Ana Sayfa > Köşe Yazıları > Uygarlığın Engellenemez Yayılışı ve Medeniyet

Uygarlığın Engellenemez Yayılışı ve Medeniyet

Uygarlık, teknisyen bir toplumun icat edildiğini söyleyerek Batı dışı toplumları “bilgi”lendiriyor. Batı dışı bir toplum olarak biz de bir zamanlar İslâm dininin değişik kavimleri birleştirerek geniş coğrafyalarda siyasî/iktisadî tezahürünün sonlanışını bu “teknisyen” zihnin uyandırılamamasına bağlayıp ızdırap duyuyoruz. Heidegger’in “Tekniğe İlişkin Soruşturması” da Huntıngton’un “Uygarlıklar Çatışması” da Batı ile Batı dışı dünyanın arasındaki asıl gerilimin tekniğe ilişkin bir anlamlandırma ile ilgisine doğrudan ya da dolaylı dikkat kesilmiştir. Teknik konusu o derece önemlidir ki Batı, Weber’in anlamlandırmasıyla kenti ile dahi kendini özgül bir konuma yükseltmiş ve burjuvasını dünyaya egemen bir kimlik haline getirmiş, kurguladığı anlatımla bunu, tekniği üretmek ve kullanmak hakkında biricik zihnî kabiliyete sahipliği nedeniyle elde ettiği şeklinde ifade etmiştir. Bu bir anlatıdır. Batı’nın biricik zihnî kabiliyeti Toynbee tarafından da “anlatı” haline getirilerek özellikle kullanılır: “Batı uygarlığı hayattan silinirse, Batı uygarlığının götürüldüğü yerlerde Avrupalı öz yaşamaya devam edebilecek midir?” (TOYNBEE, 1980: 105). Tarihin içinden Batı’nın çekilmesinin insanlığın kaybına sebebiyet vereceğine ilişkin bu tehdidi ciddiye almaktayız. Batı, kendi anlatısının bizim gibi Batı dışı toplumlarca ciddiye alınmasını sağlayacak yapılanmalar teşkil ediyor. Teknik, Batı’nın kültürel vazgeçilmezliğini sağlayacak şekilde araçsallaştırılıyor. Giderek tekniğin kültürden farklı bir cihaz olduğu iması da verilmektedir. Tekniğe ilişkin gelişmenin biricikliği nedeniyle Batı dışı dünyanın Hıristiyanlaştırılması, hammadde sağlanan coğrafyalara dönüştürülmesi, işgücü deposu haline tahavvülü, uygarlık/ ilkellik dikotomilerinin kurgulanması, uygarlık dışı dünyanın kendiliğinden açlık sorunlarına batması, ilkel kabilelerin bitmeyen savaş hallerinin işaret edilmesi gibi “anlatılar” Batı’nın Batı dışı dünya tasavvurunu şekillendirme kaygının ürünü olarak aynı özün yansımaları gibi görünüyor. “Avrupalı öz” sanırım sırf bu nedenle tarih yazımını kendi varlığının devamı için kaçınılmaz görüyor. Batı’ya Batı dışı dünyaya modernleştirici bir etken olarak geldiğinde niçin kaosun dinmediği, köleliğin tezahür ettiği, geleneksel hayatın üretim/gıda/yerleşim imkânlarını acımasızca yok ettiği, açlık sorunlarının çözümlenemediği sorulduğunda bunu tarihin kendi yürüyüşünün tabiî tezahürü şeklinde anlatması ve tarihi kendi konumunu izah eden bir araca dönüştürmesi kaçınılmaz olmuştur. Huntıngton tarafından Uygarlıklar Çatışması gibi bir tez yazıldığında konuyu Batı’nın bu süreci zaten daha önce yaşadığına getirerek tarihi yeniden “anlatması” gereğini hissetmesi Batı dışı dünyaya yapılan modernleştirici müdahalenin masumiyet karinesinden yararlanamaması sebebiyledir. “Batı dünyasındaki mücadeleler, büyük ölçüde bürokrasilerini, ordularını merkantilist ekonomik güçlerini ve en mühimi idare ettikleri toprakları genişletmeye teşebbüs eden prenslerle imparatorlar, mutlakiyetçi monarklarla meşrutiyetçi monarklar arasında meydana gelmiştir. Krallar arasındaki savaşlar bitti, milletler arasındaki savaşlar başladı” (HUNTINGTON, 1995: 14). Batı, bu öyküye inanmamızı istiyor. Böyle bir inanç, tekniğin toplumu yeniden inşası için ve aslında Batı toplumlarının tarih kurgusuna eklemlenmek için sürekli yenileniyor. Buna bir cevap verebilmek için başka bir tarih “anlatmak” gerekiyor.

