Ana Sayfa > Gündem > Vahdet-i Vücûd Düğümünde Evliyâ Müdafâsı – 6

Vahdet-i Vücûd Düğümünde Evliyâ Müdafâsı – 6

Tevhid nesli sitesindeki müddeilere cevap vermeye kaldığımız yerden devâm edelim… 

Bu yazımızın bir bölümü Celaleddin Vatandaş hocamız tarafından kaleme alınmıştır.

Hummalı bir çalışma ile kısa sürede tercüme edilerek, Arapçaya kazandırılan felsefe kitapları ve bilhassa Hallac-ı Mansûr (309/922) gibi bazı sûfilerin Hint’i sık sık ziyaret etmeleri, Bekâbillah inancının oluşmasında etkili olan malzemeyi sağlamış görünüyor. Bu inancın oluşup, kabul görmesi fena inancının aslından oldukça farklı boyutlarda anlamlandırılmasına da zemin hazırlar. Bütün bunlar sonucunda da kendisinden geçilenin ne olduğuna yönelik soruya cevap verilmiş olur;

“Ben, sevgi ile bağlı olduğum O kimseyim ve sevdiğim O kimse benim,
Biz bir tek cesede girmiş iki ruhuz,
Sen beni görüyorsan, O’nu da görürsün,
Şayet O’nu görüyorsan her ikimizi de görürsün”
Biz bir tek cesede girmiş iki ruhuz,
Sen beni görüyorsan, O’nu da görürsün,
Şayet O’nu görüyorsan her ikimizi de görürsün”

Daha çok hulul inancını ifade eden bu ve benzeri ifadelerle de anlaşılmış olur ki, terkedilen, kendisinden geçilen yoktur. Aksine Mutlak Varlık oluşun bilincine varmak vardır. Hallac-ı Mansûr’un (309/922) diğer bir çok şiirinde ifade edilen bu inancın özeti ise “Enel Hakk” sözü olur. O, Hint seyahatleri sırasında öğrendiği Hulul inancını Fena inancının çarpıtılmış biçimi içerisinde ifade ederek bu inancın yaygınlık kazanmasına zemin hazırlar.

İDDİA: Bekabillah inancı ya’nî Allah ile vâr olmak, Allah’ta vâr olmak, Allah’ta sürekli olmak, İslâm inancıyla uyuşmaz, İslâma dışardan sokulmuştur. Bu inanç doğru fenâ inancının bozulmuş şeklidir. Hallâc’ın bu ifâdeleri hulûl inancıdır. Kendisinden geçilen ne bir âlem (masivâ), ne bir küçük âlem (beden) ne de bir benlik ve enâniyyet vardır. Hallâc bunlardan geçmemiş dolayısıyla bir ifnâ söz konusu değildir. Aksine kendisi mutlak varlık sâhipliği ve Hakk’lık iddiasındadır.

Muteriz şu dizeleri göstererek yukarıdaki iddiaları sıralamıştır. Bakalım,, dizelerde hazretin murâdını araştıralım, iddialarla örtüşüyor mu?

“Ben, sevgi ile bağlı olduğum O kimseyim ve sevdiğim O kimse benim” buyuruyor. Niye böyle buyuruyor? Çünkü her insân, Hâriçteki âlemi ve hâriçteki herşeyi ve hattâ Allah’ı ve peygamberini kendi zihninde, tasavvurunda veyâ kalbinde ya’nî kendi içinde algılar, tasavvur ve taakkul eder… Bu cümleleri biraz açalım.

Hâriçteki eşyâyı, duyu organları vâsıtasıyla zihne aktaran meleklerdir. Bu aktarım işi melekler vâsıtasıyla gerçekleştiğinden insânlar arasında duyu organlarının verdiği bilgilerde bir çelişki olmaz. Sıcak bir çay içene başka birisi bu ne kadar soğuk bir çay demez. Fakat her insanın yaşadığı tecrübeler nihâyetinde ulaştığı inanç düzeyi ve şahsına mahsûs karakteri ve aklı,, insânların diğer insânlardan farklı ve nisbeten çelişkili hükümler vermesine yol açar… Dolayısıyla hâriçten duyu organlarıyla almış oldukları veriler melekler vâsıtasıyla getirildiğinden doğru ve güvenilir olsa da yaşanılan farklı tecrübeler (duyulanların farklılığı), şahısların karakterlerine mahsûs akıllarının farklılığı, verilen hükümlerin ve sâhip olunan inançların farklılığını doğurur. Her insân Hâriçten aldığı veyâ aldığını zannettiği verileri kendi şahsına münhasır bir biçimde kendi içinde algılar kendi içinde yorumlar ve kendi şahsına münhasır olarak bir kanâate ve hükme varır. Durum böyle olunca herkesin hükmü ve inancı,, kendi içinde tahakkuk ettiğinden kendi tasavvuru ve nisbeten kendi i’câdı olmuş olur. Meleklerin duyular vâsıtasıyla bize ilettiği veriler bile, ne kadar doğru olsa da, hâriçteki (dışarıdaki) aslın kendisi olmayıp, aslın bir nüshâsı (kopyası) veyâ misâlinden (örneğinden) ibârettir. Ya’nî algılarımız, hariçteki asıl gerçeğin kendisi olmayıp o aslın ve o gerçeğin bir benzerinden ibârettir.

