Ana Sayfa > Köşe Yazıları > Türkistan-Türkiye kültürel sürekliliğinin ses/avaz üzerinden takibi

Türkistan-Türkiye kültürel sürekliliğinin ses/avaz üzerinden takibi

Genelde felsefe tarihi, özelde İslam İslam Felsefe tarihi bağlamında yaptığımız kronolojik okumalarımızı, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” dediğimiz “bir kaygı” ile yapıyoruz, yakın amacımız da  “Türk Felsefesi”nin teşekkül dönemini incelemek ve bunu güncellemek. Farabi’nin İlimlerin Sayımı adlı felsefeye giriş metnini merkeze alarak, burhan, cedel ve hitabet/retorik/belagat ve şiir yöntemleri çerçevesinde üretilmiş (tekil) metinleri okuyarak tikel-tümel ilişkisini kurarak tikel/türk Felsefesini Tümel yani insanlığın birikimi çerçevesinde yeniden üretmektir. Bu noktada fizik-metafizik irtibatının temininde faal aklın rolü ve bunun üzerinden bir sistem felsefesi kurulmasının mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bunun için klasik metinler bağlamında yaptığımız okumaların yanısıra nazım türünde üretilen şifahi kültürün (ses/avaz) felsefi açıdan tahlili de şarttır.

 

Ahmet Yesevi Çizgisinin iki Kolu:

Türkler Müslüman olduktan sonra Tanrı-Evren-İnsan irtibatına dair anadili üzerinden ürettiği metinlerin nazım/şiir olması, şair/ozanların temel öğretiyi yüzyıllarca kopuz/bağlama üzerinden halk bazında yaygınlaştırması, şiirlerin/deyişlerin felsefi açıdan içerik analizinin yapılmasını gerekli kılmaktadır. Çünkü Hacı Bektaş-ı Velinin torunu Şiri’nin “Urum diyarını ben irşad ettim/Horasan’dan gelen Bektaşi idim ben” diyen Yesevi geleneğini Bektaşi/Alevi ve Yunus Emre’nin dilinde belirginleşen Sünni çizgilerini takip etmek gerekir. İlkini Yedi Ulu Ozan, ikincisini ise Mehmet Akif,  Sezai Karakoç, İsmet Özel üzerinden takibi yapılabilir. Nesir türünde ise bana göre bunun temsilcisi Nurettin Topçu’dur.

 

Ses/Avaz Takibinin Felsefi Temeli:

Fizik ve metafizik irtibatını sağlamada tasavvur ve tasdik süreçlerini inceleyen kişiye, “varolması için bir başka varlığa ihtiyacı olmayan Tanrı” ve onun dışındaki her şey anlamına gelen evren arasındaki irtibatın nasıl kurulacağının bilgilenmesi sağlanması için Farabi’nin İlimlerin Sayımı adlı eserinde talimi ilimler yani öğretime dair pozitif ilimlerin önemi vurgulanır. Tanrı’nın evreni nasıl yarattığı sorununa dair genel bilgilenmenin temininden sonra evreni niçin yarattığı sorusuyla felsefe ve ilahiyatın ilgilendiği hususuna geçilir.

İlahiyat’ın hitabet/retorik yöntemini kullanarak insanları temel hakikatler hakkında ikna etmeye çalıştığını, felsefenin ise burhan yöntemiyle ispat üzerinde durduğu belirtilir.  İslam Ahlak felsefesi dersi çerçevesinde özgür iradeye sahip olan kişinin sorumluluğunun idrakinde olacağı,  doğru eylem/salih amel gerçekleştireceği böylece dünyada refah ve ahirette felaha ulaşabileceğini hitabet yöntemini önceleyen ilahiyat açısından Cibril hadisini merkeze alarak sunuyoruz. Bu üç temel ahlak felsefesi sorunu bağlamında insan ve fıtratı, temel erdemler üzerinde dururken hareket noktamız Cibril hadisi olmasının gerekçesi şudur:

Bu hadis, İman/ teorik hususların ilk insan Hz. Adem’den itibaren hep aynı olduğu, bunları farklı zaman ve mekanlarda uygulamaya koyan peygamberlerin uygulamalarını/pratiklerini (İslam) yapanların ihsan mertebesine ulaşacağını, zaman ve mekansızlığı tecrübe edebileceğini belirtir. Cibril hadisi retorik/hitabet yöntemiyle insanlara sunulur. Bunun Kur’an’daki karşılığının teorik hususlara dair bilgilenme (ilme’l-yakin), bunların uygulanması (ayne’l-yakin) ile hakka’l yakin şeklinde gerçekleşeceği şeklinde verilir.

