Özetin özeti de olsa tasavvûfî derin bilgilerle yüklü bir GİRİŞ yapmadan mes’eleye başlayabilmem ve bildiklerimi okuyucularımın mantık silsilesine aktarabilmem, bu konuda mümkün değildir. Daha sâde bir yazı yazabilmek isterdim fakat böyle bir yazı, doğal taşların tedâvî edici etkisinin ilâhî sebebeblerini anlama noktasında pek inandırıcı olmazdı… Yine de çok derin irfânî ve tasavvûfî mes’eleleri özetlemeye çalıştım ve mümkün olduğu kadar kolaylaştırdım…Elinde aklî mukâyese terâzisinden başka ölçüsü olmayanlara şifâlı taşların etkinliğinin gerçekliğinin İlâhî sebeblerini anlatabilmem için bu mevzûdaki bütün bağıntıları özetle ortaya koymamız zorunluydu…
En âlâ ve lâtîf (ince, soyut, az yoğun) ve mutlak (sınırsız, bağımsız, ve herşeyi muhit) varlık mertebesi olan Hakk Teâlâ hazretlerinin Zât’ı mertebesinden,, en ednâ ve suflî varlık mertebesini işgâl eden toprak ve ma’denler mertebesine kadar,, varlık mertebeleri arasında sayısız bağıntılar birlik ve bütünlükler vardır…
Şifâlı Taşlar konusunu anlatabilmek için aslında şifâlı taşlar konusundan çok daha önemli tasavvûfî hakikatleri, bir giriş olarak ve özetle de olsa mecbûren ifşâ ederek mevzûya başlıyorum…
Eşyâyı Kâinât,, insânın çiftidir, kardeşidir, nüshâsıdır (kopyasıdır), tafsîlâtıdır (açılımıdır). EŞYÂYI KÂİNÂTTA NE VÂRSA, HEPSİ İNSÂNDA DA VÂRDIR. Fakat insânda olan Rûh ve sırr ve emânet,, eşyâyı Kâinâtta veyâ insânsız Kâinâtta yoktur… Ya’nî İnsân,, mazhâr olduğu rûh sebebiyle Kâinâttan bir derece ayrıcalıklı ve üstündür. Dikkat Edin; Kâinâtta olan bütün her şey insânda mevcûd olmasaydı ve ayrıcalıklı olarak Hakk’tan bir nefhâ olan rûha mazhar olmasaydı böyle bir üstünlük de olmazdı… Bir vârlık, tâmm olarak kuşatamadığı ve içermediği bir varlıktan üstün olamaz… Hakk Teâlâ dahî bütün Kâinâtları ve bütün insânları ihâtâ edici ve içerici bir varlığın sâhibi olmasaydı, Rabb ve ilah olmazdı…
Hakk’ın Zât’ından başkasına âid olamayacak bir husûsiyyet sebebiyle …İnsân,, Kâinât ile Hakk Teâlâ arasında berzâhtır (geçiş, arada olan). Ya’nî Hakk Teâlâ da insândan bir derece münezzeh ve üstündür. Böyle bir üstünlükte,, İnsânda ne varsa Hakk Teâlâ da mevcûd olması gerektiğini hatırlayalım… Kâinât,, Hakk Teâlânın doksan sekiz isminin mazhârı (aynası, yansıması, kulu) iken İnsân, Hakk Teâlânın doksandokuz küllî ismine, bir âyine olacak isti’dâd ile yaratılmıştır…. Halbuki Hakk Teâlâ yüz küllî ismin gerçek sâhibidir. İnsân bir küllî isimle (bir sırrla) âlemden zât’î olarak farklılaştığı gibi, Hakk Teâlâ da bir küllî isim ile (sırr