Ernest Renan’ın 1883’te Sorbonne’da verdiği bir konferansta “İslam’ın terakkiye mani olduğu” iddia ettiğinden beridir müslümanca düşüncenin farklı kalemleri bu konuya değindi, bir takım cevaplar verdi. Bunlardan biri de Namık Kemal’in “Renan Müdafaanâmesi”dir. Namık Kemal, Renan’ın 1) İslamiyet zayıf bulunduğu zaman hürriyet, kuvvetli olduğu zaman ise şiddet göstermiştir, 2) Garb’da din beşer fikrini ezmeye muktedir olamamış, halbuki İslamiyet zabdettiği yerlerde muktedir olmuştur, 3) Garb’da din sadece İspanya’da zulüm ve tasallutla fikrin mahvına sebeb olmasına rağmen terakkisini telafi edecektir, 4) Terakkide İslam’ın tesiratına dair isnad İslam’ın hilafınadır, Garb terakkisini İslam’ın tesiriyle yapmamıştır, 5) İslamiyet, beşer fikri için muzır olmuştur, 6) Şeyh Rifâa, Avrupa’nın fünûnunu baştan aşağı hilaf-ı din addeder, İslam nokta-i nazarından büsbütün haksız olmadığını itiraf lazımdır, 7) İslam, maârifi ve maârifle beraber kendini mahvetmiş ve milel-i sâireden daima aşağı kalmaya mahkûm olmuştur” iddialarına [1] cevap vermiş ve en- nihaye Renan’a “vukufsuz zavallı cehl-i sırf” bir Akademi hocası olduğu iddiası ile mukabele etmişti. Namık Kemal’in verdiği cevabı “İslam’ın terakkiye mani olmadığı” şeklinde anlamak gerekiyor. Bu cevap önemli bir duruş ise de bir sorun var.
Namık Kemal’in cevabı “İslam terakkiye mani değil” önermesinden hareket ederek Renan’ın problemini yeniden inşa ediyor. İslam’ı maddi uygarlık hususunda terakki etmeyi mümkün kılacak bir din olarak görmekle müslümanların kapitalist dünyaya intibak etmesinin gereği istenmiş olmakta. Böyle bir cevapla Batı’nın kendi toplumsal tarihiyle ilgili kaderci izahı Batı dışı toplumlar için de icbari bir mecra haline geliyor. Yani sanayileşmemiz gereği ortaya çıkıyor. Nitekim Namık Kemal (1840- 1888) sonrası aydınlar da sanayileşmemiz gerektiğini bir şekilde ifade ettiler. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi (1865- 1914) Garb uygarlığı hakkında şöyle diyordu: “Biz Avrupa’nın maddi medeniyetinin en samimi takdirkârı ve hayranlarındanız. Avrupa milletlerinin bugün ulaştıkları sınai olgunluk her mütefekkiri hayran bırakacak bir azamettedir. Lakin manevi medeniyetinin düştüğü zilletin derecesi tarihte misli görülmeyen bir esfeliyettir”[2].
İslamcıların sanayileşmek fikirleri o dereceye varmıştır ki Tarık Zafer Tunaya İslamcılarla Garpçılar arasındaki benzeşmeleri “İslamcı- Garpçılık” başlığı altında zikretmek durumunda kalmıştı: “Bu surette ortaya mutedil bir İslamcılık, İslamcı- Garpçılık çıkmış, ana cereyanlardan böylece bir kol ayrılmıştır. Bu kola mensup olanlar İslamcılık cereyanının rasyonalistleridir (…) İslamcı- Garpçılar, gerileyiş sebebi olarak, hurafeleri, batıl itikatları ve dervişliği kabul etmektedirler. M.Şemseddin ile Doktor Abdullah Cevdet’in Kılıç Zade Hakkı’nın tamamiyle müşterek fikirleri vardır (…) Garpçı İslamcı program şöyle hülasa edilebilir: Asabiyet-i Milliyeyi (milli enerjiyi) uyandıralım, Sanayi-i dahiliyeyi ihya edelim. Ticaret evleri açalım. Avrupa’yı ancak ilim ve fende takip edelim. Sanat ve ticaret, usul-ü ticarette taklit edelim”[3]. Tunaya’nın Garpçı İslamcı dediği zümrenin hurafelerle ilgili fikirleri, Renan’ın İslam ile ilgili ön yargısının aynıdır.