İşte bu aşamaların felsefi dil ile anlatılması faal akılladır. Her mümin ve mümine potansiyel (bi’l-kuvve/heyula) aklını, bu kavramlar üzerine yoğunlaştırırsa, tümel, tekil ve tikel irtibatını kurabilir, soyutlamalar ve kavramsallaştırmaları gerçekleştirir bunun felsefi dildeki karşılığı akl-ı bi’l-meleke’dir. Soyutlama ve tümelleştirme ile akıl yetkinleşir. Bunun sonucunda insan aklının kamilleşmesinin son aşamasına geçilir. En Yüce İyiliğin bilgisine ulaşmaya hazır hale gelmesine akl-ı bi’l-müstefad denilir.  Bu duruma erişen kişi herhangi bir değişimin olmadığı ay üstü alem ile her türlü oluş ve bozuluş gerçekleştiği ay altı alem arasındaki irtibatı kurar. Akl-ı faal bu etkinliği gerçekleştirme durumudur. Bu durumu şahsında gerçekleştiren kişi artık peygamberimizin varisi olan alim, abid ve arif kişidir. Yani felsefe yolculuğumuzun bu aşamasını izah eden “âlimler peygamberlerin varisleridir” hadisidir.

Görüldüğü üzere, matematik/fizik, astronomi ilimleriyle evrenin yaratılmasını sudur öğretisi ile açıklayarak, “Ehad/Bir/Tek’den çokluk/kesret nasıl çıkmıştır?” sorusu bağlamında bilkuvve-bilfiil-müstefad ve faal akıl yetilerini kullanarak açıklar. Böylece diğer canlılarla ortak olan pasif aklı aktif/ilahi/sezgisel akla dönüştürme süreci temellendirilir. İnsan doğasındaki öfke, şehvet ve akıl güçlerinin itidalli kullanımıyla oluşan hikmet, şecaat ve iffet erdemlerinin adalet ile fiiliyata dönüşmesi ile erdemli toplumun imkânı gündeme gelir.

Burada önemli olan nokta, kozmolojik bir açıklamanın yani döneminin astronomi öğretisi (Batlamyus) bağlamında ay üstü alem/metafizik evren ile Ay altı alem yani oluş ve bozuluşun gerçekleştiği dünya/fizik evren arasındaki irtibatı sağlayan faal akıl olmasıdır. Peygamberlerde Cebrail ve/ya ruhu’l-kuds diye nitelendirilen vasıtasıyla vahiy alır ve fizik metafizik irtibatını kurar, akıl ötesine dair bilgiler rasyonelleştir, anlaşılır hale gelir. Bu anlamda peygamber devlet başkanıdır da. Ama artık peygamber gelmeyecek, onun varisleri olan alimler bu fizik ve metafizik irtibatını akılın çeşitli evreleriyle yeniden kurabilir. Zamansızlık ve mekansızlık boyutuna dair bilgiler alabilir derler.

Vahdeti vucud öğretisinde bu sürece tecelli denilir, buradaki anahtar kavram, aşk, aşık ve maşuktur.  Kelamın atomculuk öğretisinin dışında kalarak fizik ve metafizik irtibatını anlamak ve açıklamak isteyen bu iki görüşe göre, insan teorik/iman ile pratik/islam uyumunu sağlayınca ihsan mertebesine ulaşabilir ki ister meşşai filozoflarda isterse vahdeti vucudcu alimlerin öğretilerinde bu mertebeye ulaşanlara arif ve arife denilir. Bu insanlar “sanki görürmüş” bir haldedirler. Buradaki anahtar kavram ilhamdır.