ile) insân cinsinden Zât’i olarak farklıdır… Dikkat edin,, Müşterek olan isimlerde hiçbir farklılık ve ikilik yoktur,, mutlaklık ve mukayyedlik veyâ asıl ve yansıma olma dışında bir ikilik yoktur… AÇIKÇASI VARLIKTA İKİLİK OLMAZ. Hakk Teâlâ varlık noktasında bizimle müşterek ve bu müştereklik ile bizi muhit,, Zâtiyyeti ciheti ile ise Kâinâttan ve bizlerden âlâ ve münezzehtir…
Hakk Teâlânın isimleri, ki kemâlâtlarının işâret ve sembolleridir,, bunlar nâ mütenâhîdir (Nihâyetsizdir sonsuzdur.)… Küllî olarak, 98, 99, 100 diye tesbît edilmiştir ki, her bir ismin kendi içinde açılımı yine nihâyetsizdir… Kâinât dahî tek bir Kâinât değil, sonsuz Kâinâtlar mevcûddur… Nitekim her insân için Kâinâtın kardeşi demiştik…
“O Allah ki, yedi kat gökleri ve yerden de onların mislini (benzerini) (yedi kat yerleri) yarattı. Allah‘ın her şeye kaadir olduğunu ve Allah‘ın her şeyi ihata etmiş olduğunu (kuşattığını) bilmeniz için emir, onların arasında (gökler ve yerler arasında) devamlı iner.” (Talâk 65, 12)
İbn-i Abbâs (r.a.)’ın bu âyet’in tevîlini (yorumunu) yapsam beni tekfîr eder taşa tutarsınız dediği husûs, yedi kat göğün yerdeki benzerinin “İNSÂN” olmasıdır…
İnsân, Kainâtın, Kâinât ağacının bir meyvesidir, nihâyî bir meyvesidir… Dikkat edin; her meyvede ağaç mündemiç ve gizlidir. Hattâ her meyvede tohumları vâsıtasıyla bir Kâinâta sığmayacak kadar ağaç vardır…
Varlık, ister mutlak olsun ister mukayyed ister gerçek varlık olsun ister hayâlî, ister asıl varlık olsun ister yansıma,, ister lâtif olsun ister kesîf,, bilinmelidir ki varlık Hakk Teâlaya âiddir. Bu âidiyyet,, gölgemizin, görüntümüzün, uzvumuzun, duygularımızın, acımızın sevincimizin farklı mertebelerdeki bu varlıklarımızın bize âid olması gibidir… Hakk Teâlâ Zât’ı itibâriyle Kâinâttan münezzeh olmasına rağmen,,, Kâinâtın kendisine sâhib olmasından daha çok, Kâinâtın gerçek sâhibidir… Yine Hakk Teâlâ Zât’ı itibâriyle insândan münezzeh olmasına rağmen, meselâ insânın kendi bedenine, parmağına, gözüne sâhib olmasından daha çok, insânların gerçek sâhibidir… Anlatmaya çalıştığımız şudur ki, varlıkta ikilik yoktur, varlık özü i’tibâriyle tektir ve Hakk’a âiddir. Varlıktaki Zât’lar (ferdler) ise çoktur ve Zât’ı Hakk her ferdden münezzehtir fakat varlık müşterektir… Her varlık mertebesini ve her varlık çesidini muhît olan Hakk’ın eltâf-ı lâtîf olan mutlak varlığı ise Hakk’ın Zât’ının ta kendisidir. Demek ki Hakk Teâlâ Zât’îyyeti ile âlem fertlerinden münezzeh, fakat sayısız İSİM ve FİİLLERİYLE,, âlemlerde zâhir ve mütecellîdir….
Şimdi, Hakk Teâlâ ile Kâinat arasında bir Berzâh olan (arada olan) insânın varlığından hareketle mes’eleye girelim. İnsân bir cihetiyle Hakk’a müteveccîh iken diğer cihetiyle Halka müteveccîhtir…
Bahsettiğimiz bu noktada Varlığımızın merkezi KALBİMİZDİR. Çünkü rûhumuzun mekânıdır… Bütün fiillerimiz ve irâdemizin başlangıç ve çıkış merkezi, kalbimizdeki bir noktadır ki kulluğumuz Hakk Teâlânın hangi ismine karşılık geliyorsa, o ismin iktizâsı ve istidâdı çevresinde o noktadan aldığımız tahrik ile eşyâ cihetindeki bütün varlığımız sürekli harekete geçmekte ve hareket hâlindedir. Bu husûsu da kısaca belirttikten sonra. kalbimiz ile Hakk Teâlâ arasındaki perde ve engellerden değerli taşlar konusuna gelmeye çalışalım…
Varlığımızın merkezi olan kalbimizin, maddî bedenimize ve halka açılan mertebeleri olduğu gibi derinlemesine de kesîften lâtife doğru, Hakk’a doğru olan mertebeleri vardır. Kalbimizin lâtife doğru olan ciheti Hakk’a bakar, kesîfe doğru olan ciheti ise Eşyâya bakar…Kalbimizin, derinlemesine ya’nî kesîften lâtîfe doğru, dıştan içe doğru ya’ni kalbimizden içre 5 letâifi (tavrı, hâli) vardır… Bu mertebeler,, Kalp,, Kalbîn bâtını (içi) rûh, rûhûn bâtını sırr, sırrın bâtını hâfî (gizli sırr), hâfinin batını ise ahfâdır (en gizli sırr)… Ahfâ ise, Hakk’ın Zât’ının mekânıdır…. Ahfâya ermiş kul (kâmiller), doğrudan Hakk ile muhataptır…
Demek ki Kalbin, en derinlerde Zât’-ı Hakk ile mutlak bir münâsebeti ve bağıntısı vardır, Lâkin varlığımızdaki,, kalbimizin üstündeki perdeler ve tortular Hakk’ı örtmektedir, Dikkat edin,,. Değerli taşların, toprak, kayalar, değersiz taşlar ve deniz ile örtülü olması gibi…
Zikredilen letâiflerin (kalp, rûh, sırr, hâfi, ahfâ) kalpte açığa çıkması, ya da bu letâiflerin nefisdeki izdüşümü olan hâllerin (nefs-i levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziye, safiye) meydana gelmesi için,, Resûlullah’ın izinde,, çalismak, cehd etmek, sabretmek ve Hakk’ın mutlak varlığı karşisında yokluğumuzu bilmek ya’nî ihlâslı olmak îcâb eder,, ki bu yolda ilerleyenler, nefis mertebeleri dediğimiz hâller ile hâllenirler. Her nefis mertebesinin kendine mahsûs halleri vardır. Meselâ, nefs-i safiyye mertebesine vâsıl olmuş nebî ve kâmil veliyyler, Allah’ın mutlak varlığı karşisında yokluklarını bilmelerinin bereketiyle,, kalblerini ahfâ letâyifine yükseltmiş ve böylece Allah’a (c.c) muhatab ve mülâkî olmuş kullardır.
Taşlârın Tedâvî edici olmak gibi mühimm etkilerinin olduğunu anlamak yolunda bilmemiz gereken bir tasavvûfî bilgi de şudur: Bû Kâinât ve sonsuz Kâinâtlar,, mutlak vârlık olan Hakk Teâlânın isim ve sıfatlarının mertebe mertebe bâriz olduğu, açığa çiktigi yerdir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hiç bir Zât,,, isim ve sıfât ve fiillerinden ayrı olamaz. Kâinât, Hakk’ın esmâsının zâhir olduğu yer olduğu için,, Kâinâtı,, Hakk’ın yanında ötesinde berisinde tasavvur etmemiz, ya’nî Kâinâtı mutlak sûrette Cenâb-ı Hakk’tan ayırmamız mümkün değildir.