Filibeli’nin ölümünden yüz yıl sonra geldiğimiz nokta şöyle görünüyor: İslam terakkiye mani değil, kalkınıyoruz; lakin Renan’ın “İslam, milel-i sâireden daima aşağı kalmaya mahkûm olmuştur” iddiasına karşı bir cevap veremiyoruz. Bunca çabaya rağmen müslüman toplumlarda ahlâki yıpranmışlık da ziyadesiyle artmaktadır. Batı’nın ilmini almaya çalışmak modern zamanların da problemidir. Çünkü “terakki”nin Türk siyasi hayatının en temel kavramı olduğu, siyasi partilere isim olarak konulmakla kendini göstermektedir. “İttihat ve Terakki”, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”, geçmişte bu hissiyatı ifade ediyordu. Yakın dönem siyasi partilerin isimlerinde de “terakki” iması “refah- kalkınma” kavramları üzerinden sürmektedir. Demek ki Müslümanlar son iki yüz yıldır “terakki” etmek meselesini halledememiş durumdadır.
Toynbee, “Uygarlık manevî düzeydeki gelişmeler sonucunda doğdu. Uygarlığın doğuşu, kendi başına ele alındığında, teknolojik olmayan bir düzeyde yer alan bir olaydı”[4] diyor. Bununla bilim- tekniği bir inanç olarak disipline ettiğini düşünmek gerekir. Toynbee, medeniyet sistemlerinin inanç sistemleri olduğunu kabul ediyor. Diyor ki: “Gerek Sümer, gerekse Mısır uygarlıklarında toprakların bir tanrıya ait olarak düşünülmesi anlamlıdır; bu tanrı da, egemen azınlığın yönettiği etkili iktisadi ve politik kurumlarca temsil edilirdi”. Bu çerçevede ilkel toplum- uygar toplum ayırımına girmek tutarlı bir analiz olmamaktadır. Bütün toplulukların dünyayı- kozmosu açıklayan bir bilgisi mutlaka vardır. Mısır, Aztek, Maya, Sümer, Çin, Roma gibi sistemleri “uygar” kavramı altında inceleyen tarih, antropoloji gibi bilimler ilkel toplum ile uygar toplum arasındaki farkı tanımlarken yanılmaktadırlar. Uygarlıklar, insana verili bilginin paradigmatik yapı kazanması, “bilim” haline gelmesi, eşya dizimi kurması ve son olarak da insan topluluklarını kendine boyun eğdirmesi ile ortaya çıkıyorlar. Bu nedenle ilkellerin uygar olmaması “bilgilerinin noksanlığı” sebebine bağlanamayacaktır. Kitleleri kendilerine bağlamaması ile ilgilidir. Gelişmiş toplumların ilkel topluluklardan farkı büyük bilgi/ teknik donanımlara sahip bulunmaları değil, bu toplulukların çevreyi (ulaşabildikleri kozmosu) ve insanı “ele geçirme” saiki ile hareket etmeleridir. Needham, Çinlilerin gemileri için mekaniği, yaygın sulama kanalları için hidrostiği, madenleri için pompaları, akapunktur için kan ve vücut sıvıları dolaşımını, karnavalları için barutu, yazı için kağıdı… Avrupa’dan en az üç yüz yıl önce kullandığını ifade ediyor. “Avrupa’nın modernleşmesini, sanayileşmesini sağlayan bu üç icattır; barut, pusula ve matbaa. Bunların her üçü de Çin’den gelmedir. Bu icatların Batıdaki sonuçları Çin’den çok daha farklı olmuştur. Şöyle ki; barut sayesinde silahın gücüyle sömürgeciliğin önü açılmış, pusula ile coğrafi keşiflerin, matbaayla da orta sınıfın eğitilmesiyle burjuva sınıfı ortaya çıkmıştır”[5]. Bu durumda Çin’in niçin endüstriyel kapitalist uygarlığa geçmediğini sormak gerekiyor.Bilgi, Çin’de tarımsal- bürokratik bir sistemin işlevselleşmesi adına üretilirken, Avrupa’ya geçtiğinde endüstriyel- emperyal bir zihniyetin aracına dönüşmüştür.