Böylece sanırım anladınız; dünya egemenliği hiç de sanıldığı gibi güçler ve teknikler arası savaşlarla ortaya çıkmıyor; tamamen “anlatı” ile oluşuyor. İnsanın bunu tabiata yönelik işlerinde de benzer şekilde gerçekleştirebildiğini de görüyoruz. İnsan, tabiat ile ilişkisinde de “anlatı”ya sahip bir canlılıkla temayüz etmiştir. Anlatı, bir egemenlik kurgusudur. Ancak hemen ifade edeyim, egemenliği “anlatı” ile ilişkilendirmekteki maksadım egemenin menfiliğine vurgu yapmak değil. Haddi zatında insane varoluşsal manada egemen kılınmıştır. Onu zorba kılan husus egemenliğin bizatihi kendisi değildir. Amacımız anlatının egemenlikle ilintisini ortaya koymak ve Batı’nın anlatıbiliminin “tarih kurgulayarak” Batı dışı dünyayı zorbalıkla kavrayışına gerekçe haline getirmesini açığa çıkarmak. Yavru filin ön ayaklarından birini halatla bağlayarak kaçmasını engelleyen “eğitici” böyle bir “teknik” kullanmaktadır. Yavru fil halatı koparamayacak ve bakıcısının kendisine çizdiği çember içinde yaşamayı “öğrenecektir.” Fil büyüdüğünde bacağındaki halatın kopmazlığı kendisine “tarihi manada anlatıldığı” için çemberini kıramaz. Başlangıçtaki şiddetin görevi sonraki köleleştirmenin aklileştirilmesini sağlamaya hizmet eder. Bu nedenle modernleştirme Batı dışı dünyaya önce şiddet ve sonra “anlatı” halinde gelmiştir. Batı dışı dünyada dikta rejimlerin ortaya çıkışı da bu manada bir tesadüf değildir. Batı, tarihe, kendini görünmez kılarak müdahale etmekte ve sömürgecilik (soykırım modernleşmesi) sonrası iktidarların tepeden inmeci modernleştirme çabasına yol açmaktadır. Büyük tarih, dünya tarihi algısı kurgulamak ve lokal coğrafyaların tarihlerinden “dışarı çıkmak”la mümkündür.