 

Türkistan-Türkiye İrtibatının Şifahi Gelenek Üzerinden Okunması:

Bunlar bilindik sözle, burada önemli olan Türkistan / Atayurt’tan getirdiğimiz bilgileri şifahi/sözlü kültürün Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırılması için felsefi analizlerinin yapılmasıdır. Nazım ve şiir’in beş sanattan olması, ed-Din anlamıyla temel hakikatlerin son uygulamasının / şeriatin cedel / diyalektik diliyle herhangi bir ötekileştirmeye girmeden burhan yöntemiyle  sahip olduğu Kök/Tek Tanrı inancının gölgesi konumunda olan şaman öğretiyle karşılaştırarak, yeni duruma uyum sağlaması, Hanefi fıkhı ve Maturidi akaidi ile ile şekillenen Türk Müslümanlığı söylemin nazım (mani / şiir / koşma, türkü, destan / ağıt / semai / güzelleme / koçaklama / taşlama / ilahi/ nefes / devriye / nutuk) şeklinde gelmesi üzerinde felsefi açıdan durulması gerekir.

İşte burada Yesevi öğreti devreye girmektedir. Çünkü Türk Aklı’nın Arap ve Fars aklının ortaya koyduğu çatışmacı dilden ve dinin sosyo-politik söylemlere meşruiyet kazandırma çabasından uzak durarak, hitabet/belagat yöntemiyle halkın anlayacağı şekle büründürerek Türk Metafiziği oluşturan Yesevi geleneğidir. Burada dört temel erdemin oluşmasındaki itidallik devreye girmekte; Hallac, İbn Arabi ve Suhreverdi’nin aşırı yorumlanmaya müsait söylemlerinden kaçınarak ifrat ve tefritten uzak, itidal üzere kurulan bir sistemin metafizik  temelleri bulunmaktadır.

Bu hususu biraz açacak olursak, Sufî dilin bölgede Hallac’ın söylemiyle müslümanlaşan bir arka planı oda olduğunu düşündüğümüz zaman İslamiyeti kabul sonrasında yazılan ilk metinlerde Tanrı’nın selbi sıfatlarını merkeze alan bir uluhiyet ile sunulduğu görülür. Özdeşlik ve çelişmezlik ilkesi gereği ezeli ve ebedidir, her şeyi o yaratmıştır, hiçbir şey ona benzemez, hiçbir şeyle kıyas edilemez. O odur, çelişiği, karşıtı yoktur, onun dışındaki her şey evrendedir. Bu sıfatlarıyla gözden uzak gibi görünür ama gönüle çok yakındır. Bu anlamda Maturidi merkezli Tanrı tasavvurunu bölge insanın anlayacağı bir şekilde sufî sunumunu yaparak, Hallac’ın cezbe halinde söylediği şatahatları makul görmeyip, vahdet-i vucud öğretisi kanalıyla şaman kültürünün olası yan etkilerini azaltmıştır denilebilir.

Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserinde, Ebu Hanife, İmam Maturidi ve Hakim Semerkandi çizgisinde fakih, kelamcı ve sufî tiplemelerinin tahliline dikkat edildiği zaman  fıkıh-kelam çizgisinde Tanrı tasavvurunu açıklamasını net bir şekilde Ögdülmiş şahsında yaptırdığını, Tanrı-evren ilişkisinde olası bir özdeşleşmenin (vahdeti vucud ve Hallac da olan yaklaşımın) risklerinden kaçındığı görülür.  Bununla birlikte kelamın keskin ve ötekileştirici dilinin risklerinden de sufî tiplemesi ile kaçınır. Şer’i çerçeveden hiç ayrılmayan Melameti tavır ile bu çerçeveyi zorlayan Celveti tarzındaki Melameti tavır arasındaki çizgiyi net bir şekilde koyarak itidalli bir bakış açısı temin edilir.

