Elbetteki Mansûr, değiştirilip, çarpıtılan ve bu nedenle Tevhid muhalifi bir özellik kazanan Fena konusunun tek örnegi değildir. Daha bir çok sûfi, değişik vesilelerle Mansûr’unkine benzer inançlarını açığa vurmaktan geri kalmazlar. Zamanında zındıklıkla suçlanan
Zü‘n Nün el–Mısrî (246/861)
“Harmaniyemin içinde Allah’tan başka birşey mevcut değil.”
“Leyse fî cübbeti sivallah“, Zünnûn el Mısrî hazretlerinin sözü olarak aktarılmış bu ifâdenin Bayezıt Bestâmî hazretlerine âid olduğunu biliyoruz. Kimin söylediği önemli değil. Çünkü iki zâtta kâmillerdendir. Bu tür ifâdeleri kâmil ve mü’min olmayanlar söylediklerinde problem olur. Ene’l-Hakk sözünü Firavun söylediğinde şirk, Hallâc-ı Mansûr söylediğinde tevhîd olur.
“Sûbhânî mâ a‘zame şanî “(Kendimi tenzih ederim! şânım çok yücedir)
“Yolun başinda idik sıddık dediler. Sonuna vardık zındık dediler”
Şimdi Müddeinin büyük bir i’tirâz iştiyâkı ile zikrettiği bu alıntı cümle de bir mübârek, “Cübbemin içinde Allah‘tan başkası yok” demiş. Müddeiye göre bu cümle şirk ve küfür…
Bedevî idrâk ve bu idrâkin âlimleri, vahdet-i vücûd irfânına mahsûs bu gibi sözlerin sâhiplerini, kâfir ve müşrîk ilân etmenin de ötesinde meşhûr putperestlerden, Ebû Cehil’den bile daha merdûd saymışlardır. Ey Allah’ım sen münezzehsin, nasıl da insânları kendi leyhlerine ve aleyhlerine kendileriyle hükmettiriyor, kendi sınırlı ilimlerinin netîcesi olan hükümlerinin ve kendi kendilerinin mahkûmu eyliyorsun. Ve insânları kendi ilim ve basîretleri ile bağlayarak amansız bir tuzağa giriftâr ediyorsun. Elbette sen münezzehsin.
Dikkat edin, Önümüze konan cümle; “Cübbemin içinde Allah‘tan başkası yok” şeklinde… “Cübbemin içinde Allah var” şeklinde değil… Birinci cümlenin savunmasını yapmak gayet kolay. Biz Allah’ın izniyle ikinci cümlenin içinde gizli olan sahîh mâ’nânın savunmasından da âciz değiliz. Bir önceki yazımızda Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin mübârek sözlerini îzâh ederken bu tehlikeli ibâredeki sahîh mâ’nâyı süzüp açığa çikartmistik. İleride yeri geldikçe bu noktada biraz daha îzâhat ve sağlama yaparız inşAllah…
“Cübbemin içinde Allah‘tan başkası yok” ifâdesi ile “Cübbemin içinde Allah var” ifâdesini, bedevî idrak aynı kefede değerlendirmek de hiç bir beis görmez. Onun kalın mantığına göre iki cümlenin bir farkı yoktur.
Tevhîd müddeileri “Cübbemin içinde Allah‘tan başkası yok” sözüne şiddetle i’tirâz etmekle “Cübbenin içinde elbette Allah‘tan başkası var” hükmünü vermekteler. Şimdi soralım. “Cübbemin içinde Allah‘tan başkası yok” ifâdesi mi doğru bir ifâdedir yoksa “Cübbemin içinde Allah‘tan başkası vâr” ifâdesi mi daha doğrudur. Müddei gibi biz de ileri gidelim, hangi ifâdenin şirk veyâ küfür olduğunu araştıralım. Cübbenin içerisinde Allah’ın olmadığını düşünen tevhîd müddeileri mi şirkte yoksa Cübbenin içersinde Allah’tan başkasının olamayacağını belirtenler mi şirkte…?
Bayezıt Bestâmî gibi veliyylerin ve kâmillerin sözlerini anlamak için ba’zı temel bilgi ve donanımmlara muhtâcız.
Bu temel bilgilerin en temeli varlık bahsidir.
Vahdet-i vücûd ehli ârifân ve evliyâullah, Allah’tan başka varlık olabileceğini kabûl etmezler. “Allah’tan başka varlık kabûl etmemek” cümlesi ile ifâde etmeye çalistigimiz mâ’nâ, hemencecik anlaşilabilecek bir mâ’nâ değildir. Allah’tan başka varlık kabûl etmemek ile neyi kastediyoruz anlatalım. Biraz temele inelim.
En Başta bilmemiz gereken,, varlık dediğimiz hakikatin bir mahlûk olmadığıdır. Varlık Hakk Teâlâ’nın Zât’ıdır. Hakk Teâlâ varlığın özüdür, sırf varlıktır. Hakk Teâlanın Zât’ı,, varlığın, ya’nî mutlak varlığın, mutlak varlığının aynıdır. Burada sırf varlık veyâ varlığın özü veyâ mutlak varlık derken aklınıza eşyâ veyâ cisim veyâ madde gelmesin. Eşyâ, cisim veyâ madde,, zikredilen, işâret edilen bu “öz varlığın” bir yansımasından veyâ izdüşümünden veyâ formundan ibârettir ve elbette “eşyâyı âlem” mahlûk ve hadîstir.
Eğer varlık, ya’nî öz varlık, “her türlü kayıttan sıfattan şekilden zıdlıktan münezzeh sırg varlık” veyâ mutlak varlık,, sonradan yaratılan bir mahlûk olaydı,, Ya’nî varlık, Hakk Teâlânın Zât’ının aynı olmayaydı,, Varlık, aslı ve özü i’tibâriyle hadîs olan bir mahlûk olaydı,, Hakk Teâlâ’nın varlığı yaratmadan önce “yok” olması gerekirdi… Varlığı Hakk’ın Zât’ının gayrı bilenlerin Hatâsını, açıkça gördünüz değil mi?
Varlığı Hakk’tan ayrı bir mahlûk olarak telâkkî edenlerin, varlığı Hakk’ın Zât’ına zâid (ziyâde, fazladan, artık) bir sıfat olarak telakkî edenlerin,, bu çürük temel üzerine kurduğu binâlar yıkılmaya mahkûmdur.
Şimdi, Hakk Teâlâ sırf varlığın (öz varlığın), ta kendisi olduğuna göre, Tek ve mutlak bir ilâh olduğuna göre, varlığı da mutlak olduğuna göre ya’nî O’nın varlığının yanında ötesinde berisinde ve hâricinde başka bir varlık olmadığına, olamayacağına göre, Elbette Hakk Teâlânın hârici, ancak mutlak yokluktan ibârettir. Hakk Teâlânın kendisi mutlak varlıktır, zıddı ise ancak mutlak yokluktur. Dikkat edin Hakk Teâlânın zıddı olmaz denir. Hakk Teâlâ’nın zıddı mutlak yokluktur. Mutlak yokluk, adı üstünde hiç varlığı olmayandır. Dolayısıyla Hakk Teâlânın hâricinde ne zıddı olabilecek ne eşi olabilecek ne de parçası olabilecek hiç bir varlık yoktur. Hakk Teâlâ’nın zıddı mutlak yokluktur lâkin Mutlak yokluğun hiç varlığı olmadığı için, Hakk Teâlânın zıddı yoktur diyebilirsin çünkü bu zıddın hiç varlığı yoktur.
Allah’ın (c.c.) hâricinde (dışında) başka bir varlığın olabileceğinin kabûl edilmesinin Allah’ın, idrâk etmemiz mümkün olmayan varlığına bir sınır çizmek, O’nun varlığını kayıtlamak, hasretemek anlamına geleceği (mutlaklıktan çikarmak anlamına geleceği) muhakkaktır. Meselâ bir düşünür, Kâinâtı Allah’ın bir mahlûğu olarak algıladıktan sonra Allah’ı Kâinâtın hâricinde (dışında) telâkkî ederse, Allah’ın varlığını Kâinât’ın dışıyla sınırlamış, kayıtlamış olur. Ve böylece, Sonsuz ve mutlak olan Allah’ı sınırlı ve mukayyed bir varlık olarak bilmiş olur.