Bu cümleden hareket edersek tarihte sona eren uygarlıkların, aslında başka uygarlıklar karşısında “yenildiği” fikrinden de uzaklaşmış oluyoruz. Uygarlıklar kendilerini ayakta tutan toplumların “dinleriyle” intisaplarını bitirdikleri dönemeçlerde yok oluyorlar. Yahut, uygarlıklar kendilerine boyun eğen insanları kaybettiğinde sönüyorlar. Katolikler başka toplumlar karşısında “var olma” iman ve bilinçlerini yitirdiklerinde feodalizm de tarihten silinmek durumunda kaldı. Roma, putperest dinini kıyasıya eleştiren Hz. İsa (as) karşısında popülizmi zaafa uğradığı için sona erdi. Buna göre Osmanlı’nın da Avrupa’dan Anadolu’ya çekilmesinin ardında “İslam’ın bir medeniyet” olduğu düşüncesinin zaafa uğramasının büyük katkısı vardı. Bu üç sistem de kendilerine olan bağlılık asabiyetlerini kaybetmiş insanların başka bir medeniyete destek vermesi sonucu yok oldu. Terakki etmek düşüncesiyle İslam’ın “Batı paradigmasına” benzer bir başka şey haline gelmesine neden olduk. Bu durum Çinlilerin “Hayret, Biz barutu niçin bomba olarak kullanmıyoruz?” şeklinde bir soru sormaya başlamasına benziyor. Barutu bomba olarak kullandıklarında dini olandan inhiraf etmiş olacaklardı. Yani Çinli olmaktan huruç edilecekti. Dini olanın sekülere dönüşmesi uygarlığın sönmesidir. Bir Çinlinin Amerikan tarzı hayat biçimine geçmesi, Çin uygarlığının tehdidir. Avrupa Max Weber’den beri Toynbee gibi düşünüyor: “Uygarlık inanç ve ahlak nizamıdır”. Buna göre Avrupa, kendine inançla bağladığı insanlar eliyle büyüyor. Kalkınamadığını düşünen toplumlar da aslında imanlarını kaybediyor. Namık Kemal’in “Renan Müdafaanâmesi” böyle bir nazarla okunduğunda bir savunma olmaktan çıkacaktır.
Bütün bu yazdıklarım aslında Renan’dan hareketle vardığım şu üç önermeyi izah içindi: a) Uygarlık terakki etmektedir (GARB), b) Uygarlıklar terakki etmediler insanı ve çevreyi (kozmosu) “ele geçirerek” varoldular (MAYA, SÜMER, MISIR, ROMA), c) Müslümanlar uygarlığın terakkisine tabiyet isteyen milletlerin kendisinden kopmasıyla çökmüştür (OSMANLI).
[1] Namık Kemal, Renan Müdafaanâmesi, Milli Kültür Yayınları, 1962, yayına hazırlayan Fuad Köprülü, s: 53- 54
[2] İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, c:I, 1986: 20
[3] Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, Simavî, 1991: 80
[4] Arnold Toynbee, Tarih Bilinci, Bateş, c: I, 1975: 54
[5] Needham, Doğu’nun Bilgisi Batının Bilimi, 1983
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus