Ana Sayfa > Gündem > Vahdet-i Vücûd Düğümünde Evliyâ Müdafâsı – 5

Vahdet-i Vücûd Düğümünde Evliyâ Müdafâsı – 5

Tevhîd Nesli sitesindeki i’tirâzlara sırayla cevap vermeye kaldığımız yerden devâm ediyoruz. Tevhîd Müddeisi Şöyle devâm ediyor

Bu cevabın açığa çıkmasında ve bunun oluşumunda o günün müslümanlarının ilgi odaklarından birisini teşkil eden Felsefe’nin önemli etkileri olur. Ancak felsefenin oynadığı bu önemli rol çoğu zaman saklanmaya çalışılır. Hint mistisizminin bazı inançları ise Beka billah inancının oluşumunda diğer önemli esin kaynağı olur.

Şöyleki;

Plotinus‘a (M.270) göre, Tanrıyı bilmek, onunla “Bir” olmak anlamına gelir. Bu bir olmak ise, bilen/bilinen ayrımını tamamen ortadan kaldırır. Hint mistisizminin kaynağı olan Upanişadlar ve Vedantalar‘a göre ise varoluşun gereği ve şartı Evrensel Varlık’la (Tanrı’yla) “Bir” olmaktır. Bu ise çoğu zaman Evrensel Varlık’ın insana hulul etmesi şeklinde gerçekleşir. Bu durumun gerçekleşme nedeni ise, insanın arınması, ve yüceleşmesidir. 

Müddeinin iddiâsını şöyle toparladım.

İDDİA: Hint mistisizmi ve yunanî felsefe tasavvufa kaynaklık etmiştir. İttihâd ve hulûl inancı burdan monte edilmiştir. Tasavvufçular da aynen Upanişadlar ve vedantalar gibi Arınmak yolu ile yüceleşmeye ve bu sâyede Allah ile birleşmeye karışmaya inanırlar.

 Evliyâ i’tirâzcısı bu cümlelerinde ittihâd ve hulûlden bahsediyor. Menşeinin de yunan felsefesi ile hint mistisizmi olduğunu belirtiyor. Zihnindeki Evliyâ algısını da bu kurguya monte ediyor.

İttihâd, birliktelik ve birleşme arzeder. Bu kelime vahdet kökünden gelmiş olsa da “ittihâd” kelîmesi veyâ terimi “vücûd”un (varlığın) birliği mâ’nâsına kullanılamaz. Bu kelime birleşme ve bütünleşmeyi anlatır. Bu anlatım, baştan iki veyâ çok varlığı kabûl eder. Birleşmeden önce en az iki eşit benlik söz konusudur. Birleşimde ve birleştikten sonra hangi tekin hükmünü yürüteceği de belirsizdir. İttihâddan sonra hükmünü yürütecek benlik, birleşmeden önceki benliklerden apayrı bir benlik de olabilir. Ya’nî ittihaddan evvel farklı iki benlik varken, ittihâdın netîcesinde ittihâd öncesi iki benlikten farklı bir üçüncü benlik ortaya çikar. Hidrojen benliği ile ile Oksijen benliğinin ittihâdından suyun benliğinin oluşması gibi… Büyük mutasavvıflar, ittihâd kelimesinin ifâde ettiği bu anlamları, Allah (c.c.) ve Kâinât arasındaki münâsebeti açıklamak için aslâ kabûl etmezler. O büyüklerin Âllah hakkındaki irfânı, Allah ile kâinâtın veyâ Allah ile insânın ittihâdını kabûl etmez. Müddeinin Evliyâullah hakkında “bir olmak” tanımı ile tasvîr ettiği ittihâd iddiası asılsızdır.