Peki, Kâinâtın Allah’tan mutlak başka, O’nun mutlak hâricinde ve müstakill (kendi kendine kâim, bağımsız) bir varlığa sâhip olamayacağını mantıken anladı isek, Kâinât eşittir Allah mıdır? Böyle mi anlamamız gerekir?
Hayır.
Mevzûyla alâkalı olarak okuyucunun anlamasını istediğim bilgi; Kâinâtın Allah’tan mutlak başka ve müstakill olarak bir varlığının olamayacağı bilgisidir. Ve eğer düşünürse, mantık bu bilgiyi kolaylıkla anlar. Kâinâtın Allah’tan mutlak ayrı telâkkî edilemeyeceğini mantıkî olarak tesbît ettikten sonra yukarıda sorulan soru, Hakk Teâlâ’nın Kâinât’a olan nisbetinin bilinmesine ve bu nisbetin çözümüne dönük bir sorudur.
Kısaca hayır diye cevap verdik ama, Kâinât eşittir Allah değildir ise ve Kâinât Allah’tan mutlak başka ve mutlak ayrı da değilse,, bundan sonraki bilgi mantığın mâverâsını aşan bir sahâdır ki bu sahâ da ancak akıl, Îmân, irfân, hikmet ve basîretin ve bir muallimin yardımı ile çözümlere kavuşmak mümkün olur.
Varlık mertebelerinden birisi olan “eşyâyı kâinâtın” vârlığının,, Hakk’ın mutlak varlığına olan nisbetinin çözümü, ilâhî haberlere, veliyylerin keşfine ve irfânî bir anlayışa muhtâçtır. Hakk Teâlâ’nın Kâinâta olan nisbetinin mâhiyetini Tâmm olarak anlayabilmemiz ve anlatabilmemiz mümkün olmamakla birlikte, bu nisbetin mâhiyetinin ne olmaması, dikkat edin ne olmaması gerektiğini elbette anlatabiliriz… Bizim, mutlak varlık olan Hakk Teâlâyı ilmî bir ihâta ile anlamamız mümkün olmamasına rağmen,, O’nun hâricinde bir varlık olamayacağını rahatlıkla anlamıştık…
Kâinât eşittir Allah olsa, Allah’ın yaratıcılığı ve evvelliği ve ulûhiyyeti ve daha sayılamayacak kadar Zât’î nitelikler bâtıl olurdu. Kâinât Allah’tan mutlak başka ve müstakill varlığa sâhip olamayacağı gibi Kâinât eşittir Allah da dahî değildir. Kâinâtın Allah’ın vechesi, zâhiri ve ayn’ı olması bir gerçektir ama. Bu durum, aynada gözüken görüntü ile veyâ,, gölge ile gölge sâhibinin durumundaki gibi bir ayniyettir. Önceki yazılarımızda bu münâsebeti daha açık yazmıştık.
Demek ki, Kâinât Allah’tan “mutlak başka” bir varlık değildir. Allah’tan “mutlak başka” “mutlak müstakill” bir varlık elbette olamaz. Burada eşeksi mantık, şeytân vesvesesi hemen devreye girip,, “vahdet-i vücûdçular her şeyi Allah telakkî ediyorlar” düşüncesini akla getiriyor. Böyle de değil… Sonsuz Kâinât, Allah’tan mutlak başka olmamakla birlikte, Hakk Teâlâ Zât’ı i’tibâriyle Kâinâtlardan münezzeh’tir. Bu münezzehlik mutlak farklılık ve mutlak ayrılık mâ’nâsında da değildir.
