Not: Aşağıdaki kırmızı yazılar tevhid nesli sitesindeki evliyâ karşıtı i’tirazlardır.
Zira bazı sûfiler (ki bunların en önemli özellikleri ise, halk arasında büyük bir takdir ve kabul görmüş olmalarıdır) bu tesbitimizi hiç bir şüpheye yer bırakmayacak kadar haklı çıkaracak özelliklere sahip olmuşlardır. Bu tesbitimizin en önemli dayanağı, Tevhid esasının çarpıtılmasında çok önemli fonksiyonlar üstlenmiş olan Fenâ-Bekâ konusudur. Şöyleki;
Allah’ın güç, kudret, ilim ve sıfatları gereği bütün yaratıklarının her anına ve haline hakim olduğu gerçeği Tevhid’in temellerinden birisi ve hatta en önemlisidir. Her Elçi, insanlara la ilahe illallah hakikatini tebliğ ederken, Allah ile yaratıklar arasındaki ayrılığı (farklılığı) özellikle vurgulamıştır. Buna göre Allah ile yaratıklar arasında hiç bir şekilde benzerlik ve ortaklık yoktur;
“(Allah’ın) zatına benzer hiçbir şey yoktur.”(42/ll)
İDDİA: Allah ile yaratıklar arasında hiç bir şekilde benzerlik ve ortaklık yoktur. “(Allah’ın) zatına benzer hiçbir şey yoktur.”(42/ll)
CEVAP:
Eyvâh,, Zâhir veyâ rüsûm veyâ kabuk veyâ kışır âlimleri tafından kendi mahdut anlayışları istikâmetinde belki şimdiye kadar milyarlarca kez aynı bâtıl anlamda anlaşılmış ve zikredilmiş âyet-i kerîme yine karşımızda… Bu Mübârek âyet-i Kerîme, murâdullaha bakan vechiyle muazzam hakikatleri muhtevî olsa da, zâhir ve kabuk âlimlerinin zihnindeki yansıması sûretiyle nispeten fâsid ve Kur’ân’da ihbâr edilen nice hakikatleri yok sayacak acayip bir anlam alıyor.
Enteresandır ki vahdet-i vücûd aleyhine delîl olarak öne sürülen “…O’na benzer bir şey yoktur, O, işiten ve görendir” (Şurâ 42,11) âyet-i kerîmesi aslında vahdet-i vücûd müşâhedesinin vâzıh bir delîlidir. Bu âyet-i kerîmenin meâli âlisi, “…O’na benzer bir şey yoktur” değil “O’nun benzeri (misli) gibisi yoktur” olmalıdır. Dikkat edilirse ikinci meâle göre anlam; O’nun “misli gibisi yoktur” ya’nî O’nun benzerinin benzeri yoktur Anlamına gelmektedir. Ki Allah burada sanki bu ifâdeyle kendi benzerinden bahsediyor. (Not: Hemen irkilmeyin,, Bir şeyin karşısında duran aynadaki görüntüyü hatırlayın) Şimdi bu ikinci meâl, müddeinin iddiasını kökten yalanlamakla birlikte. Biz evvelâ müddeinin algıladığı birinci meâlden çıkan anlamın bâtıl ve sahîh cihetlerini ortaya koyalım..
Allah ile yaratıklar arasında hiçbir şekilde benzerlik ve ortaklık yoktur demek,, Makul gibi gözüken inanılmaz facia bir iddiadır. Selbî aklın sarhôşluğu içinde olan böyle bir idrake, Kur’ân’a ilâve olarak daha binlerce âyet gelse bile faydası olma.. “Ne yana dönerseniz Allah’ın vechi ordadır” (Bakara 2,115) gibi bir çok âyet-i kerîme, yukarıdaki iddiayı açıkça nakzeder. Fakat selbî aklın sarhôşluğu içinde olanlar, îmâna taalluk eden aklı aşan ilâhî haberleri duymazlar.
Şimdi muterizin delîl olarak gösterdiği âyet-i kerîmenin, onun zikrettiği meâldeki anlamını inceleyelim.
“(Allah’ın) Zât’ına benzer hiçbir şey yoktur.” Veyâ “O’na benzer bir şey yoktur” aynı anlamdadır. Çünkü “O” lafzı, Allah’ın Zât’ına işâret eder. Burda problem yok.