Şunu anlatmaya çalışıyoruz. Bir ağaca baktığımız zamân o ağacı gerçekten görmeyiz. O ağacın zihin aynamızdaki veyâ perdesindeki yansımasını görürüz ki bu bizim algımızdır. Elimize bir iğne batırıldığı zamânda onu aslında elimizde değil zihnimizde algılarız (hissederiz). Zâhir duyularımızın algısı nispeten gerçeğe yakındır, Bâtın duyularımız ile algıladıklarımız gerçeğe (hakikatteki asla) nispeten daha uzak, aklımız ise şahsımıza veyâ vücûd memleketimize münhasır bir karakterle hükmettiğinden başka insânların hükümleriyle çelişir. Her insânın iç âlemi (enfüs) farklı bir memleket (ülke) gibidir. (Not: Akıl dediğimiz kuvvet, Her memlekette vezir-i a’zâma (başbakana) karşılık gelir.) (Not: Zâhir duyular: İşitme, görme, koklama, tadma, hissetme… Bâtın duyular: Hiss-i müşterek, hayâl, fikir, hâfıza, vehîm)

Mes’ele hazretin cümlesini anlamak olunca, bu noktada en evvel bilmemiz gereken,, kendi içimizde algı ve tahayyül ve taakkul mertebesinde oluşan Allah inancımızın bizim içimizde şekillenmesi dolayısıyla bizden hâriç ve bizden bağımsız ve bizim ötemizde olamayacağıdır. Dolayısıyla bizim Allah inancımız bize dâhildir. Kendi içinde algıladığın bir şey, senden hâriç olmadığı için senden başkası da değildir. Ya’nî Hallac-ı Mansur’un sevdiği Allah,, Hâriçte kendi Zât’ı ile mevcûd Allah’ın Hâllac’daki yansıması ve Hallâc’a mahsûs algısıdır ki bu mertebede Allah, Hallâc’dan ibârettir. Bilmem anlatabildim mi? Yine Aynı şekilde, Ebû Cehl’in Allah algısı dahi (Kendi inancında taptığı, sevdiği, benimsediği Tanrı algısı) Ebû Cehl’in kendisinden ibârettir. Herkesin durumu aynıdır. Herkesin Tanrı tasavvuru kendisinden ibâret olsa da İnsân-ı Kâmillerin tanrı tasavvuru, yüzük kaşına yüzük taşının oturması gibi, hâriçteki mutlak hakikat ile paralellik ve doğruluk (ayniyet) arzeder. Nâkıs olan kullar parçaya, muhtelif bir ilâha veyâ Allah’ın muhtelif bir vechine kulluk ederken. Kâmil kullar bütüne ve Allah ismi ile işâret edilen Zât’a kulluk mertebesindedirler.

Hiçbir insânın Allah algısı kendi varlık düzeyini ve mertebesini, isti’dâdını (ezelî kabiliyyetini) ve kapasitesini aşamaz. Ve burdan Hakk’ın hâriçteki Zât’ına muttali olamayacağımız da aslında ortaya çıkar… Allah hakkındaki irfânımız, nefsimize olan irfânımızla paralel gider. Ancak kendimiz kadar,, nefsimizin kapasitesi, kadir ve kıymetimizin yüceliği, vücûd memleketimizin medeniyet seviyesi kadar Hakk’a muttali olabilir O‘nu tanıyabiliriz.. Hiçbir fabrika kendi kapasitesinin ve büyüklüğünün ötesinde bir ürün üretemez. İnsânın Allah hakkındaki inancı veyâ ilmi, kendi nefsine (Zât‘ına, kendisine) dâir ilmin (irfânın) ötesinde olamaz. Her insânın Allah’a dâir ilmi ve irfânı kendisinden aşkın değildir. Kendisi kadar Hakk’ı bilir,, Allah’ın kendisindeki yansıması kadar Allah’ı bilebilir. Ama bu noktada enteresân olan, İnsânın zâten bu amaç uğruna ya’nî Allah’ı tanıması ve isimlerinin açığa çıktığı mahâl olması için yaratılmış olmasıdır. İnsân Allah’ı sûreten tanımaya müstaid olarak yaratılmıştır. Allah’ın hakikatini ve Zât’ını ise ihâta ve idrak edemez.

Kişinin Allah’ı bilmesi ve tanıması kendisini bilmesinin ve tanımasının bir dalıdır. Çünkü Kişinin Allah’ı bilmesi kendi kapasitesinde gerçekleşen bir îcâddır. İnsânın Nefsine (kendisine) dâir bilgisi Allah’a dâir bilgisinden önceliklidir. Çünkü Allah’a dâir bilgimiz, Nefsimize dâir bilginin bir şubesinden ibârettir. Bu noktada da enteresan olan,, İnsânın nefsine dâir tafsîlâtlı bir bilgiye muttalî olamayacağıdır… Nefsine dâir bilgiye tâmm olarak muttali olsa, Allah’ı tâmm olarak bilmiş olur ki bu imkânsızdır. Nitekim şöyle buyrulmuştur: “Nefsini Bilen Rabb’ini bildi”… Bir kul nefsini kulluk ve âcizlik ve muhtâclık cihetiyle idrâk ettiğinde, Allah’ı da Rab’lik ve kudret ve gınâ cihetiyle tasdîk etmiş olur. İşte bu algı, arzû edilen sevindirici bir algıdır. Bunun ötesinde kul, hiçbir zamân nefsini ya’nî kendisini ya’nî varlığını künhüyle ve bütün detaylarıyla aslâ bilemez. Dolayısıyla Rabb’ini de künhüyle ve tafsîlâtıyla bilemez.

Mecnûn’daki Leylâ da, Mecnûn’un kendisinden ibârettir. Mecnûn’daki Leylâ sevgisi, aslında Leylâ’dan daha ziyâde Mecnûn’dan kaynaklanır. Eğer Mecnûn Leylâ’da kendine dâir bir münâsebet keşfetmeseydi. Leylâ’yı aslâ sevemezdi. Bu münâsebet; Leylâ’nın, Mecnûn’un edilgen fakat kendisinden koparılmış parçası olması,, Mecnûn’un da Leylâ’nın etkin ve kendisinden uzaklaştırılmış vatanı olmasıdır. Sevilen Leylâ, Mecnûn’un algısındaki Leylâ’dır ki aslında bütünüyle Mecnûndan ibârettir. Mecnûn Leylâ’da kendi edilgenliğini görmekte ve kendisinden koparılmış edilgenlik parçasıyla bütünleşmek istemekte aslında kendisine kavuşmayı sevmektedir… Leylâ Mecnûn’da kendi etkinliğini görerek yine aslında kendini sevmektedir. Bütün Seven ile sevilenler arasında zarûrî bir münâsebet vardır. Sevilen ile seven arasında bir münâsebet,, ve parça bütün ilişkisi olmasa Sevgi husûle gelmez idi. “Allah ile kul” ve “kul ile Allah” arasında bir sevginin varlığı vâr ise ki, ilâhî haberlerin öğretmesi ile bu sevgi bağının vârlığını kesin olarak biliyoruz. Allah ile kul arasında bir münâsebetin (bağ ve ilişkinin) hattâ parça bütün ilişkisinin varlığı zarûrîdir. Bu noktada, Kul’un Allah’ı sevmesi de bütünüyle kendini sevmesinden ibârettir. Allah’ın kulunu sevmesi dahî Allah’ın kendisini sevmesi anlamına gelir ancak bu ifâde, Allah’ın kendi Zât’ını kulunda müşâhede edip sevmesi anlamında değil, kulunda gözüken kendi kemâlâtını (isimlerini) sevmesi anlamındadır. Eğer kulda, Allah’ın kemâlâtından bir hisse olmasaydı. Elbette Allah kulunu sevmezdi. Parça ile bütün veyâ bir bütünün iki parçası arasında bir ayrılık, bir münâsebet ve bir bütünlük vardır. Her seven, aslında kendinden başkasını sevmez. Hz. Allah’ın bile Hz. Muhammed’i sevmesi, Hz. Muhammed’in yokluk aynasında yansıyan kendi güzelliklerini kemâlâtını ya’nî kendisini görmesindendir.