Mutlak başkalık mümtenîdir (imkânsızdır) velâkin Kâinât cihetinden mutlak aynılık da olmaz. Mutlak başkalık ve farklılık imkânsızdır ama Bir nevî başkalıktan söz edebiliriz. Bu başkalık, Varlık mertebelerinin Zât’a (Zât-ı Hakk’a) nisbet farklılığıdır. Özetle, Eşyâyı Kâinât Hakk’ın gölgesi mesâbesinde, Eşyâyı Kâinâtın rûhu olan insân (İnsânın iç yüzü (ma’nevi cebhesi, duyguları ve rûhu)), Hakk’ın sûreti (dış yüzü) mesâbesindedir. Hakk’ın sûretinin de ötesinde Hakk’ın hakikatinin ya’nî Zât’ının mertebesinin yüceliğini, kullar cihetinden ilişkisizliğini, münezzehliğini ve erişilemez kudsiyetini tefrîk etmeliyiz. Gölge, sûret ve hakikat arasındaki mertebe farkını bilmekle berâber, yada asıl ile yansıma arasındaki mertebe farkını bilmekle berâber bütün bu sayılan unsûrların, aynı varlığın mertebeleri olduğunu da bilmeliyiz. Meselenin özü aslında bu kadar basittir.
Allah’tan mutlak başka ve Allah’ın varlığının hâricinde bir Kâinât olamayacağını anladıysak, ki bunu anlamak, mantık sâhibi her mü’min için mümkündür. Bu idrak ile, “Her Cübbenin içinde Allah‘tan mutlak başkası var” demenin muhakkak bâtıl bir hüküm olduğunu anlamış oluruz. Bâtılın Hakk’ı örtme özelligi ile, bu yanlış hükmü küfür olarak değerlendirmemiz de mümkündür. Allah’tan mutlak başka bir varlığı kabûl ve isbât etmek, ya’nî her cübbe içindeki varlığı Allah’tan mutlak başka tasavvur etmek, Varlık i’tibâriyle şirk olarak değerlendirilebilir. “Her cübbenin içinde Allah yok, Allah‘tan başkası var” hükmü Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olması gerçeği ile de çelisir.
“Cübbemin içinde Allah‘tan başkası yok” diyen, Kâinâtı Allah’tan ayrı görmediğinden, Allah’ın Kâinâtta zâhir olması gerçeğini bildiğinden, Allah’ın (c.c.) mahlûkatına çok yakın olduğunu bildiğinden, Allah’ın (c.c.) Kâinâtı muhît olduğu bilgisinden haberdâr olmasının irfânı eşliğinde bu cümleyi söyler… Bu cümleye şirk ve küfür diye i’tirâz eden ise bu cümlenin zıddı olan anlamı tasdîk etmiş demektir ki, o da “Cübbemin içinde Allah‘tan başkası var” demektir. Yukarıdaki bilgiler ve ayıktırmalar eşliğinde hangi cümlenin sâhiplerinin şirke veyâ gizli şirke ve küfre daha yakın olduklarına dikkat ediniz.
“Attığın zamân sen atmadın, valâkin Allah attı…” (Enfâl 8,17)
Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Eğer siz (herhangi bir noktadan) yeryüzüne bir ip sarkıtsaydınız, muhakkak ki Allah’ın üzerine düşerdi” Tirmizî, es–Sünen, Tefsir 57;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 370.
sözleri, Allah’a ve Peygamber Efenimize (s.a.v.) âid değilmiş te vahdet-i vücûd ehli âriflere âitmis gibi,, vahdet-i vücûd ehlinin irfânını doğrulayan sayısız ilâhî haberi görmezden gelip şirk isnâdı yapıp tevhîd müddeiliği yapmak ne ahmakça bir iddiâdır. Allah kelâmını hemen anlamış, Peygamber sözünü de ihâta etmiş, hazmetmiş bitirmiş gibi büyük hamâkat gerektiren iddiâlarla ortaya çikmak da nedir!?
İ’tirâz edilen ifâde “Cübbemin içersinde Allah var” (“Cübbemin içinde Allah’tan başkası yok” şeklindedir) şeklinde olmadığı için bu ifâdenin müdâfasını yapmamıza belki gerek yok. Ama okudukları cümlenin ne anlama geldiğini bilmeden otomatik olarak i’tirâza girişen tevhîd müddeilerinin vehîmlerindeki mâ’nanın da mümkünse izâlesi için bunun da cevâbını vermeye çalisalim.