Türklerin Müslüman olmasında Hallac’ın hitabetinin son derece önemli olduğu bilen Ahmed Yesevi, önceki kültüründe Kam ve Kam/ana  yani fizik ve metafizik irtibatını kuran kadın ve erkek eren kişilerin, yeni sistemde arif ve arife olduklarını ama şatahatlarının olası yanlış anlamalarının ortaya çıkaracağı bireysel ve toplumsal gerilimlerin giderilmesini sağlayan bir metafizik kurduğunu söylemiştik.  Hallac’ın “Ene’l-Hak” şatahatı Yesevi geleneğini takip eden Yunus Emre’nin dilinde şu şathiye’ye dönüşmesi bunun en iyi örneğidir:

“Çıktım erik dalına/Anda yedim üzümü/Bostan ıssı kakıyıp/Der ne yersin kozumu/ Kerpiç koydum kazana/Poyraz ile kaynattım/Nedir diye sorana/Bandım verdim özünü…Bir sinek bir kartalı/Salladı vurdu yere/Yalan değil gerçektir/Ben de gördüm tozunu/ Balık kavağa çıkmış/Zift turşusun yemeğe/Leylek koduk doğurmuş/Baka şunun sözünü/ Gözsüze fısıldadım/Sağır sözüm işitmiş//Dilsiz çağırıp söyler/Dilimdeki sözümü/Yunus bir söz söylemiş/Hiçbir söze benzemez/Münafıklar elinden/Örter mâ’na yüzünü”

İhsan mertebesinin sıradan bir mümin/e ve alim/e, abid/e ve arif/e kişinin ulaşabileceğini ve saadetü’l-kusva’ya ulaşabileceğini şu sade ve herkesin anlayabileceği sözlerle dile getirmesi de bu bağlamda önemlidir:  “Aşkın aldı benden beni/Bana seni gerek seni/Ben yanarım dün ü günü/Bana seni gerek seni… Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver sen onu/Bana seni gerek seni”

Ahmed Yesevi’nin döneminde ahir zaman şeyhleri diye niteliklerini saydığı kimselerin günümüzde cennet, cehennem, kabir ve sırat ile insanları nasıl korkutuğunu ve zihniyetin pek fazla değişmediğini Yunus Emre söyle izah eder:

Sırat kıldan incedir/Kılıçtan keskincedir/Varıp anın üstüne/Evler yapasım gelir/Altında gayya vardır/İçi nar ile pürdür/Varuben ol gölgede/Biraz yatasım gelir//Oda gölgedir deyu/Ta’n eylemen hocalar/Hatırınız hoş olsun/Biraz yanasım gelir/Ben günahımca yanam/ Rahmet suyunda yunam/İki kanat takınam/Biraz uçasım gelir/ Derviş yunus bu sözü/ Eğri büğrü söyleme/Seni sigaya çeken Bir molla kasım gelir.”

Yesevi geleneğinin Yunus Emre üzerinden takibinden bu itidallik vardır ama Bektaşi/Alevi söylemde yaşanılan sıkıntılar sosyo-politik söyleme muhalif bir dil Hallac ve vahdeti vucud öğretisi üzerinden devam ettirilir. Örneğin Nesimi, ”Daim Enel-Hakk söylerem Hakk’dan çü Mansur olmuşam” ”Kimdür beni berdar iden bu şehre meşhur olmuşam” der ve Hallac’ın akıbetine uğrar. Zaten bu söylemin nelerle sonuçlanacağını bildiği ve hiç de pişman olmadığı şu sözlerinden bellidir. “Münkir rakipten kaçın/Müminim hulle biçin/Ben bülbülüm bir gül için/Zarım meydanda meydanda/ Gerçek olan olur gani/Gani olan olur veli/Nesimi’yem üzün beni/Derim meydanda meydanda”.

Bu çerçevede Nesimi’nin  “Gülden terazi tutarlar Gül alırlar gül satarlar Gül ile gülü tartarlar Çarşı pazarı güldür gül” Hallac’ın infazında yaşanılanlar ve en yakın arkadaşının ona karşı tavrı bağlamında okununca şifahi kültürün yüzyıllar boyunca nasıl devam ettirildiğini gösterebilir.  Nitekim Pir Sultan Abdal’da “Güzel âşık cevrimizi/Çekemezsin demedim mi?/Bu bir rıza lokmasıdır/Yiyemezsin demedim mi?/Yemeyenler kalır naçar/Gözlerinden kanlar saçar/Bu bir demdir gelir geçer/Duyamazsın demedim mi?” diyerek yaşanılacak sıkıntılara işaret eder ve bunu göğüsleyebilecek olanlara seslenir. Çünkü “Bak şu aşıkın haline/Ne gelse söyler diline/Can ü başı Hakk yoluna/Koyamazsın demedim mi?” Ama sonunda “Aşıklar harabat olur/Hakk yanında hürmet bulur/Muhabbet baldan tatlı olur/
Doyamazsın demedim mi?” diyerek saadetu’l-kusva’ya işaret eder.

