Not: Kırmızı renkli yazılar Tevhid nesli sitesinde ki Evliyâ karşitı yazılardır.
Allah, bütün yaratıklar üzerinde mutlak güç, kudret ve hakim olmasına karşilık, yaratıklar ise (özellikle de insan) varoluş şartlan gereği varlıklarının dayanağı ve sebebi olan Allah’a ibadet etmeleri gerekir. Diğer bir ifadeyle, Allah ile yaratıklar arasındaki tek ilişki, Rabb-Kul ilşkisidir. İnsanın Allah’a ibadetinin esasını ve asıl biçimini ise Fena ile ifade edilen özellikler oluşturur.
Burada önemli olan isim değil, o ismin ifade ettiği şartlardır. Buna göre Fenâ’nın temel üç özelligi vardır;
1-) Allah’tan başkasına ibadet/kulluk etmemek;
2-) Allah’tan başka hiç bir varlığı, Allah’a rağmen ölçü kabul etmemek;
3-) Allah’tan başka bütün varlıkların varlığının nedeninin Allah olduğunu bilmek.
Bunlar gerçekleştiği zaman kul, bütün sorumluluklarını, dolayısıyla Misak’ın şartlarını gerçekleştirmiş olur. Bu ise Rızaullah’a nail olmaktan başka bir sonuca neden olmaz.
Dinin özellikle ibadetle ilgili esaslarında sınırları zorlayarak fazla sorumluluklar üstlenme eğilimine girmiş olan zâhidler, iç ve dış etkilerin sonucunda zamanla inanç ve düşün çelerde de farklı özelliklere sahip olmaya başlarlar. Zaten bu safha, tasavvufun oluşum aşamasını oluşturur. Bu süreçte önemli bir değişiklik (bozulma) Fena inancında görülür. Bu değişiklik zamanla artarak ve genişleyerek, sonuçta Allah-Kul, Yaratan-Yaratılmış ayrımının kaybedildiği bir noktaya ulaşir, işte Mekke müşriklerinde dahi bulunmayan yanlışlık buradadır. Ve bu yanlışlığın mensup ve taraftarları “Müslüman” sıfatına sahip bazı insanlar olmuştur.
İlk dönem sûfileri (H.2./M.8.yüzyıl) Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, kişinin kendisinden geçmesi (Fena olması) inancını oluştururlar. Bu genel hatlarıyla ve büyük oranda doğru temeller üzerinde yer alan bir inanç ve kanaat olur. Buna göre kişi, Allah’tan başka her şeyden geçmeli ve sadece Allah’a yönelmeli, böylelikle kulluğun gerçek şuuruna erebilmelidir.
Ancak kişinin kendisinden geçmesi inancı, bir ileri safhada kendisinden geçilen mevcudun ne olduğu problemini gündeme getirir. Probleme göre, kendinden geçmenin (Fena olmanın) gereği olan Fenâfillâh Allah’ta yok olma hali gerçekleşince, yani Allah’tan başka hiç bir şeyi görmeme, bilmeme, duymama hali gerçekleşince, kendisinden geçilenler (Vûcudlar, Allah’tan gayrı herşey) ne olmuştur?
Bu, çözülmesi gereken önemli bir konu olarak gündemi oluşturur. Buna bağlı olarakta, Fena gerçekleştiği zaman, bunun tamamıyla Allah’ın rıza ve takdirine uygun yaşamak, davranmak anlamına mı geldiği, yoksa Allah-Kul ayrımını kaldırıp “Bir” olmak anlamına mı geldiği konusu, üzerinde sıklıkla düşünülen husus olur. Bazılarını tahmin ede-bilsek dahi, tam olarak bilemediğimiz bazı sebeplerden dolayı, söz konusu problemin odaklaştığı yukarıdaki soruya Bekâ-billah (Allah’la bakî olmak) biçiminde cevap verilir ve bu cevap çogu sûfî tarafından kolaylıkla kabul edilir.
Bu satırlar da,, belirginleşen açık bir iddia ve i‘tirâz göremiyorum. Fenâ meselesini toptan reddedecek bir cesâret gösterilemiyor. Meseleyi Tamm anlamadığı için neye i’tirâz edeceğine tâmm karar vermiş de değil.. İ’tirâz etmeye hevesli fakat flû görüyor… Fenâ bekâ meselesi tasavvuf karşitları için geçilesi bir mesele olmadığı için mecburen kalem oynatılmış… Bu bölümü paragraf paragraf inceleyelim.
Allah, bütün yaratıklar üzerinde mutlak güç, kudret ve hakim olmasına karşilık, yaratıklar ise (özellikle de insan) varoluş şartlan gereği varlıklarının dayanağı ve sebebi olan Allah’a ibadet etmeleri gerekir. Diğer bir ifadeyle, Allah ile yaratıklar arasındaki tek ilişki, Rabb-Kul ilşkisidir. İnsanın Allah’a ibadetinin esasını ve asıl biçimini ise Fena ile ifade edilen özellikler oluşturur.