Tekrâr tekrâr anlatıyorum ki, daha iyi anlaşilsın, aslında hakikatte tekrâr yoktur. Her tekrâr yeni anlamları mutlaka berâberinde getirir.
Allah’tan “mutlak başka” ve “mutlak hâriçte” hiçbir varlık olamaz. Eğer Allah’tan başka Allah’ın hâricinde bir varlık olsa, Kemâlâtı sonsuz ve varlığı mutlak olan Allah’a bir had (sınır) ve son tayini lâzım gelir. Allah’tan mutlak başka zannedilen varlık, hayâlî bile olsa, yansıma mertebesinde bir varlık bile olsa, bu hayâlî varlık bile zarûrî olarak Allah’ta tahakkuk eder, rü’yâda görülen bütün unsûrların ve mekânların râide tahakkuk etmesi gibi… Allah her şeyi muhîttir… Allah’tan mutlak başka (ya‘nî her yönüyle başka) ve mutlak hâriçte (ya‘nî her yönden dışında) bir varlık olamayacağına göre, muhtelif varlıkların Allah’ın Zât’ına, varlığına ve esmâsına olan münâsebetlerini incelemek îcâb eder. Allah’tan başka varlık olamayacağına göre her varlık mertebesinin ve ba’zı varlık mertebelerinde hâdîs olan mahlûk varlıkların bile Mutlaka Hakk Teâlâ ile münâsebetleri vardır. Bu münâsebetin en temel gerekçesi vâr olmalarıdır. Her vârlık vâr olmalarıyla Mutlak varlık olan Hakk ile zarûrî bir münâsebet içindedir. Vâr olan her çesit varlığın, Hakk Teâlâ ile zarûrî münâsebeti, kesinlikle parça bütün bağıntısı biçiminde ifâde edilecek bir münâsebet değildir. Hiç bir varlık Allah’ın parçası değildir olamaz.
İşte bu münâsebet, eşyâda ya’nî Eşyâyı Kâinâtta gölge mesâbesinde, insân bedenlerinde muhtelif bir esmânın gölgesi mesâbesinde, insânın hâkikatinde ya’nî insânın duygu mâ’nâ ve rûhunda, muhtelif bir esmânın Sûreti (dış yüzü) mesâbesindedir.
İnsân-ı Kâmilin cisminde ise “Allah” gölge seviyesinde, İnsân-ı Kâmilin iç yüzünde Allah ism-i şerîfi sûret seviyesindedir. Allah’ın sûreti (dış yüzü) insân-ı kâmilin mânâsı ve hakikatidir (iç yüzüdür). Allah’ın hakikati ise bir nûrdur ki İnsân-ı Kâmilin hakikatinin de ötesinde, her şeyden yüce ve münezzeh olandır. O nûrâ en yakın melekler ise heyemân melekleridir.
Her insânın elbisesinin içindeki beden (cismi), Allah’ın küllî isimlerinden muhtelif bir ismin mazharının mazharıdır. Ya’nî o ismin gölgesidir. İnsân-ı Kâmilin bedeni ise Allah isminin gölgesidir.
Şüphesiz ki Bayezıd Bestâmî bir insân-ı kâmildir. Veliyyler Allah’ın mahbûbudur. Sevilen Seven den ayrı değildir. Her seven kendisinden başkasını sevmediği gibi, Allah dahî kendisinden başkasını sevmez. Bütün insânlar Allah’ın küllî isimlerinden birinin mazhârıdır. İnsân-ı Kâmiller ise Allah’ın çogu gizli olan Zât’î isimlerinden birinin mazharıdır. Her insânın cismi, kulu olduğu isme işâret eden bir gölge gibidir. Aslında her insân, en güzel sûretteki şekliyle Allah ism-i şerîfine mazhar olan bir beden ile yaratılmıştır. Allah’tan bir nefhâ olan rûhu ile zarûrî olarak, celâlî veyâ cemâlî, Allah’ın muhtelif bir isminin mazharıdır. Allah ismine bil kuvve mazhar olma istidâdı ile tertip edilmiş bedeni,, varlığından geçip Hakk’a mülâkî olabilirse, rûh-u Â’zam’in mazharı olur. Zâten Allah’tan bir rûh ile yaratılan insân, rûh’u Â’zama mahâl olabilirse İnsân-ı Kâmil olur, beden olarak Allah ism-i şerîfinin gölgesi olduğu gibi, Mâ’nen de Allah ism-i şerîfinin sûreti ve aynası olur.