Hulûlün anlamı ise iki varlığın iç içe girmesi, birbirine geçişmesi ve karışması demektir. İttihâdın aksine, Hulûle konu olan iki varlıktan bir üçüncü benlik oluşmaz. Demir tozu ile tuzun karışması gibi sadece iç içe geçme vardır. Burada, karışıma konu olan iki varlık kendi benliklerinden tâmm olarak çıkıp tek ve farklı bir benlik oluşturmamışlardır. Açıkça iki ayrı varlık vardır. Vahdet-i vücûd ehli,, hulûlcülerin aksine, bütün gölgeleri yansımaları gelip geçici varlıkları Hakk’ın tek olan varlığında isbât ederler. Öncesinde de sonrasın da da Hakk’tan ayrı görmezler ki bir ayrılık ve karışım tahakkuk edebilsin… Vahdet-i vücûd ehli baştan sona,, iki ve ayrı ve Hakk’tan başka gerçek varlık kabûl etmezler. Tek ve mutlak ve kadîm ve hakikî olanın Hakk Teâlâ olduğunu,, kendilerinin ve Kâinâtın ise Hakk Teâlâyı, sınırlı ve çesitli (kesret), hadîs ve mahlûk mertebelerde aksettiren hayâller olarak bilirler. Ve yaratan Zât ile yaratılan zât’lar arasındaki ilişkinin mâhiyetini bilerek ve varlık mertebelerini muhafaza ederek (birbirine karıştırmadan) bütün varlığı, mertebesinin hak ettiği üzre Hakk‘a izâfe ederler. Ya’nî gölge mertebesini, sûret mertebesinden, sûret mertebesini de cisim mertebesinden, cisim mertebesini de rûh ve hakikat mertebesinden ayırt ederek Hakk’a izâfe ederler. Şu, bu, O, gibi mahdut ve mukayyet varlıkları (eşyâyı) işâret edip, bu Hakk’tır da demezler. 

 Evliyâullahın mezhebi ne ittihâd ne de hulûldür. Evliyâullah istisnâsız vahdet-i vücûd mezheplidir. Onların gayesi, kendilerini Allah’laştırmak değil,, onları tanımlayan ender doğru cümlelerden birisi şudur:  Allahtan başka gerçek varlık kabul etmeyenlerdir…” Evliyâullaha ittihâd ve hulûl  isnâd edenler ve bir taraftan da vahdet-i vücûda kâil oldukları için karşı gelenler, ne dediklerini bilmeyen, kullandıkları terimlerin mâ’nâsını bîhaber bir kısım câhillerdir. Elbette biz câhillere karşi değiliz. Herkes bildiğinin âlimi ve bilmediğinin câhilidir. Bildiğimiz konularda iddia edebiliriz, bilmediğimiz konularda câhiliz. Evliyâullah’ın murâdına vâkıf olmadan terimlerini bile anlamadan i’tirâza yeltenmek tâmm bir eşşekliktir.

 Eğer Yeni Eflâtuncuların hocası Plotinus’un Tanrıyla bir olmaktan murâdı başta ikilik, sonunda teklik arzeden ittihâd veyâ hulûl değil de vahdet-i vücûd ise (ya‘ni Kendisini ve bütün âlemi Hakk‘ın birliğinde eritmek ise) doğruyu söylemiş, güzel demiş demektir. Yok, ittihâdı (birleşme) ve hulûlü (karışım) kastediyorsa yanlış yapmış demektir. Evliyânın murâdının hâricinde, ilâhî gerçeklikten uzak bir ittihâd ve hulûl anlayışının, Müddeinin Allah ile Kâinât münâsebeti noktasındaki anlayışından daha doğru olmadığı hükmü bile gayet tartışmalıdır. Müddeinin Allah ile âlem münâsebetinde ikilik arzeden ve sâdece selbî aklın tavrından ibâret olan ve hiçbir irfânî seviye arzetmeyen sırf tenzîhçi anlayışı belki ittihâd ve hulûl itikadından daha aşağıdadır.

 İlâhî hakikâtler hikmet, irfân ve sağduyu,, Kûr’ân indirildiği zamân îcâd edilip keşfedilmedi ki, Efendimiz’in (s.a.v.) Tebliğe başlamasından önce söylenilen her söz bâtıl olsun… Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bâtıl olan fikir ne ise onu ortaya koymak ve sonra kaldırıp atmak lâzım. Hiç bir varlık veyâ hiç bir sistem, mutlak (her bakımdan) kötü değildir. Kâinatta her cihetten kötü ve şerr hiçbir varlık yoktur. Vakıa böyle olunca, bâtıl bir dînin veyâ felsefenin doğru cihetleri olabileceği gibi dînsiz bi insânın da elbette doğru sözleri olabilir. Ya’nî Müddeinin, Yûnânî felsefeye, Vedanta’lara ve Upanişadlara dayanarak i’tirâzlarına tutarlılık kazandırma gayreti, hakikat indinde hiçbir şey ifâde etmez.

Felsefe,, tefekkür ve akıl yürütme yoluyla, Kâinâtta cereyân eden, hükmeden rûhu anlama, ilâhî hakikatleri, kuşatıcı gerçekleri çözmeye çalışma mesleğidir. Bu meslek erbâbının, peygamberlerden yardım almadan sahîh netîceler alması çok zor olmasına, çamura saplanması mukadder olmasına rağmen, bu önemli meseleleri düşünmek ve çözüm yolunda tasarı yapmak özü itibâriyle övülecek bir eylemdir. İslâm’ın ve kendini bilen müslümânların bu mâ’nâda felsefeyle problemi olmaz. Felsefenin (filozofun) çıkardığı netîcelere bakılır. Bu netîceler, Nebîler yoluyla bize intikal eden ilâhî hakikatlerin terâzisinde tartılır makbûl olmayanlar derhâl atılır… Yoksa Allah ve âlem hakkında tefekkür etmek kınanacak bir uğraş değildir.

 Upanişadlara ve Vedanta’lara atıf ile, İnsânın arınma yolu ile yücelmesinin yanlış olduğunu Kur’ân’a reddettiremeyiz. Arınmak; ilâhî bir bilgiye gerek duyulmadan her insânın lüzûmunu akledebileceği bir dîndârlık olgusudur. Arınan insân, maddî bağ ve belâlardan yavaş yavaş kopar, ağırlıklarını bırakır ve tabîi olarak yükselir. Daha önce bedeni nefsinin  tasarrufunda iken, rûhunun tasarrufuna girmeye başlar. Kesretten vahdete çıkar, yükselir. Nefsin kesret ile olan alâkaları kopar, vahdet ile alâkası muhkemleşir. Nefsin tamahkarlığından halâs olunur. Allah rızâsının kapsını aralayan, Allah’ın rızâsını itmâm edici bu yüce gayeye (arınmaya) eriştiren ba’zı vesîleler ve anahtarlar vardır. Geçmiş ümmetlerdeki tevhîd ehline ve biz müslümânlara arınmanın en güzel anahtarlarından biri verilmiştir… Oruç…

 Yine bu mâ‘nâda Rabb‘imiz şöyle buyurdu: “Kad efleha men zekkehâ (Gerçekten nefsini arındıran kurtuldu)” (Şems,91,9)

 Velev ki Bâtıl bir dînin mensûbu oruç tutuyor, riyâzat ile nefsini terbiye ediyor. Maddî bağlardan kopmaya çalışarak nefsini arındırıyor… Eğer bâtıl bir inanış içinde bu faliyetleri (riyâzat) yapıyorsa, bu faliyetlerin bâtıllığına hükmedilemez ki…Upanişadların ve Vedanta’ların inanışı bâtıl olabilir velâkin zikredilen fâliyetler, özü i’tibâriyle Kur’ân’a göre makbuldür. En azından merdûd değildir. Upanişadların ve Vedanta’ların inanç esâslarının bâtıllığı ayrı bir inceleme konusudur. Velev ki inançları top yekûn bâtıl olsun. Zikredilen fâliyetleri Kur’âna ters değildir. İnançlarında hulûl ve ittihâd varsa (ki bu da tartışmalıdır) bu inancın Ümmet-i Muhammed’in Evliyâsı’nın vahdet-i vücûd irfânı ile bir alâkasının olmadığı yukarıda belirtilmişti.  

 Müddeinin yaptığı bu kıyas ve bu mantığa göre, ya’nî Plotinus’un görüşleri ile Tasavvuf ehlinin görüşlerini özdeşlestirme,, Hint Mistisizminin bâtıllığından yola çıkarak Tasâvvuf ile bağlantı kurup Tasavvufun bâtıllığına hükmetme mantığına ve aynı kıyas sistemine göre,, hayvân kurbân etmenin ilkel kabilelerde ve putperestlerde mevcûd olmasına bakarak, Kurbân vecîbesinin bâtıllığına hükmedilmesi îcâb etmez mi?… Benim verdiğim Kurbân örneği, Müddeinin mantığındaki kıyâs sistemi bakımından çok daha kesîf bir bağlantı arzediyor. Hadi Kurbân vecîbesini de inkâr etsene… Misâlleri çoğaltarak uzatmaya, ballandıra ballandıra anlatmaya gerek yok, bunlar mantık olarak kökten yamuklar.

Ali Aytaç Şenol

– Haber Lotus –

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.