Tafsîlâta girmeden belirteyim ki Bâtınların Bâtını olan Hakk’ın Zât’ının mutlak varlık mertebesinden,, isim ve sıfâtlarının tafsîlen açığa çiktigi Âlem-i Şehâdet (Eşyâyı Kâinât) mertebesine varıncaya kadar, ya’nî en Alâ varlık mertebelerinden en ednâ varlık mertebesine varıncaya kadar,, yine tafsîlât i’tibâriyle fakat dahâ latif mertebelerde olmak üzre sayısız varlık mertebesi vardır… Mevzûmuz ile alâkalı bilinmesini istediğim husûs şudur ki, En ednâ ve en kesîf varlık mertebesi olan “ma”denler âlem”inde, diğer her ilâhî ve melekî ve rûhânî ve ma’nevî varlık mertebelerinin bir yansıması ve iz düşümü mevcûddur…
Hakk Teâlâ ile muhatab olabilen Kalbin derecesi, veyâ tavrı veyâ mertebesi olarak belirlediğimiz Lâtifeyi Ahfâ’nın,, ya’nî bu çok lâtif, eltâfı lâtîf olan bu varlık mertebesinin de bu Maddî âlemde bir izdüşümünün olması gerekmektedir. Însân Kâinâtın kardeşi ve özeti ve kopyası olduğuna göre yine ilâhî ve ma’nevi varlık mertebelerindeki her şeyin insânda da bir karşilığının ve yansımasının olduğu bilinmelidir… ve yine bu maddî âlemdeki her şeyin yine insânda da bir karşilığının veyâ izdüşümünün olduğu bilinmelidir… BİLİNMELİDİR Kİ BU İLÂHÎ VEYÂ LÂHÛTÎ VEYÂ CEBERÛTİ VEYA MELEKİ VEYÂ MA’NEVİ YÜCE MERTEBELERİN, EN SUFLÎ VE EN EDNÂ VARLIK TABAKASINDAKİ İZDÜŞÜMÜ VE YANSIMASI,, KIYMETLİ DOĞAL TAŞLAR VE CEVHERLERDİR…
ŞEYHİ EKBER Muhyiddîn Arabî hazretleri Lâtîfeyi Ahfâ’nın maddî âlemdeki karşılığı olarak “hâcer-i beht”i (siyah taş) zikretmiştir. Zikredilen bu “Hâcer-i Beht’in ,, insândaki karşilığı ise kalpteki “süveydâ” denilen ma’nevî noktadır…İnsândaki kalbin Maddî âlemdeki izdüşümünün ise Kâbe olduğunu hatırlatalım. İşte Bu süveydâ noktası kalbin merkezi ve zât’ıdır, Zât’ı Hakk’a açılan noktadır…
Bütün ma’nevî, ilâhî, melekî ve latîf mertebelerin, kendileriyle perdelendiği ve kendilerinden ayrı olmayan, en alt mertebedeki izdüşümlerinin,, Mukayyed (mutlak olmayan) ve zamânlı âlemin,, En suflî ve en yoğun mertebedeki bu izdüşümlerinin “TAŞLAR ve CEVHERLER” olduğunu belirtiyoruz. İşte bu yüzden
taşlar, setredilmiş (örtülmüs) sırrlarla yüklüdürler (sırr-ı mestûr). İşte bu ilâhî mâ’nâlar ve yücelikler,, bu taşların ne tâmm olarak dâhilinde (tâmm olarak içinde, aynında) ne de hâricindedir… Çünkü bu taşlar, ilâhî hakikatlerin bizzât kendisi olmayıp, o vatandaki (meselâ ma’denler vatanındaki) yansıma veyâ izleridir.