Hazret ne güzel buyurmuş değil mi? “Ben, sevgi ile bağlı olduğum O kimseyim ve sevdiğim O kimse benim”

Hallâc-ı Mansûr’un da kendi Zât’ına mahsûs olarak algıladığı dikkat edin algıladığı Allah, Hallâc’ın kendisinden ibârettir. İçindeki Allah’ı sevende Hallâc’dır sevilen de Hallâcdır. Bu noktada seven ve sevilen Hallâc’ın kendisinden ibârettir..

Seven ve sevilenin Hallac’dan ibâret olması, Hallâc hazretlerine nispeten durumun îzâhıdır. Hâriçte (Hallâc’ın algısının dışında) kendi Zât’ıyla mevcûd, mutlak varlık sâhibi Hakk Teâlâ’ya nisbetle durum incelendiğinde ise görülür ki Her biri bir Kâinât olan bütün insânlar, Mutlak olan Hakk Teâlânın tecellîgâhıdırlar. Her bir insân, Alah’ın celâlî veyâ cemâlî muhtelif bir isminin yansımasıdır… Allah bir ve tek ve aynı hakikat olmasına rağmen, isti’dâdı muhtelif olan insân aynalarında yansır. Aynaların farklılığı sayısız esmânın açığa çıkması anlamına gelir. Allah onlar ile muhtelif isimlerini, isimlerinin farklı hükümlerini açığa çıkarır. Her ismin sırrında Zât’ın gizli olduğunun da bilinmesi lâzımdır. Her bir âlemin ya’nî insânın kendine mahsûs karakteri Allah’ın muhtelif bir ismini yansıtmaya uygun düşer. Ahmet aynasındaki yansıma, Mehmet aynasındaki yansımadan o da Zehrâ aynasındaki yansımadan farklıdır. Şeytân aynasında Mudill olan Allah açığa çıkarken hz. Ömer aynasında Hâdi olan Allah açığa çıkar. Burada dikkat edilmesi gerekli husûs, her bir ayna da açığa çıkan yansıma, Hakk-ı Mutlak’ın Zât’ıyla tecellîsi olmadığı gibi Zât’ından ayrı olarak da değerlendirilemeyeceğidir. En güzel ifâde, Zât-ı mutlak olan Hakk Teâlânın muhtelif isimleriyle tecellî etmesi olarak yapılan îzâhtır.

Her bir ismin sırrında Zât gizlidir. Allah’ın sayısız isimlerinden bâzıları Allah’ın vasıflarından (sıfat isimler) haber veren isimler, bazıları fiillerinden (fiil isimler) haber veren isimler, bazıları da Zât’ından haber veren isimlerdir… Zât’a işâret eden isimlerin ve bu isimlerin açığa çıktığı mahâllerin diğer mazharlardan imtiyâzlı bir durumu vardır. Burada hassâs bir önemli husûs vardır ki, konu Hallâc ve insân-ı kâmiller olunca meselenin anlaşılması için anlatılması elzemdir…