Ayet-i Kerîmenin, sırf, “O’na benzer bir şey yoktur…” kısmını nazarı i’tibâra alırsak, irfân yoksunu zâhir âlimlerin sayısız âyet ve hadîs-i şerîf hilâfına hiç bir şeye mutlak mâ’nâda benzemeyen, her şeyden mutlak mâ’nâda ayrı, bir tanrı tasavvuru kurgulaması belki doğru olabilirdi… Halbuki Âyet-i kerîmede O’nun benzeri yoktur buyrulduktan sonra hemen akabinde “O işiten ve görendir” buyrulmuştur, bu ikinci kısım Hiçbir şeye benzemeyen ya’nî kainattan ve bizden ayrı bir tanrı tasavvurunu nakzetmektedir, şöyle ki; mâdem O’nun bir benzeri yoktur ve işiten ve görendir. İşitmekte ve görmekte de bir benzeri olmaması gerekir. Halbuki O’nun esmâsının mazharı olan mahlukatı da varlıktaki mertebelerine göre işitmekte ve görmektedirler. Hiçbir mahluk işitmekte ve görmekte Zât-ı Hakk’ın dengi olamasa da her mahluk kendi mertebesinden işitir ve görür ve dahî konuşur. İşitmek ve görmenin keyfiyeti açısından İşitme ve görme noktasında Hakk’a benzerliğimiz sâbittir. Kemmiyet ve şumûl bakımından mahlûkatın işitme ve görmesi mukayyed ve sınırlı olsa da keyfiyet bakımından işitmek işitmektir görmek de görmek. Hakk’a benzer bir şey yoktur Ayet-i kerîmesi bir kısım irfân yoksunu zâhir âlimlerin tevehhüm ettiği gibi olsaydı, dikkat edin olsaydı, bu âyet bir hakikat olarak ortada dururken hiçbir mahlukun işitmemesi ve görmemesi gerekirdi, kabuk âliminin anladığı anlamda, O’na benzer bir şey olmaması gerekirken başka varlıkların işitmesi ve görmesi mümtenidir. O halde bu ayet-i kerîmenin iki kısmı bir bütün olarak incelendiğinde şu sonuç çikar: -Kendi Zât’ı ile kaim ve mutlak, tek varlık vardır, O’nun hâricinde kendi zât’ı ile kâim ve kendine âid varlığı olan başka bir varlık yoktur. Mahlûkat mukayyed ve mahdut ve izâfî ve müstakil olmayan varlıklardır.- İşiten ve gören hiçbir mahluk müstakillen vâr olamadığı gibi müstakillen işitemez ve göremez bilâkis O’nun ile işitir ve O’nun ile görür. Ya’nî O’nun muhtelif bir esmâsının mazharı ve kulu ve gölgesi olması i’tibârından ve sayısız her muhtelif ismin bâtınında ve sırrında Zât gizli olduğundan, her bir ismin mazharı olan her bir mahluk O’nun ile işitir O’nun ile görür.
Ayet-i kerîme sırf birinci kısımdan ibâret olsa idi, ya’nî O’na benzer hiçbir şey yoktur ifâdesi ile âyet-i kerîme bitseydi, biz, Allah’ı (c.c.) âlemden ve âlem hakikatlerinden ap-ayrı, halîfesi, sûreti, gölgesi ve işâreti ve izi dahî hayâl edilemeyen bir varlık olarak i’tikad edebilirdik. Ümmet-i Muhammed’den mutlak tenzîhe (mutlak ayırıma) sapanların düşüncesi budur, fakat böyle olmamalıdır. Çünkü; bizim ile bütün bağları kopartılmış bir ilâh i’tikadı bâtıldır. Âlemlerden bütünüyle münezzeh olan böyle bir ilâhın kitab göndermesi ve peygamberler seçmesi de abes olur. Bizimle hiçbir münâsebeti olmayan bir tanrı bize nasıl hitâb edebilir? Niye hitâb eder ki? Rahmân ve rahîm olması için hiçbir sebeb dahî olmaz…
“…O’na benzer (hiç) bir şey yoktur…” âyet-i kerîmesinin devâmı olmasaydı, Hakk’ı bütün kutsallığı ile her şeyden tenzîh etseydik, Kur’ân ve Hadîs-i şerîflerde şu ta’bîrlerin de olmaması gerekirdi: Cenâb-ı Hakk’ın; sûreti, gözü (El-ayn), eli (El-yed), ayağı (Er-ricl), işitmesi (Es-sem’), görmesi (El-basar), râzı olması (Er-ridâ), kızması (El gadab), tereddüt etmesi (Et-tereddüt), sevinmesi (Et-tebeşbuş), ta’accup etmesi (Et-te’accup), ferahlaması (El-ferâh), gülmesi (Ed-dihk), bıkması (El-melel), tuzak kurması (El-mekr), hîle yapması (El-hidâu), dalga geçmesi (El-istihzâu), alay etmesi (Es-suhriyyetu), yürümesi (Es-sa’yu), koşması (El-herveletu), inmesi (En-nüzûlü), yerleşmesi (El-istivâu), sabırlı olması eziyyete muhâtab olması v.b.