gibi sözleriyle, söz konusu inancı dile getirirken, bu inancı sistemleştirip, başlıbaşina bir inanç sistemi haline getiren İbn Arabî (638/1240) ise “O’nun peygamberi O’dur, göndermesi O’dur ve kelimesi O’dur. O kendisini kendisiyle Kendi’ne göndermiş’tir.” sözleri ve benzerleriyle aynı inancı bazı ufak farklılıklarla tekrarlar.
Eşşekliklerine belge olsun diye i’tirâz ediyorlar, itirâzı bir marifet sayıyorlar. Ey müddeiler Siz hiç Kur’ân’ı işitmiyor musunuz?
“Ağlatan da güldüren de O‘dur.” “Kitâbı indiren” (Âl-i İmrân,7), “Rahimlerde şekillendiren” (Âl-i İmrân, 6), “Uyutan uyandıran” (En’âm 60), “Bilen (En’âm, 101), Vekîl olan” (En’âm, 102), “Karada ve Denizde gezdiren” (Yûnus, 22), “Gökten suyu indiren” (Nahl,10), “Yediren, içiren” (Şu’âra, 79), “Doğru yolu gösteren” (Şu’ârâ, 78), “Yaşatan” (Mü’min, 67), “Yoksul eden Zengin kılan” (Necm,48), “Her şeyle berâber olan” (Mücâdele, 7),, Hep O‘dur.
Hakk Teâlânın elçisinin kendisi olması şu anlamdadır. Hazret-i Muhammed Allah değildir. Diğer ism-i şeriflerin hepsinde olduğu gibi, Allah ism-i şerifinin dahî sırrında gizli ve bütün Kâinâtların Kayyumu olan ZÂT–I HAKK (Bu sırf Zât’a ancak HÛ diye işâret edilir), ya’nî “HÛ“,, Hazret-i Muhammed’in Zât’ından da elbette münezzehtir (aşkın ve yücedir).
Hakk Teâlânın zikredilen bu münezzehliği, avamın zannettiği üzre basit bir ayrılık ve farklılık değildir. Hazret-i Îsâ’nın belirttiği gibi bir münezzehliktir. Hazret şöyle buyurmuştu: “Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen‘de olanı bilmem” (Mâide 5,116) İŞte bu tenzîh, basit bir ayırma ve farklılık belirtme değildir. Şöyle ki: “Hz Muhammed Hakk Teâlâ değildir”,, Dikkat edin bu bilgiye ilâveten, “Hakk Teâlâ ise Hz. Muhammed’dir.” Hz. Muhammed, Hakk Teâlânın, bütün varlığı kuşatan ulûhiyyetinin (Allah ism-i şerîfinin veyâ Rahmân ism-i şerîfinin) sûreti ve yansımasıdır. Kâinâttaki her bir varlık dahî Allah sm-i şerîfinin kuşattığı muhtelif bir isminin yansımasıdır.