Allah çeşitli isimleriyle Kâinâtta ve bilhassâ insânda küllî isimleriyle zâhir olur, kendini açığa çıkartır. Bilinmelidir ki Allah ism-i şerîfi de isimlerden bir isimdir. Zât’i isimlerden birisidir, diğer bütün isimleri câmidir (kuşatıcıdır) ve bütün isimlerin umdesi olan bir isimdir. Her isim gibi bu isme de bir mazhar gerekir ki bu mazhar İnsân-ı Kâmillerdir. Bu muhteremlerin kalp aynası düz, pürüssüz ve parlak olduğundan Allah bu mazharlarda kendini kemâliyle gösterir, Ya‘nî Düz bir aynanın,, karşısındaki varlığı aynen doğru olarak göstermesi gibi… Bir bilinmesi gerekli husûs daha vardır ki aslında Bütün insânlar bi’l-kuvve Allah isminin mazharıdır. Bi’l-fiil mazhar sâdece insân-ı kâmillerdir. Yine tâmm bu noktada, mazhar ve zâhir arasındaki farkın Yâ’nî insân-ı kâmil ile Allah (c.c.) arasındaki farkın bilinmesi gerekir. İnsân-ı kâmillerin bi’l-fiil mazhar olmasına sebeb kalb aynalarının mükemmel yansıtıcı olmasıdır demiştik. Diğer insânlardan farklı olan bu husûs, o büyüklerin Allah’ta fânî (yok) olmaları sebebiyledir… Mazhar (veyâ Hallâc) cihetinden, mazhar ile zâhir (Hakk Teâlâ) arasında fark yoktur (Ya‘nî zâhir olan Allah, o mahâllin kapasitesi miktarınca ne kadar zâhir ise Zâhir olduğu seviye kadar mazhârın aynısıdır.), Burada mazhâr, sınırlı kapasiteye sâhip bir ma’den veyâ bitki veyâ hayvân değil de sınırsız isti’dâda mâlik insân cinsi olur ise, O insân da İnsân-ı kâmil ise ya’nî bu mazhar, yokluk (fenâ) ile tahakkuk etmiş bir insân-ı kâmil ise, zâhir (Allah) ile mazhar (kul) arasında ikilik yoktur (ikilik yokturdan murâdımız; düz bir aynanın karşısına geçtiğimizde,, aynadaki görüntüyle aramızdaki birebir paralellik ve aynılıktır). İşte bu nokta, Hallâc hazretlerini anlamanın, tevhîd meselesindeki ilmin odak noktasıdır. Varlık âleminde, Kâmil insândan daha üstün (daha kâmil) bir zuhur mahalli olmadığından, insân-ı kâmil mertebeliğindeki yansımanın paralelliğini ve doğruluğunu (aynılığını) idrak eden meseleyi çözmüş olur. Bu ayniyete ve paralelliğe rağmen Hakk ile kulu arasında elbette fark da vardır. Zâhir olan Hakk cihetinden şöyle bir fark vardır. Bir insân-ı kâmil bilfiil Allah ismine mazhar olsa da bilinmesi gereken husûs şudur (Allah ismine mazhar olmak da ne demek diye i’tirâz edecek olanlara bu noktada noktada hazret-Îsâ ve mucîzelerini hatırlamak faydalı olur): Aynadaki yansıma (İnsân-ı kâmil), ayna karşısında duran asıl varlığa (Hakk Teâlâ) mutlak sûrette bağımlıdır. Aynadaki görüntü gibi olan insân-ı kâmilin varlığı Hakk’ın mutlak ve hakikî varlığına nisbetle bir hayâldir ve gelip geçicidir. İnsân-ı Kâmil bir yansımadır, İnsân-ı Kâmillerin varlığı mukayyeddir (Bağımlıdır, sınırlıdır, zamânlıdır). Hakk Teâlâ ise mutlaktır (Bağımlı değildir, mahdut değildir, belli bir zamânla kayıtlı değildir). Hakk Teâlânın varlığı; ayna karşısında duran asıl varlık gibi, İnsân-ı Kâmil’in varlığı; Aynada yansıyan görüntü gibidir. Görüntü (mazhar) Fânidir, Zâhir olan Hakk Teâlâ ise ise bakidir. Böyle olmasına rağmen görünen varlıkta ikilik olmamasını ve yansıma ile asıl arasındaki paralelliği ve eşitliği hatırlayınız… Hazret-i Hallâc, görünen varlıkta ikilik olamayacağının irfânı ile işte bu eşitlikten bahsetmektedir. Hakk’ın Zât’ını tenzîh bilgisiyle berâber böyle bir eşitliğe ve benzerliğe vurgu yapmak doğrudur. İnsân, en kâmil mazhardır. İnsân-ı Kâmil ise Allah isminin ve Zât’i isimlerin mazharıdır. Kâmilden daha kâmil olamayacağı gibi, Mazhariyet noktasında İnsân-ı kâmilden ötesi, daha öte bir mazhar yoktur. Ötesi vardır ancak bu öte Hakk’ın sırf Zât’ıdır. Bu mertebeye ancak “Hu” diye işâret edilir. Lâkin bu mertebe mazhar kabul etmez. Tecellîden müberrâdır. Sırf Hakk’ın kendisidir. Mazhar zâhir ayırımı, aynalık asıllık farkı yoktur.

Şimdi vakıa, hazret-i Hallâc cihetinden, “Ben, sevgi ile bağlı olduğum O kimseyim ve sevdiğim O kimse benim”,, diye en doğru bir ibâre ile tanımlanmışken, Hakk cihetinden ise Hallâc,, Dümdüz aynadaki yansımadan ibârettir. aynayı düz ve parlak kılan,, Hallâc’ın fedâilik ve fedâkârlıktaki ve mükemmel kulluğundaki başarısı ve Allah’ın varlığı karşısında yoklukla tahakkuk edebilmesidir. Hallâc Yansımada gözüken varlıktır, Yansımanın karşısında asıl ve mutlak olan ise Hakk Teâlâdır. Lâkin aynadaki görüntünün hareketi ile aslın hareketinin zerre şaşmaması noktasında aslında hiç ikilik ve farklılık yoktur. Bu hâle terakkî, İnsân-ı kâmilin irâdesini Allah’ın irâdesine bütünüyle teslîm ettiği, Allah’ta bütünüyle fânî olduğu, kıyâmeti koptuğu ve öldüğü ânda gerçekleşir…

“Biz bir tek cesede girmiş iki rûhuz” buyururken hazretin, Hakk’ın Zât’ını tefrîk etmesine dikkat ediniz. Görünen Varlıkta ikilik olamayacağını anlatmasına Fakat Hakk’ın Zât’ını tefrîk etmesine (kendi zât’ından ayırmasına) dikkat ediniz. Hazret-i Îsâ’nın gerçek ümmetinden olanların bazıları işte bu tefrîki (Hakk‘ın Zât‘ı ile Hz. İsâ‘nın ayırımını) kavrayamadıkları için dalâlete nisbet edildiler. Hazret-i Hallâc’ın şuuru ise sırf tevhîdden ibârettir. İki Rûh diyerek, Hakk’ın Zât’ını kendi Zât’ından tefrik ediyor. “Bir bedene girmiş” derken de benim bedenimde tekiz diyor, varlığım emânettir, asıl sâhibi sensin fakat varlıkta ikilik yoktur diyor. Varlık tektir, ikilik Zât’ların farklılığından ileri gelir buyuruyor. Sen elbette bensin, ama benden de münezzehsin buyuruyor. Anlatmak istediği hulûl değil, varlıkta ikiliğin olamayacağıdır. Dikkat edin,, Varlığın tekliğini idrâk ile birlikte Zât’ullah’ı tefrîk, sırf tevhîdden ibâret bir ilimdir. Bizim için ilim olan Elbette hazret-i Hallâc için büyük bir hâl ve şuurdur.