“Dünyada Batı (Avrupa- ABD) ve OrtaDoğu’da İsrail, demokrasiyi temsil eden tek siyasi kurgudur; Batı dışı dünya ülkelerinin demokratikleştirilmesi gerekir” şeklindeki anlatı küresel bir buyruğa dönüştürülmüştür. Batı’nın anlatısı İslâm dininin yaygın kabul gördüğü topraklarda benimsenmiyor. Rusya’nın Afganistan üzerinde “özgürleştirici” müdahalesi kendine zemin bulamadı. Huntıngton’un “milletler savaşı bittikten sonra ideolojiler savaşı başladı” ifadesi denenmiş bir başarısızlığın itirafından başka bir şey değil. Batı, Rusya’nın Afganistan’daki başarısızlığının utancını 1989’da yaşadı. Bu, Avrupa’da Berlin duvarının yıkılışını, iki Almanya’nın birleşmesini, ideolojilerin Batı burjuvasının aleti olduğunu da gösteren bir tarihtir. 11 Eylül 2001 sonrasında Batı’nın işe yeniden Afganistan işgali ile başlaması bir tesadüf olmamıştır. Bu çerçevede “Uygarlıklar Çatışması” söylemine başvurmak Batı’nın “Küreselleşme” ile eski sömürgeci zihnini yeniden uyandırması anlamını taşıyor. Küreselleşme süreçleri bir taraftan hegemonya ile eş anlamlı olmuş, diğer taraftan da bölgeselleşme fikriyle beraber ilerlemiştir (KÖMEÇOĞLU, 2012: 45). Küresel manipülasyonun en iyi yolu küçük parçalarla hareket etmektir. Irak üçe, Suriye ikiye bölünebilir. Gelişmiş ülkeler birleşme ve bütünleşme taktikleri ararken diğer ülkelere daha fazla bölünme ve küçülme rolü biçmektedir (KÖMEÇOĞLU, 2012: 45). Bu nedenle küreselleşme kapitalizmden soyutlanarak tahlil edilemez. Küreselleşme dünya çapında pazar alanları yaratmaktadır. Müslümanların bugün maruz kaldığı bunalım Müslümanların yaşam alanlarının Batı’nın pazar arayışı için tahrip edilmesidir. Söz konusu tahrip kapitalist enternasyonal’in bir taraftan kentleri kentleştirme politikalarını (metro, bilişim toplumu, ulaşım olanaklarının çeşitliliği, yerel/geleneksel alışveriş mekanlarının tasfiyesi, ticaretin küresel sermayenin hegemonyası altında tanzimi) dayatırken diğer yandan Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında terk edilen sömürge coğrafyaların daha fazla bölünme ve küçülmeye uğratılmasını esas alıyor. Batı’nın sömürgecilik sonrasında modernleşmeyi tepeden inmeci siyasetlerle tatbik edecek kadroların önünü açması bu ülkelerde yıllar sonra tek kurşun dahi atmadan içerden yıkımı sağlayan kutupların oluşturulmasına hizmet etmektedir. Böylece Batı “insan hakları” anlatısı ile bölgelere müdahil olabiliyor. Hem bölge ülkelerin nüfuslarının mezhebî/ideolojik/etnik olarak kutuplaşmış, birbiriyle çatışmış parçalarına silah satışı yapılıyor ve hem de bölgelere barış/hukukun üstünlüğü/temel insan hakları konularında rehberlik edecek insiyatif kazanılıyor. Batı’nın küreselleşme politikaları, küreselleşmenin yıkıcı etkilerinin doğurduğu madunların öfkesini Batı dışı coğrafyaya hapsederek Batı’yı kendi anlatımı bakımından üstün bir konuma da taşımaktadır. Küreselleşme uygarlığın önlenemez yayılışının yeniden tanımlanmasıdır. Dünya ölçeğinde önlenemez yoksullaşma üretmektedir. Uluslararası şirket yapılanması sayesinde Batı, kendi burjuvazisinin çıkarlarını koruyan piyasa yasalarını, piyasanın işleyişi ile ilgili üretim ve pazar ilişkilerini, satışları, fiyatları tüm dünyaya dayatmaktadır. Bu nedenle uygarlık, Batı dışı toplumları “tarih dışı”, “zaman boyutundan yoksun” kılmakta olan bir anlatı üretmekle tezahür etmektedir. Batı uygarlığı önce 1492 sonrası keşfedilen ticaret yollarının egemenliği ve sonra iletişim ve yeni ulaşım yolları üzerinde denetimi ile ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin küreselleşme ve uygarlık şeklinde tezahürü Anadolu’da bin yıldır yerleşik halkların İslâm’la edindiği kollektivist, paylaşımcı ve heterojen kimlikle çatışmaktadır. Bu nedenle İslâm’ın cemaatçi toplumsallığının yansıması olan şehirleri Batı kentleri ile benzeş saymak mümkün görünmediği gibi, kapitalizm ve sömürgeciliğin parlatılmış yüzü olan Uygarlığa da Medeniyet kavramı karşılığını vermek imkân dışıdır. Batı tekniği Batı uygarlığı olan kapitalist akîde/inanç biçiminin kültürel yansımasıdır. Diğer değişle Batı tekniği kültürdür. Bu kültürün “taşınması gereken medeniyet olduğu fikri” Tanzimat sonrası aydınların yanılgısı olmuştur. Batı kültür ile tekniği birbirinden ayırarak tekniği uygarlık gibi yansıtmakta ve Batı dışı kültürlerin insanlık tarihinin tabiî yürüyüşünün ürünü olarak bu uygarlık durumunu/tekniği kendi kültürlerine aktarmalarına çalışmaktadır. Uygarlık kapitalist birikimi esas alan bir inanç biçimidir; insan mutluluğunu “yeryüzü cenneti”nde gerçekleştirmeye yönelmek bakımından da bir kilise şekillenmesidir. Kilisenin anamalcı yapısı kendi tarihsel sürecinde reddedilemez bir gerçekliktir. Bu manada kilise ile kapitalizm arasında bir kırılganlık düşünülemez. Batı uygarlığı bütün tarihi boyunca Batı dışı toplumlara Batı uygarlığı dışında ve fakat Batı ile uyumlu bir toplum modeli sunarak denetim altına almış, uygarlığı yegane seçenek haline getirmiştir. Kendi elinin emeğini yiyenler toplumu kuran İslâm’ın kollektivist, paylaşımcı, İsar ve Birr ahlâklı insan üretimi Anadolu’da kabileci (Arap) ve ruhban (Şia) olmayan bir iktisat nizamı, medeniyet tesis etmiş ve uygarlık ile bitmeyecek çatışmasını Batı’lı tahakkümden koruyabilmiştir. Sömürge edilemezlik Anadolu’ya has bir karakter haline gelmiştir. Batılı tekniğin aktarımı uygarlığın önlenemez yayılışı anlamına gelmektedir.

 – HUNTINGTON Samuel, Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları, 1995

–  KÖMEÇOĞLU Uğur, Küreselleşme ve Batı Despotizmi, Ufuk Yayınları, 2012

–  TOYNBEE Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, Yeryüzü Yayınları, 1980

Lütfi Bergen

– Haber Lotus –

 

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.