Meselâ Nefis mertebelerindeki suflî ve düşük ve zehirleyici düzeylerin civa gibi maddî olarak değersiz ma’denler ile bir bağıntısı olduğu gibi,, Nefs-i mutmainne mertebesinden başlamak üzre Takvâ mertebeleri olan ulvî (yüksek) nefis mertebelerinin,, altın, yakut, zümrüt ve elmas gibi yarı değerli ve değerli taş ve cevherler ile bir münâsebeti, bağıntısı ve karşilığı vardır…
Meselâ Şeyh-i Ekber hazretleri, “Hâcer-i Mükerrem” diye adlandırdığı bir taştan bahseder ki bu taş, SİMYÂ’ cının bakır ve kurşun gibi değersiz iki ma’denden altın yapmak için kullandığı İKSÎR’dir…. Mâddî âlem de Demiri gümüş, Bakırı da altın yapma kudretiyle yüklü ve çok gizli olan bu taşin, İnsânda da bir karşilığı vardır ki, İnsândaki karşilığını elde etmeye muvaffak kılınmış,, kendi varlıklarında bu taşi inkişâf ettirmiş kâmiller,, kâmiller içinde bile azın azıdır. Varlığında bu taşi inkişâf ettirmiş ya da bulmaya muvaffak kılınmış kullar, Kâmillerin en emîn olanlarıdır… Bu zevât, yukarıda belirttiğimiz gibi azın azıdır. Bu taş veyâ bu iksîr,, sâlikleri terbiye ile görevlendirilen veliyylerden ya’nî mürşîd-i kâmillerden küçük bir kısma tevdî edilmiştir… Abdülkâdir Geylâni (k.s.), Şâh-ı Nakşîbend (k.s.), Muhyiddîn Arabî (k.s) gibi Nefs-i safiye erbâbı,, kâmil olmanın da bir adım önünde mükemmîl olan (kemâle erdirmeye muktedîr olan) büyükler,, azın azı olan bu müekemmîllerdendir… Bu zevât, Ehliyetli Mürşîd-i kâmiller olmakla birlikte bahsettiğimiz bu İKSÎR’in de esrârına mazhârdırlar. Bu büyükler, bir nazar (bakış) ile, nefs-i emmâre mertebesindeki kulun bakır gibi olan varlığını,, nefs-i mutmâinne mertebesine bir ânda terakkî ettirip altına çevirebilmektedirler… Bu büyükler Bu işi, bakışlarından saliğe aktardıkları iksîr vâsıtasıyla gerçekleştirmektedirler… Bu arada belirtelim ki, her kul ve her sâlik için bu terâkkîyi gerçekleştirmek mümkün değildir. Anlatılan bu husûs, istidâdı olan sâlikler için geçerlidir. Niyeti güzel olan kulların hiç bir çalismasi ve gayreti olmaksızın veyâ böyle bir sebebe bakılmaksızın Allah (c.c.) tarafından peygamber olarak seçilmeleri gibi… Bu terakkî ettirme işinde karşi tarafın isti’dâdının (kabiliyetinin) olması şarttır. Bu şuna benzer,, Elinde iksîr mevcûd olan bir simyacı,, elindeki iksîr ile ancak bakır ve kurşun ile Altın üretebilir. Bunun dışındaki hiç bir metal ile elindeki iksîr olsa da altın üretemez. Çünkü molar kütle ağırlıkları tutmaz, ya’nî kullanılan diğer metaller altının molar kütle ağırlığına denk düşmez…
Burayı bir kez daha tekrâr edelim…
İstihâle (değişim) de şart olan iksîrdir, iksîr varlığı yok etmez inkılab ettirir (ya’nî bakır veyâ demir aslını yitirmez, ancak elektronların dizilimi değişir)… Bu iksîr ancak,, hacer-i beht (siyah taş-süveydadaki siyah taş) müşâhedesiyle ma’sivadan alâkasını kesmiş insân-ı kâmilde bulunur. Her veliy,, bu istilahata (terakkî ettirmeye) muktedir değildir ya’nî her kâmil, mükemmîl (tekmîl edici, kısa sürede kemâle erdirici) değildir…… Mürşîdin ednâsı, ancak tevbe telkinine kâdir olandır ki müridi nefs-i emmâreden ancak levvâmeye intikâl ettirebilir. Mürşîdin alâsı ise, vücûd memleketinde hâceri mükerremin esrârına mazhâr olandır, kendisi de aynen iksîr gibi âlemde gizli ve nâdir olandır… İşte bu kâmil, nefs-i emmâreden nefs-i sâfiyeye kadar sülûk ettirmeye muktedir,, kalpteki süveyda noktasının üzerindeki, perdeleri açmaya, tozları ve pasları silmeye ehil,, Hâcer-i Behtten Hakk’ın müşâhedesine iletmeye klavuzdur.