Varlıkta ikiliğin olamayacağı meselesini mantığa şöyle sunabiliriz: Meselâ Mehmet, diğer bir insânı bir ok vâsıtasıyla öldürse. Bu öldürme şerîata muvafık da olsa aykırı da olsa öldüren Allah’tır. Ama öldüren görünürde Mehmet’tir. Mehmet’in görünen varlığının tek fakat Mehmet’te gizli olan Hakk’ın Zât’ını idrâk ediniz. Varlıkta iklik olmamasına rağmen, Allah’ın Zât’î olarak Mehmet’ten münezzeh olduğunu idrak ediniz. Allah’ın meşiyetinde (meşiyet: Zât’î irâde) Mehmet’in durumu, Mehmet’in elindeki ok gibidir. O halde doğrusu; ok tan ziyâde öldüren Mehmet, Mehmet’ten ziyâde öldüren Allah’tır… Öldüren, meşrû (şerîata uygun) bir katl fiili işlediyse bu fiil, Adil olan, Kahhâr olan veyâ Allah olan Hakk Teâlâ’nın fiilidir… Eğer Öldüren, Gayr-i meşrû (Haksız yere) bir katliam yaptıysa yine bu fiil, Mudill (dalâlete düşüren Hakk Teâlâ) olan müzill (zillete düşüren Hakk Teâlâ) olan Hakk Teâlanın fiili olmaktan hârice çıkamaz. Aynen bu misâlde görüldüğü gibi Varlık ve fiil tek olmasına rağmen Tek varlıkta ve tek fiilde, Zât’lar farklıdır. Zât’ı Hakk’ın varlık mertebesi ve bu mertebeye mahsûs Zât’ı ile Mehmed’in varlık mertebesi ve bu mertebeye mahsûs zât’ı ve Ok’un varlık mertebesi ve bu mertebeye mahsûs zât’ı farklıdır. Allah her mahlûk ile berâber ve o mahlûğun varlık cihetiyle aynısı olmasıyla birlikte, Zât’ı ile her mahlûk’tan yüce ve münezzehtir. Hakk’ın Zât’î münezzehliği,,, yakınlığı ve berâberliği nakzeden bir münezzehlik değildir. Bir kişiyle birlikte ikincisi O’dur, iki kişinin üçüncüsü O’dur. Üç kişinin dördüncüsü O’dur.

Hallâc hazretleri,, Kur’ân’da defalarca zikredilen, Hakk’ın kuluna yakınlığından ve Rabb olmanın iktizâsı olan bir yakınlık sırrından bahsediyor. Hakk’ın Zât’ını tenzîh etmeyi ihmâl etmeyen teşbîhî bir hakikatten bahsediyor. Bahsedilen bu yakınlık, Rubûbiyyetin sırrı olan bir yakınlıktır. Çömlekleri imâl eden çömlekçinin çömleklere yakınlığı gibi hâlik mahlûk münâsebetinde taakkul edilebilecek bir yakınlıktan bahsedilmiyor.

“Sen beni görüyorsan, O’nu da görürsün,”
Kâinât ve her biri bir kâinât olan insân, Allah’ın isimlerinin mazharı olunca her bir mazhara baktığında Zât’ın farklı bir vechini görürsün. Sayısız şekildeki ve renkteki camların güneşi kendi istidâdına göre yansıtması gibi… Hallâc gibi insân-ı kâmillerin diğer insânlardan bu yansıtma veyâ mazhâr olma vakıasında farklılıkları vardır. Bu farklılık, mazharı veyâ aynası veyâ kulu oldukları isimlerin diğer isimlerden imtiyâzlı olmasıdır. İnsân-ı kâmiller, fiilî isimlerden veyâ sıfâtî isimlerden daha ziyâde Zât’î isimlerden birinin mazharıdırlar. Bu isimlerin aynalıktaki durumu, diğer aynalardan daha pürüssüz daha düz ve daha parlak oluşlarıyla ifâde edilebilir. Bu mazharlarda veyâ nebî ve veliyy olan insân-ı kâmillerde Hakk-ı mutlak, kemâliyle daha belirgin açığa çıkar. Diğer insânların durumu incelendiğinde Hakk-ı Mutlak’ın cüz’î (hükmü sınırlı) kemâlâtlarını açığa çıkarttıkları görülür. Bu kemâlâtların Zât-ı Hakk’a olan işâretleri çok belirsiz ve tevîle muhtâçtır. Halbuki insân-ı Kâmiller, Hakk’ın Zât’ından haber veren isimlerin kulu ve mazharı olduklarından,, Hallâc Hazretlerini gören (müşâhede edebilen) Hakk Teâlayı, Mutlaklığına, mutlak kemâlâtına en yakın biçimiyle görmüş olur. Yoklukları ve yokluğa dayalı kullukları ile, Hakk Teâlâ’nın Zât’î kemâlâtlarının açığa çıkmasına vesîle olan veliyy kullarını Allah çok sever…

Hallâc hazretleri şunu söylüyor; eğer bazı hakikatleri biliyorsan Kâinâtta nereye bakarsan bak, Hakk’ın cüz’î isimlerinin hükümlerini ve zor da olsa o isimlerin sırrında Zât’ı Hakk’ı görebilirsin. Ya da İsimlerinin sırrında Zât’ı Hakk’ın mevcûd olduğunu bilirsen ne yana dönersen dön Hakk’ın bir vechini görmüş olursun. Hûsûsî olarak insânlara baktığında ise Hakk’ın küllî isimlerini,, gerek celâlî gerek cemâlî muhtelif isimlerini görürsün, dikkatle baktığında Her ismin sırrında Hakk’ın varlığını sezersin. (Nitekim Hakk, Teâlâ öldüren ve diriltendir, güldüren ve ağlatandır). Fakat benim gibi Ba’zı insânlar da vardır ki, bunlar Zât-ı Hakk’ı göstermekte diğer mazharlardan çok daha fazla ayna yüzeyi gibi yokluktadırlar… Allahuekber…

“Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsîli, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir…Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir…” (Nûr 24,35). “Ey Peygamber biz seni…Allah’ın izniyle bir peygamber ve nûr saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (Ahzâb 33,45-46)