Bu îzâhtan ve Kûr’âni bu perspektiften dikkatle teemmülden sonra halâ burnunun dikine gitmekte ısrâr edenler, Kur’ân’ın özünü anlamamış, Allah’ı gökte tasavvur etmiş, Kâinâttan ayırarak kayıtlamış olur. Halbuki Allah şöyle buyurdu: “Göktede İlah, yerde de İlah da O‘dur. O, hakimdir, her şeyi bilendir.” (Zuhrûf,84)
Kâinâttaki varlıkların Allah’ın esmâsına mahâl olmaktan başka hâriçten getirdikleri bir varlıkları ve özellikleri yoktur. Kullar Zât’î noksânlıkları ve yokluğa mensûbiyyetleri oranında Hakk’a çesitli mertebelerde ayna olurlar bu durum da esmânın çesitliligini iktizâ eder. Kâinâttaki bütün varlıklar Allah’ın isimlerinin cüz’î veyâ küllî mazharlarıdır. Mazharlar birbirleriyle gerek savaş gerek sevgi münâsebetleriyle sürekli münâsebet içinde iç içedirler. Mutlak yoklukla ve mutlak varlık olan Hakk Teâlâ ile olan münâsebetlerinin farklılığı onları çesitli esmânın mazharı yapmıştır. Kâinâtın, Hakk’ın esmâsına mazhar olmasından gaye, Allah’ın isimlerinin hüküm ve hikmetlerinin açığa çikmasi, insânların da kendi hakikatleri yönünde kemâle ermelerini gerçekleştirmektir. Ve Bu isimler bizde âriyet ve emânet, Hakk Teâlâ da ise asıl ve muhakkak olduğundan. Ya’nî bu anlamların sâhibi gerçekte Hakk Teâlâ olduğundan. Elbette her şey O’dur, O’ndandır, O’ndadır, O’nunladır.
Allah’ın dışında bir varlık olamayacağı için her şey Allah’ta gerçekleşir. Rüyâ gören bir kişide Rüyâsında kendisinden başka kişilerin ve sayısız mekânların olması gibi… Halbuki rüyânın bütün unsurları bütün vakıalar rayinin içinde gerçekleşir, her şey aslında rayiden ibârettir. Rayinin rüyâsında,, rüyâ vatanındaki kendisinin dahî varlığı nispeten hayâlîdir.
Ali Aytaç Şenol (aliaytac_senol@hotmail.com)
– Haber Lotus –
HLotus
Yazar beye teşekkürler. tam anlamadım ama istifade ettim. Hiç değilse büyük bir konu olduğunu gördüm.
Google da vahdet-i vücud konusunu arattırdığımızda bu büyük mesele hakkında ıvır zıvır yazılarla karşılaşıyoruz. Bu yazıların okunması gerekir diye düşünüyorum. Benimde bi katkım olsun.
vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,vahdeti vücud vahdet-i vücud vahdeti vücut, vahdet-i vücut, “vahdet-i vücûd”,
vahdet-i vücûd sacmalık sacmalık yine sacmalık.mademki herşey birse kul kim rab kim? puta tapmak niye günah olsun(haşa) o da mutlak varlığın vechine tapıyor.!!!.şeytan niye kötü olsun oda mutlak varlığın parcası olmuyor mu?(haşa).o zaman cennette en çok Hindu rahipler olacak desenize(!!!!)onlarda buna inanıyorlar.o zaman yaratmak diye birşey olmamış oluyor.sadece şekil değiştirme formdan forma geçiş. yani evren ezelden beri vardı.sonuda olmayacak.Ebu Cehilde tanrının parcasıymış aptal fark edememiş.!!!(haşa) demeki peygamberler insaları kandıryorlarmış.avama başka seçkinelere(tasavvucufuların silsilesindekilere) başka dini anlatıyorlarmış.bir birimize taparsak ibadet olur mu?(haşa gerci böyle diyen bir mezhep var Türkiyede)İbni Arabi,onun zamanına kadar bu yolda gidenlerin kendi aralarında sakladıkları ”SIR”,”SIR” dedikleri buymuş.İbni Arabi ye suni ulama çokca kollar,ama İbni Teymiye yi sapıklıkla suçlarlar(hutbede hareket ederek ;Allah(C.C.) Arşı böyle istiva edecek dediği için.böylelikle yaratanı yaratılana benzettiği için sapık denildi)Ama İbni Arabiyi kurtarmak için sözlerin savunmak için tevil üstüne tevil….Böyle evliyanın cümlesi Ebu Hanefiye ve Maturidiye kurban olsun.gerci onlar uçmadılar,su üzerinde yürümediler keramet göstermediler.söz uzar gider benim uykum geldi daha fazla yazmayayım.
Bence bu yüksek makamlar için aklı ermeyenler konuşmamalı…Bu ilköğretim talebesinin integral hesapalrdan bahsetmesi gib bğirşey oluyor ! İyisi mi herkes kendiş seviyesine göre konular bulmalı ve onları konuşmalı…