle bu medreseleri savunanları eş değer görmek ne demektir?
Buna ilaveten bir soru daha; İHL ve ilahiyat mezunlarını istihdam eden ve dini eğitimi-öğretimi anayasal bir statüyle yapan kurumları karşı karşıya getirmek çabası ne de oluyor?
İnsanların hayatlarını yönlendiren bir harita olarak ideolojiler
Demem o ki, İslami Hareket/ler nitelemesi yetersiz, kapalı ve genellemeci bir kavramdır. Bunun yerine İslam dünyasını farklı bölgelerinde gerek devletlerin gerekse cemaat/grupların farklı motivasyonlar neticesinde ortaya çıkan İslami bir bilinçlenme ve uyanış sürecinden geçtiğinden; üstelik bunların sistematik bir şekilde manipüle edildiğinden de söz edilebilir.
Mevcut Şii/Selefi mücadelelerini, bunlarla meşruiyeti sağlanmaya çalışılan eko-politik savaşları düşününce, kendisini “İslamcı grup/cemaat/hareket” olarak niteleyen birimlerin Müslümanların tarihsel olarak geçirdiği, kültürel, akidevi ve tarihsel gerçeklikleri yorumlamada bile ortaklığa sahip olamadıkları görülür. Durum böyleyken ümmet ve hilafet gibi üst kavramların içeriği tutarlı bir şekilde nasıl sunulabilir ki?
Sahih inanç/ortodoksi ve batıl inanç/heteredoksi kavramlarının Hz. Osman’ın katliyle başlayan Cemel-Siffin savaşlarına katılan ve öldürülenler hakkında verilen itikadi hükümlerin aynı zamanda idarecilere karşı siyasal tavırları da oluşturduğu ortadadır. Mümin-müslim, kafir, fasık, münafık gibi tanımlamalar aynı zamanda iktidar-muhalefet ilişkilerini de belirliyordu.
Kendisini sahih inanç sahibi, muhalifini ise batıl inanç sahibi olarak kurunca bu fikir, ideolojiye dönüşüyor, böyle olunca da bir sistemin/akımın yeniliklere ve başka görüşlere açık olması da neredeyse imkansız hale geliyor.
Velhasıl artık ideolojik bir yapıya dönüşen hareket “insanların hayatlarını yönlendiren bir harita” ya dönüşmektedir. O, artık toplumsal gerçeği açıklamaya dair bir model değil, toplumsal için gerçek için tek model” olduğunu söyleyen kesin bir inanç (ortodoksi)dir. Bu noktada ideoloji, fanatizm ve radikalizmle beslenmektedir. (Mevlüt Uyanık, “Zihinlerimize Giydirilen Deli Gömlekleri: İdeolojiler”, Fecre Doğru, Aylık Düşünce Dergisi, yıl.6,sayı.63. Ocak.2001,s.12-179
Sonuç: Bu nedenle tarihsel birikimimizi eleştirel ve rasyonel okumalara tabii tutarak, ondan müstağni kalmadan müstakilliğimizi sağlayacak okumalar yapmak gerekir. Önceki eğitim ve öğretim sistemimizden istifade etmek farklı bir şey, onu bugüne taşıyarak resmi statü kazandırarak ilahiyat fakülteleriyle eş değer hatta kamuoyunda daha üst bir manevi birikime yükselterek ortak fetvalar yayımlamaya çalışmak farklı şeydir. Diyanet İşleri Başkanlığı ile onun alt yapısını oluşturan ilahiyat fakültelerini karşı karşıya getirmek Türkiye Cumhuriyetinin anayasal kuruluşlarını ve birikimlerini yok saymak demektir.
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık
– Haber Lotus –
HLotus