Mahbûb-i ilâhî olan kullar, zât, sıfat ve ef’âlleriyle fânî olduklarından âlemlerden yüce ve münezzeh ve bâtın olan Zât-ı Hakk’ın âlemlerdeki en mükemmel aynası olurlar. Hakk’ın avı olan bu veliy kullar Allah’ı (c.c.) zâhir ettirdiklerinden, asâleten Hakk’a âid fakat gizli ve saklı olan kemâlâtları izâfî varlıklarında zâhir ettirdiklerinden, ilâhî sevgiye nişân (hedef) olmuşlardır. Hâlbuki Nûr-u Hakk (Zât-ı Hakk) her varlığın bâtınında ve sırrında, zâten gizli olarak mevcuddur. Fakat insânların hâricindeki varlıkların (ma’den, bitki, hayvân) isti’dâdlarının noksânlığı ve veliylerin hâricindeki insânların varlıklarındaki enâniyyet, tabîatlarındaki kesâfet, o nûrun aksetmesine izin vermemektedir. Hâlbuki varlık sâhibi olduğunu zannetme vehîmlerinden ve enâniyetlerinden fânî olan veliyyler, saydam bir camın (kandilin) ışığı dışarı vermesi gibi içte olanı, gizli olanı, Hakk’a âid kemâlâtları (Hakk‘ı) açığa çikarmaktadirlar.

Âlemlerden münezzeh olan Zât-ı İlâhî, dünyâda hakikati ve künhüyle görülemez. Ancak Allah’ın (c.c.) mahbûbu olan kullar sûretleriyle müşâhede edilebilir.

“Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsîli, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir…Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir…” (Nûr 24,35). “Ey Peygamber biz seni…Allah’ın izniyle bir peygamber ve nûr saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (Ahzâb 33,45-46)

Bu âyet-i Kerîmeye dikkatle baktığımızda, “O’nun misli gibisi yoktur” âyet-i Kerîmesindeki “misl” in mâhiyetinin ne olduğunu çözmüş oluyoruz. Zât-ı Hakk, sırf nûrdur. Bu nûrun benzeri (misli) kandildir. Kandil İnsân-ı Kâmil olan veliyiler ve nebîlerdir. Benzersiz olanlar bunlardır, çünkü bunlar kâmildir. Diğer insânlar nâkıs…

“Şayet O’nu görüyorsan her ikimizi de görürsün”

O’nu yanî; Allah ism-i şerîfinin ve diğer bütün isimlerinin sırrında gizli olan Zât’ı ya’nî Mutlak olan Hakk’ı görmek mümkün değildir. Elbette O görülebilse, başlangıçlarından sonsuza bütün kâinâtlar, küçük veyâ büyük bütün şahıslar görülmüş olur. Bu ise imkânsızdır.
Bu tercümede bir bozukluk, gariplik var.

Yaşar Nûrî Öztürk’ün “Hallâc-ı Mansûr” isimli kitâbında, Hazrete âid bu şiir şu şekilde tercüme edilmiş. (sonunda bi işe yaradı).

O seven ben, sevilen de benim.
Bir bedene girmiş iki rûhuz biz.
O diye gördüğün benim bedenim,
Bana bak onu gör, hep aynı şeyiz.

Bana bak onu gör, hep aynı şeyiz. Bu son dize daha doğru bir tercüme olsa gerek. Kısaca şu anlatılıyor. Bana bakar ve beni müşâhede edebilirsen görürsün ki ben diğer insânlarda olduğu gibi, Allah’ın muhtelif bir isminin mazharıyım. Bu mazhariyet cihetiyle beni değerlendirirsen hem beni Hem de Hakk’a işâretim cihetiyle Hakk’ı görmüş olursun. Eğer ben diğer insânlardan farklı olarak, Hakk’ın Zât’ına işâret eden bir ismin mazharı isem, belki Hakk veyâ Bekâ ism-i şerîfinin mazharı (kulu, aynası, tecellîgâhı) isem beni müşâhede edebildiğinde, bu ismin Zât’ı Hakk’a işâretteki kuvvetinden dolayı belki gerçekten Hakk’ın yansımasını görmüş olursun. Buyuruyor.

Üçüncü dizede beden lâfzı kullanılarak yapılan tercüme daha isâbetli olmuş. Hazret bu dizesinde kendi cismânî varlığına işâret ederek varlıkta ikilik olmadığına varlığın tekliğine işâret ediyor.

Ya’nî hazretin murâdı aslâ kendi şahsının Hakk’ın Zât’ı olduğunu anlatmak değildir. Hallâc Cihetinden vakıaya bakıldığında, Hallâc’ın şahsından Hakk Teâlâ Zât’ıyla Münezzehtir. Lâkin Hallâc’ın görünen varlığı (bedeni) tektir. Görünen bu varlık ikilik kabûl etmez. Bu varlıktan açığa çıkan çeşitli ağlatma, güldürme, öldürme veyâ öldürülme fiillerinde dahî fâil ve münfâil olan Hakk Teâlâdır. Çünkü Görünen varlıkların asıl sâhibi Hakk Teâlâdır. Bizim sâhipliğimiz, hilâfeten, emâneten ve ariyettir. Dikkat edin, bu hilâfette ve emâneten sâhiplikte ve yetki kullanmakta, Hakk Teâlâ kullarından ap-ayrı olmadığı gibi hiçbir zamân devreden çıkmış değildir. Hallâc kendi bedeninde Hakk’ın hâlifesi olarak hükümrândır. Hallâc ve diğer insânlar, kendi bedenlerinde nasıl bir tasarrufta bulunurlarsa bulunsunlar, irâde ve tasarruflarında bağımsız olduklarını zannetselerde, Hakk’ın değişik isimlerinin tahtında hükmetmekten hârice çıkamazlar. Nisbeten hür olsalar da müstakill bir irâde ve hüküm sâhibi değillerdir. Kulların şahsî irâdelerine uygun hükümrânlıkları,, mazharı oldukları ismin mâhiyetini ve karakterini belirler, Enteresân olan şudur ki kulların hadîs olan eylemleri Hakk‘ın kadîm isimlerinin kalıplarında kalmaya mahkûmdur… Sonuçta, görünen varlıklardan açığa çıkan her fiil, zarûrî olarak çeşitli esmânın fiili olarak açığa çıkar. Her esmânın sırrında Zât gizli olduğundan her fiil yine Hakk’a râci ve Hakk’a âiddir. Hallâc ve diğer insânlar kendi bedenlerinde ve arzda mutasarrıf olsalar da, mutlak varlık Hakk’a âid olduğu gibi Hallâc’ın görünen varlığı (bedeni) dahî Hakk’a âiddir. Hakk Teâlâ Hallâc’ın bedeninde muhtelif bir ismiyle zuhur ettiği gibi diğer insânların bedenlerinde de muhtelif isimlerinin kemâlâtlarıyla açığa çıkar. Senin Hallâc olarak gördüğün Elbette Hakk’tan başkası değildir. Fakat Bu, Hallâc cihetiyle değildir. Ya’nî bu durum Hallâc’ın Hakk Teâlâ olması anlamında değildir. Hakk Teâlâ’nın Hallâc olması anlamındadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hakk Teâlâ sırf Zât’ı itibârından Hallâc’ın şahsından münezzehtir. Lâkin Hakk Teâlâ cihetinden ise Hakk Teâlâ Hallâc’ın görünen ve görünmeyen varlığının mutlak sâhibi olduğu gibi Hallâc’ın şahsı dahî Hakk’a dâhildir.