Biraz kafanızı karıştırarak vâkıanın diğer bir boyutunu daha belirteyim… Kâmil mürşîdin nazarından (bakışından) aldığı iksîrin etkisiyle kendinden geçen ve nefsânî varlığı bakırdan altın formuna dönüşen sâliğin,, helâl yoldan bahşedilmiş bu feyzin ve lutfun,, harâm yoldaki karşilığı ve benzeri,, belki eroinmânların kendilerine erôin enjekte ettikleri andaki hâlleridir… Bu durum,, çalisarak helâl yoldan elde edilen kazanç ile hırsızlık yaparak elde edilen kazanca benzer ki birincisinin akıbeti hayırlı ve ikincisinin akıbeti kötüdür… Yine bu durum, ilâhî ve helâl vahdet veya aşk şarabı içip ma’nevî sekr hâline ulaşmış uyanıklığa geçmiş mübârek kullara karşilık Üzüm suyundan sarhôş olmuş ve aklı perdelenmiş sızmış kulların, karşilık gelmesi durumuna benzer.. Arada benzerlikler olsa da birinde Ma’nevi âleme doğru çikis ve uyanıklık diğerinde maddî âleme gömülmek ve bitmek vârdır. Biri helâl diğeri harâmdır.
Hakk’a ulaşma yolunda nefis mertebelerini aşmak için ya da kalpteki perdeleri kaldırmak için ateş–i riyâzât, ve darb-ı mücâhede ile yol alınır. Doğada yarı değerli ve değerli taşların oluşması da aynen sâliğin çektigi sıkıntılar gibi, zorlu süreçlerden sonra gerçekleşmektedir.
Nefis mertebelerini aşmaktaki zorluklara,, yukarıda zikrettiğimiz amel, cehd, sabır ve enâniyet ifnâsına karşilık olarak,, taşlar veyâ mineraller âleminde,, elmas taşinın oluşum sürecinde başina gelenleri örnek olarak verebiliriz: Ham elmas, çok yüksek basınç (70 000 kg/cm3) ve sıcaklıklarda (2000 °C) kristalleşen karbondan oluşur. Bu tür bir ortam ancak 150-200 km derinliklerde mevcuttur ve ham elmas bu derinliklerde oluşmaktadır.Daha sonra, volkanik patlamalarla ham elmaslar yeryüzüne doğru itilirler. En genç elmas ortalama 900 milyon en yaşlı elmas ortalama 3,2 milyar yıl yaşindadır. Dünyânın ömrü bile 4-5 milyar yıl olarak tahmîn edilmektedir…
Mâ’denler veyâ minerâller âlemi dediğimiz âlemi ve bu varlık mertebesini, bir i’tibâr ile en ednâ (alçak) ve en suflî (düşük) bir varlık mertebesi olarak belirtmiş olmamıza rağmen,, diğer bir i’tibâr ile bu minerâller cevherler ve ma’denler mertebesi, “İlâh-ı mutlak”ın irâdesine teslîmiyyet ve ibâdet ve tesbîhte en âlâ ve ulvî varlık mertebesidirler. Ya’nî Allah’ın irâdesine teslîm olma noktasında bitkilerden ve hayvânlardan daha ileri ve mûtîdirler… Taşların,, Hakk’ın şâfi isminin tecellî etmesinde büyük bir sebeb ve aracı olmaları bu yüzden taaccüp edilecek (acayip karşilanacak) bir durum değildir…