Nazım türünün önemli örneklerinden olan “Nutuk” da bütün mertebeler sayılır ve “Dördüncü esmâya nâil olasın/”Ene’l-Hak” sırrına vâkıf bulasın/Dahi ölmezden sen, evvel ölesin/Erişir cânına fazlı Hüdânın/Gel Hakk’a olma asi //Tâ gide gönlün pası/Dört kitabûn ma’nîsî/Var edeb öğren edeb” denilir ve bunun öncelikle yolunun “Edep Ya Hu/ve) olduğu vurgulanır.

 

Yedi Ulu Ozan’ı Merkeze Alarak “İnsan-ı Kamil” Kavramını İncelemek:

Türkistan-Türkiye İrtibatının nazım türleri üzerinden özellikle deyişlerle nasıl temin edildiğini ve bunların felsefi temellerini analiz etmek felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak için hedeflerimiz arasındadır. Geleneksel sünni yapı tarafından öteki olarak görülen Alevi/Bektaşi öğretinin Yedi Ulu Ozan’ının deyişlerinde bunu inceleyeceğiz.  Çünkü “Hoşca bak zatına zübde-i alemsin sen” sözündeki gibi insan  “eşref-i mahlûkat” olduğundan, mutlak varlığın bütün sıfatlarına, yani zatına mazhardır, denilir.  Bu sıfatlar insanda tecellî edinceye kadar sırasıyla bütün varlıklardan geçerek, âdeta kâinattan süzülür. İşte insan bu yüzden bütün kâinatın hülâsasıdır, yâni âlemin özü (zübde-i âlem)’ dür.

İşte bu, bütün kâinattan süzülüp insanda tecellî etme görüşüne “devir nazariyesi”, mutlak varlıktan insana ve insandan, aslına dönüşe kadar süren devri anlatan şiirlere de devriyye denildiği malum. Biz buradaki söylemin ister filozofların faal akıl, ister sufi filozofların aşk kavramını bilgi kaynağı olarak sezgiyi merkeze alarak incelenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Aristosteles’den itibaren Aktif Aklın ilahi boyutunu ve Aşkın Güç’e ulaşmanın sezgisel akıl olduğunu düşününce, Meşşai ve sufi gelenekte Vücud-ı Mutlak’tan ayrılan ilâhî nur sırayla akl-ı küll, ukûl-ı Tis’a, nüfûs-ı Tis’a olarak açıklandığını görünce, şifahi kültürün felsefi yapısı ortaya çıkar.

Örneğin koşma, destan, nefes, ilahi biçiminde yazılan Devriyelerin “Arşiyye” diye nitelendirilenlerinde mutlak varlıktan ayrılıp dünyaya (âlem-i süflî) gelinceye kadar geçen süreç, Yunus Emre “ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” dizeleriyle özetleyiverir.

Devriyelerin “ferşiyye” diye nitelendirilenlerinde ise dünyadan tekrar yüce âleme doğru yapılan seyahat anlatıldığını hatırlayınca, felsefi dokunun yapısı iyice ortaya çıkabilir. Özellikle aşk kavramı merkezli okumada;  Yunus’un “Dört kitabın manasını okudum hasıl ettim/Aşka gelince gördüm bir uzun hece imiş” sözleriyle anlatıveririz.   Bu varoluş çemberini ise “Evvel benim, ahir benim/canlara can olan benim/Ağ üstünde kara dizen/Ol yazılan Kur’an benim” diyerek halka ana hatlarıyla anlatmak mümkün hale gelir. Bu sürecin özeti ise bana göre “ölür ise ten ölür, canlar ölesi değildir” mısralarının ardından “Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun/assı ziyandan geçtim dükkanım yağma olsun” sözleridir.

Ve şimdi sıra geldi bunları çalışacak faal aklını kullanacak yüreğiyle düşünecek yoldaşları bulmaya…

29/11/2018; Çorum 12:12

Prof. Dr. Mevlüt Uyanık

– Haber Lotus –

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.