Hakk Teâlâ ancak tecellîgâhların isti’dâdı ve istihkakı veyâ talebleri nisbetinde esmâ ve şuûnâtıyla zuhûr etmektedir. Mümkün olan kulluk seviyelerinde en üst noktalara ulaşmış mübâreklere biz İnsân-ı kâmil diyoruz. Bu büyükler, Allah, Hakk, Rabb, Kayyûm, Samed, Bâkî gibi Zât’î isimlerin zarûrî olarak mazharı veyâ aynası veyâ tecellîgâhı olma durumuyla yüzyüze gelmişlerdir. Hakk’ın Zât’ına âid bu isimlerin ifâde ettiği kemâlâtların açığa çıkması bu büyüklerin şahsî özleri ve kullukları sâyesindedir.

Şimdi hazretin dizelerinin nispeten îzâhını yaptıktan sonra. İddialara kısa bir cevap daha vereyim. Bekabillah inancı ya’nî Allah ile vâr olmak, Allah’ta vâr olmak, Allah’ta sürekli olmak, İslâm inancıyla uyuşmaz, İslâma dışardan sokulmuştur iddiası Kur’ânın anlamından bîhaber olmayı iktizâ eden bâtıl bir iddiâdır. Allah Zât’ı ile her varlıkla berâberdir. Çünkü Allah Mutlak varlıktır. O’nun Zât’ı sırf varlıktır. Hakk Teâlânın mutlak varlık olduğu bilinince, Hakk’ın kullarına yakınlığı ve berâberliğinin Zât’î ve zarûrî olduğu anlaşılır. Çünkü bir varlığın sâdece vâr olması, Mutlak varlık olan Hakk’a yakınlığı zarûrî kılar. Kulların Hakk’a yakınlığındaki fark, mazharı olunan isimlerin karakterinin farklılığından kaynaklanır. Her ismin sırrında Zât veyâ Hû (O) gizli olduğundan O, her mahlûka yakın ve her kulu ile berâberdir. Bu berâberlik her kulda muhtelif isimlerin isti’dâdındaki berâberliktir. Şeytân ile Hakk’ın berâberliği El mudill ism-i şerîfinde gizli olan Zât’ın berâberliği, hz Ömer ile olan berâberliği El Hâdî ismi şerîfinde gizli olan Zât’ın berâberliği, Peygamber Efendimiz ile olan berâberliği de Allah veyâ Rahmân ism-i şerîfinde gizli olan Zât’ın zarûrî berâberliğidir. Kulların Hakk’a yakınlığını ise kulu oldukları ismin karakteri belirler. Zât’î isimlerin kulları bilhâssâ Allah ve Rahmân isminin cemiyetinin genişliği ile Zât-ı Hakk’a en yakın isimler,, bunların kulları da en yakın kullardır.

Varlık lûtfuyla muhatab olduğumuz için ve varlık i’tibâriyle varlık ikilik kabûl etmediği için ve mutlak varlık Hakk’ Teâlâ olduğu için Zarûrî olarak Hakk’a yakınız. Hakk ile vârız ve Hakk’ın hâricinde, yanında, ötesinde değil Hakk’ta vârız. Mutlak varlık kavramından neyi murâd ettiğimiz, eşyâyı murâd etmediğimiz, ileride yeri gelince îzâh edilecektir. Eşyâ mutlak varlığın gölgesi mesâbesinde bir varlık ile tahakkuk etmiştir. Hayâl kavramı ile ilgili temel bilgiler bilinmeden, varlığın ikilik kabûl etmediği bilinmeden ve mutlak varlığın Hakk Teâlâ olduğu bilinmeden Hazret-i Hallâc’ın sözlerini anlamak mümkün değildir. Hazret-i Hallâc’ın sözlerinin anlaşılabilmesinin temelinde, Hakk Teâlâ’nın, varlığın tâ kendisi olması, sırf varlık olması bilgisi vardır. Bu mes’eleyi, Allah izin verirse, yeri geldikçe anlatamaya çalışacağım… Bu noktada,, “Hiç Allah, varlığın ta kendisi olur mu?” diye i’tirâz edecek olanları şu kısa açıklamayı yaparak ayıktırmaya çalışayım… Eğer varlık, özü i’tibâriyle, aslı i’tibâriyle sonradan yaratılan bir mahlûk olsa idi, Ve Öz varlık ya’nî mutlak varlık,, Hakk Teâlâ’nın ta kendisi olmasaydı, varlık sonradan yaratılan bir mahlûk olsaydı,, Hakk Teâlâ’nın,, varlığı yaratmadan önce yok olması gerekirdi!!!. Hakk’ın Zât’ı ile ilgili bir irfânımızın ve bir malumatımızın olması imkânsız olmasına rağmen, şu kısa cümlecikten, Hakk’ın Zât’ının varlıktan hâriç olduğunu iddiâ etmenin mümkün olmadığını ve vahdet-i vücûda i’tirâz etmenin bâtıllığı kolayca anlaşılır.