Hakk’ın varlığı mutlak olduğu gibi isim ve sıfatları da mutlaktır. Elbette mahlukun varlığı ve sıfatları mahlûktur mukayyeddir mahdutdur. Eşyâyı Kâinât, Hakk’ın varlığına nisbete gölge veyâ hayâl seviyesinde bir varlığa hem de emâneten mâlik olsa da. Varlığın ve esmânın (anlamların) gerçek ve asıl sâhibi Hakk Teâlâdır. Meselâ insânın işitmesi ve görmesi veyâ içindeki sevgi duygusu veyâ bedeni, Elbette mahlûk elbette mahdut ve belli bir zamânla mukayyeddir. Lâkin işitmek, görmek, bilmek, sevgi veyâ varlık (varlığın özü, mutlak varlık) aslâ mahluk değildir, Hakk Teâlanın kendisinde ezelî ve ebedîdir. Ezelî ve ebedî ve mutlak olan Hakk’ın varlığı ve esmâsıdır. Şimdi belirttiğimiz gibi, Varlık özü itibâriyle mahluk olmadığından, Hakk’ın Zât’ının aynı olduğundan, Esmâ dâ Zât-ı Hakk’ın mutlak sıfatları olduğundan, özünde yaratılmış olmadığından, Kâinât ile Hakk Teâlâ arasında bir münâsebet olması zarûrîdir. Çünkü Kâinâtın gölge seviyesindeki varlığı Hakk’ın sâyesinde olduğu gibi. Kâinâttaki çeşitlilik dahî Hakk’ın muhtelif ve nâ mütenâhî esmâsı sebebiyledir.
Allah-u Teâlâ, Zât’ı ile âlemlerden münezzeh, esmâ ve şuûnâtıyla (işleriyle, fiilleriyle) ise âlemlerle mütecellîdir . Ehaddiyyet-i Zât’iyyesi ve hakikat-i vâhidesiyle görünmekten ve sûretten ve değişimden ve idrak ile ihata edilmekten münezzeh olup, vasıflarının gereği olan isimleri, filleri ve eserleriyle âlem-i kesrette zâhir ve mütecellîdir. Nereye dönersek dönelim gördüğümüz O’nun esmâsıdır. Eşyânın rûhu esmâdır, esmânın rûhu dahî Zât-ı Hakk’tır. Ondan ayrı hiçbir şey olamaz.
“O’na benzer (hiç) bir şey yoktur “kısmını esâs alıp ikinci kısmın delâlet ettiği ma’nâdan bî haber olanlar, yarım akıllarıyla ehli hakikate ve i’tikadlarına karşi çikmaktadirlar.
Doğrusu şu ki; Allah Zât’ı itibâriyle, varlığın özü olması itibâriyle hiçbir şeye benzemez. Esmâsıyla zûhuru itibâriyle ise her şeyin aynıdır. Allah-u Teâlâ Zât’ı itibâriyle her zamân Bâtın (gizli) ve Kâinâttan yüce ve içkin ve aşkın,, isimleri ve fiilleri itibâriyle ise açıkça zâhir (görünen) olandır. Bu sebeble Allah ve Kânât münâsebetinde veyâ Allah ile Kâinâtın rûhu olan insân münâsebetinde mutlak başkalık ayrılık olmadığı gibi mutlak aynılık da olmaz.
Ali Aytaç Şenol
– Haber Lotus –
HLotus
İlim ve İrfân yazımdan bir alıntıyı, konuyla yakından ilgisi olması sebebiyle aşağıya yapıştırıyorum………..
“Hâtemü’l-Evliyâ Muhyiddîn Arabî hazretlerinden ögrendigimiz bilgiye göre, Hakk Teâlâyı, sâdece zâmânın kutbu olan insân-ı Kâmil, “mümkün olan lâyık-ı vechî üzre” tanıyabilirmiş. Bu zât (kutbu’l-aktâb), ism-i Câmi’nin fiilî mazharı olmak ile Hakk Teâlânın gerçek halîfesiymiş. Diğer insânlar ise bu insân-ı kâmilin halifeleriymiş… Çünkü, “Leyse ke mislihi şey’un (O’nun benzerinin bir benzeri yoktur)” (Şurâ; 42,11)”