Hâriçten elde edilen Taşlârın şifâlı etkilerinin gerçekliği bizce kesindir. Fakat taşların tedâvî edici etkilerinin insâna etkisinin ne şekilde olduğu, bilimsel olarak tâmm bir tutarlılıkla açığa çikartılabilmiş değildir. Bu noktada günümüz biliminin seviyesi emekleme aşamasındadır…
Doğal taşların tedâvî edici özelliklerinin tasavvûfî temellerini belirtirken, itmâm (tamâmlayıcı) edici olarak şu bilgiyi de ilâve edeyim: Hastalıklar;; genelde, günahlar ve nefsin hazlarına ve hevâya uymak sebebiyle geliştiği gibi,, tedavi de, nefsin hazzlarına karşi durmak, hevâya uymamak yoluyla elde edilmektedir. Nitekim kula Allah tarafından verilen özel bir hastalık, karakteristik bir günahın tevbesi mâhiyetindedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, meselâ hasta olanlarda gözlenen en belirgin hâl iştâh kesilmesidir ve aslında bu iştah kesilmesi organizmanın zarûrî bir tedâvi sürecidir. Burdan da anlıyoruz ki kontrolden çikan, iştah ve hazz veyâ hevaya uymak hastalık yapıcı süreçlerdir. Bunun zıddı olan açlık ve sabır ve doğru yolda çalismak ise sağlıklı bir süreçtir. Nefis mertebelerini aşmaya çalismak Bizzâtihi bir tedâvîdir… Hem maddî hem ma’nevî bir tedâvîdir…
Son paragrafta yazdıklarımızdan da anlaşilabileceği gibi bizim asıl savunduğumuz, kişinin kendi nefsinde bu zikrettiğimiz doğal taşların karşilığı olan hâl ve mertebelere ulaşması bizzâtihi kendisinin bir şifâ sürecinin içinde bulunması ve insân-ı kâmiller gibi varlığının hem kendisi hem de çevresindekiler için bir iksîr ve bir şifâ ve bir rahmet olmasıdır. Meselâ dôğal taşların ba’zılarının tene temâs etmese bile faydalı etkilerinin sâdece mekânda bulunmak ile mekânda tahakkuk etmesi gibi… İnsân-ı Kâmilin bulunduğu mekânın civârına şeytânın yaklaşamaması (yaklaşirsa yanar) da buna benzer… Sözün Özü,, bu taşlara ve değerli cevherlere kendi içimizde kendi vücûd memleketimizde ulaşmamız esâstır, esâs hedeftir. Ya’nî içimizdeki zulümât deryâsında altını, yakutu, zümrüdü ve elması inkişâf ettirmeliyiz. Bu sâyede dikkat edin, hem âhiret ve hem dünyâ sıhhatine ulaşırız…
Ârizî bir sebebten ya da kaderî bir sebebten ya da yukarıda belirttiğimiz gibi hevâya uymak günâhlar işlemek yolu ile bir hastalığa dûçar olmuş isek,, hastalıktan kurtulmak için,, hâriçten bu taşları elde etmek de diğer bir çıkış yolu olarak önümüzdedir…
Bu yazıyı yazmaktaki maksadım, yazılarımı okuma külfetine girenlere,, ta’bîri caizse bilimin kafasının basmadığı bu mevzûda, Evliyâullahın, taşların tedâvî edici etkisini teyid ettiklerini ve bu teyidin temellerini göstermek idi….