Allah’ta yok olmak ve Allah ile Baki olmak, Allah olmak, Allah’ın sırrında gizli olan Zât olmak, haşa ki kulun kulluğundan çıkıp mutlak varlık olması anlamında değildir. Allah’a ayna olmak mâ’nâsındadır. Aynadaki görüntünün, ya’nî mazharın mâhiyeti kendi kendisiyle Kâim değildir. Allah ism-i şerîfinin kendisinde açığa çıktığı kul, kendi kendisiyle değil, Allah ism-i şerîfinin sırrında gizli olan Zat-ı Hakk ile kâimdir.

Allah ile vâr olmak, Allah’ta vâr olmak, Allah’ta sürekli olmak (Bekâbillah) bakalım İslâm’a dışardan monte edilmiş inançlar mı? Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin sözlerine kolayca i’tirâz edenler,, bu sözler ile aynı anlamları ihtivâ eden âyet-i kerîmeleri neden görmüyorsunuz. Kör müsünüz yoksa Kör numarası mı yapıyorsunuz? Teemmül edilmesi için Aşağıda mevzûyla alâkalı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin bazılarını naklediyorum.

“Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklîf ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. O’nu insân yüklendi, doğrusu o (çok) zâlim, (çok) câhildir.” (Ahzâb 33,72)

“Sonra onu tesviye edip şekillendirmiş o’na kendi rûhundan üflemistir…” (Secde 32,9)

“O’na şekil verdiğim ve o’na rûhumdan üfledigim zamân, siz hemen o’nun için secdeye kapanın.” (Hicr 15,29)

“Allah insânı (Âdemi) kendi sûretinde yarattı”
Sahîh olan hadîs-i şerîfin bu şeklini Ebû Hureyre (r.a.) rivâyet etmiştir.
Buhârî: İsti’zan, 79, 1 – Müslim: Birr, (45) 32, 115 (No: 2612)
Cennet; 11, 28 (no: 2841) – Ahmed b. Hanbel II; 244, 251, 315, 323, 434,
463, 519.

“Attığın zamân sen atmadın, valâkin Allah attı…” (Enfâl 8,17)

“…O kullarının tevbesini kabûl eder ve sadakaları alır…” (Tevbe 9,104)

Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç verecek yok mu?…” (Bakara 2,245)

“…Allah kendisine yardım edenlere muhakkak yardım eder…” (Hacc22,40)

“Ey îmân edenler eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder…” (Muhammed 47,17)

“Muhakkak ki sana bîat edenler, ancak Allah’a bîat etmektediler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir… “ (Fetih 48,10)

“O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır…” (Hadîd 57,3)
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Ve Allah her şeyi ihâta etmiştir.”
(Nisâ 4,126)

Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Şâirlerin söylediği en doğru söz Lebîd’in şu sözüdür:
“Allah’tan başka her şey bâtıldır.” (Lebîd bin Râbia bin Mâlik El Âmirî (ölüm 41 (661)) Câhiliyye devri şâirlerindendir. Sonradan müslümân olmuş ve bu beyitten sonra başka şiir söylememiştir.)
“Dikkat edin Allah’tan başka her şey bâtıldır (gerçek olmayan)”
“Göğü yeri ve arasındakileri bâtıl olarak yaratmadık…” (Sad 38,27)
“(Allah) gökleri ve yeri Hakk ile yarattı. O koştukları ortaklardan münezzehtir” (Nahl 16,3)
(Ebedî olan cennette)Kıyamet günü ışıl ışıl parlayan yüzler, (müminler) Rabblerine bakacaklardır. (Kıyamet 22, 23)

Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Eğer siz (herhangi bir noktadan) yeryüzüne bir ip sarkıtsaydınız, muhakkak ki Allah’ın üzerine düşerdi” Tirmizî, es-Sünen, Tefsir 57;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 370.

Hazret-i Hallâc’a kolaylıkla i’tirâz edenler, Yukarıda zikredilen âyet-i kerîmelerin ne anlama geldiğini îzâh etmek zorundadırlar. Eğer bu işe cesâret edip girişirlerse, kendi mahdut ve mukayyed akıl ve anlayışlarına uydurmak için bu âyet-i kerîmeleri tevîl etmek zorunda kalacaklardır. İrfân noksânlığı sebebiyle belki zarûrî olarak evliyâ düşmânlığı yapanlar için asıl problem işte burda başlamaktadır ki Allah-u Teâlâ, müteşâbîh âyetleri te’vîl edenlerin kalplerinin eğri olduğundan bahsetmektedir. Yukarıdaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri olduğu gibi kabûl ettiklerinde ise aynı dilden konuşan Hâllac hazretleri ve emsâli kullara i’tirâz etmekten vazgeçmeleri gerekiyor. Elbette veliyylerin her kelâmını anlayamayız, her müslümândan da anlamasını beklemeyiz. Kur’ân’ı künhüyle anlayamadığımız bir vakıa iken nasıl inkâr yoluna sapmıyorsak bu zât’ları da anlamamamız bizi inkâr ve i’tirâza sevketmemelidir.

Ali Aytaç Şenol  (aliaytac_senol@hotmail.com)

– Haber Lotus –

HLotus

One thought on “Vahdet-i Vücûd Düğümünde Evliyâ Müdafâsı – 6

  1. Çok güzel açıklamışsınız hocam.Emeğinize sağlık.Yalnız kalpleri eğri olanlar bunları tevil edemediklerinden anlayamadıklarını hep inkar ederler.Bunlar İslam dinini hoşgörüsüz ve anlayışsız bir din haline getirdiler. Halbuki dinimiz anlam üzerinde dururken sadece şekil üzerinde kaldılar.Şeriat sadece ilk kapıdır, islamı anlamak tarikat ve hakikat kapısını açıp anlama ulaşmaktan geçer.Bu yola gitmek zorlarına gider ki itiraz ederler, çünkü nefsi terbiye zor kapıdır.Ama bilmiyorlar ki nefsi düzün olmıyanın yaptığı ibadet de geçerden sayılmaz meşrebi mahali kapltir .Onlar itiraz etmeye devam etsinler, yüzleşecekleri zaman çok yakındır.. o zaman nasıl inkar edecekler görmeli ..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.