Maddî hastalıklarımızı tedâvî eden doktor ve cerrahlar diğer insânlar içersinde on binde bir ve yüzbinde bîr olduğu gibi, ilâhî hassâlar ve kuvvetler yüklenmiş olan değerli ve yarı değerli karakteristik özelligi olan taşlar,, taş ve kayalar içinde aynen bunun gibi nâdirattandır… Nasıl ki insânlar içinde her insân doktorlar gibi şifâ dağıtmaya alet olamıyorlar ise,, çesitli sırrlar ve DÜZENLEYİCİ şifâ etkisi yüklenmiş taşlar dışındaki taşlar da şifâ etkisine mazhâr olmamışlardır.
Geçmiş devirlerde kıymetli doğal taşlara ulaşmak şimdikinden çok daha külfetli bir işti, ve yüksek pahaya satılıyordu, ele geçmesi herkes için kolay değildi. Şu ânda ise teknolojinin imkânlarıyla yer kabuğunu alt üst eden makineler ile bu iş çok daha kolaylaşmış ve değerli taş fiyatları çok düşmüştür… Yine bu bilgiye paralel olarak şöyle söylenmektedir: “Geçmişte bir sâliğe (Bir kâmile bağlanmış mürîde), çok büyük gayretlerine karşılık, ilâhi feyiz kapıları açılıp, kendisine velâyet dereceleri bahşedilirken,, günümüzde çok az çaba sarfederek ama adamlığını bozmadan az amellere çok ücret ve derece verilmektedir. Çünkü sefil insânlar çoğalmış, sefîl ortamlar yoğunlaşmıştır…
Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah, yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir. (Bakara 2, 74)
Âyet-i Kerîmede kalp ile taş arasında benzerlik kurulmış… Kalplerin yapısına göre insânlar büyük oranda farklılaştığı gibi, taşların da büyük oranda farklılaştığına işâret edilmiş… Nitekim elmasa dönüşen taş ateşte yanmaz. Kömür olarak taşlaşan taşlar ise cayır cayır yanar… İnsânlar da bunun gibi ya kendilerini ateşin sermâyesi yapacaklar ya da NÛRUN sermâyesi….
Dikkat ederseniz, âyet-i kerîmede taşın kaskatı olması kınanmamış, Kalbin taş gibi katılaşması kınanmış. Nitekim taşlar arasında içinden ırmaklar çıkanları ve Allah’tan korkanları zikredilmiş. Bu taşlar övülmüş bu taşlara karşılık gelen kalpler de övülmüştür. Yine taş, taş olduğu için kınanmamış, kalp taş gibi kaskatı kesildiği için kınanmıştır…
Kalp, taş gibi kaskatı olsa dahî o taşın içinde çok esrâr gizlidir. Âsâ ile o taşa vurduğun zamân,, ya’nî hakk yolda âmellerle mücâhid olarak kalbe darbeler vurduğun zamân, ki kalbi yumuşatmanın yolu sâlih ameldir,, taştan suyun çıkması mucizesi gibi, kalpten de ilâhî hayat yansıyacaktır. Hakk yolda işlenen ameller, bir ağacın taşta kök salması gibi er yada geç muhakkak taşa galip gelecektir bu da unutulmamalıdır.
“…Öyle taş vardır ki içinden su çıkar, ırmaklar çıkar…”(Bakara 2, 74)
Ya’ni hayat çıkar… Ya da şifâ…
Ali Aytaç Şenol (aliaytac_senol@hotmail.com)
– Haber Lotus –
HLotus
Bazı kaynaklarda Allah’ın isimlerinin zikredilmesiyle ilgili bilgiler yayınlanıyor. Allah’ın bir ismini, belli bir sayıda tekrarlarsak o isimle alakalı olağanüstü faydaları oluyormuş. Bunların aslı var mıdır, buna dair güvenilir kaynaklarda bilgi var mı?
Var… Beni güvenilir kaynak kabul edersen tabi… Her esmânın ebced (sayısal değeri vardır)… sayısal değeri kadar tekrarlamayı dene…