Müddei Allah’ın, kulları üzerinde mutlak otorite sâhibi olduğunu, hayâline nakşettiği bilgiler ile ifâde ediyor. İlerideki i’tirâzlarda görüleceği üzre, Allah’ın isimlerinin mâhiyeti noktasında tasavvuf ehlinin isimler hakkındaki irfânını reddedip, esmâ ile Zât arasındaki münâsebetten tamâmıyla habersiz olanın, Mutlak otoritenin kullar üzerinde nasıl hükümrân olduğuna dâir bir idrâk ve irfânının da olması mümkün olmadığına göre, “Allah kulları üzerinde mutlak güç, kudret sâhibidir ve hükümrândır demesi” İnkâr ettiği hakikatlere dayalı bir bilgiyi taklît yoluyla ifâde etmekten başla bir şey değildir. Hayâlî bir iddiâyla ortaya çikan bu kişiye, “Allah’ın mutlak egemenliğini” Dünyâda gerçekleşen zulüm ve ahlaksızlıkların varlığına rağmen nasıl gerçekleştiğini, bu iddiânın doğruluğunu hadi açıkla, bu iki zıddı birleştir dendiğinde, iddiasını ispatlayamayacağı kesindir. Bu durum bir hırsızın gerçek mal sâhibine karşi pervâsızlığına benziyor. Mutlak otoritenin nasıl hükümrân olduğunu, irfânî ilimleri inkâr ederek anlaması mümkün olmayan müddeinin, doğru da söylese kendi cihetinden bu iddiası bâtıldır. Bu durum, münâfıkların Efendimize (s.a.v) gelip, peygamberliğini tasdîk etmeleri hadisesine benziyor. Efendimiz’i (s.a.v.) dilleriyle tasdîk etseler bile kalpleriyle yalan söylemekteydiler… Ve Allah Kur’ânda bu hadîseyi zikredip, dil ile tasdîklerini doğruladıktan sonra, münâfıklar doğru da söylese onları yalanlamaktadır. Yeryüzünde İslâm şeîatına ya’nî Allah’ın hoşnutluğuna aykırı sayısız zulümler ve cinâyetler işlenirken, Allah’ın isimlerinin muhtevâsına dâir vahdet-i vücûd merkezli tasavvuf ehli âriflerin açıklamalarını inkâr edenlerin, Mutlak otoritenin bu şartlar altında nasıl hükümrân olduğunu idrâk etmesi imkânsız olduğu için, “Allah Kâinâtta mutlak otorite sâhibidir” demeye de hakları yoktur.
Allah ile kulları arasındaki münâsebetin yalnızca Rabb ve kul arasındaki ilişki olmadığını veyâ halikıyyet mahlûkıyyet arasındaki ilişkiden ibâret olmadığını. Rabb’ isminin ve halîk isminin Allah’ın sayısız isimlerinden sâdece iki küllî isim olduğunu belirtmiştik. 99 bilinen en güzel isimden başka Kur’ânda bu isimlere ilâve pek çok isim olduğu gibi Ehlullahın bizi ayıktırmasına göre Hakk Teâlâ ile Kâinât arasında varlık tabanında cereyân eden sayısız ismin sayısız karakteri kadar münâsebet vardır.
İster mü’min ister kâfir olsun ister ağaç ister hayvân ister melek ister cinn olsun Kâinâttaki her varlık kuldur (âbiddir). Lâkin kullukları muhtelif bir isme, küllî veyâ cüz’î bir isme, celâlî veyâ cemâlî bir isme dönüktür. Her varlık kendi terbiyesine gelen husûsî bir ismin kuludur. Bir müşrik veyâ bir münâfık, Peygamberlerin ve veliyylerin terbiyesine gelen Allah veyâ Rahmân ism-i şerîfinin kulluğuna karşi çiksa da Mudill (El Mudill: Dâlâlete düşüren Allah) ve yâ Muzill’e (El müzill: Zillete düşüren Allah) veyâ kendi terbiyelerine gelen bir başka isme kul olmaktan hârice çikamazlar. Her ismin Sırrında Zât (Hu) gizli olduğundan Her varlık O’nun kuludur.
Elbette bütün insânlar Rabb’lârın Rabb’ı olan Allah’a kulluk etmekle mükelleftir. Rahmân olan Allah’a lâyıkı vechiyle kulluk etmek ise ancak ve ancak İslâm şerîati ve Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine ittibâ ile olur.
Burada önemli olan isim değil, o ismin ifade ettiği şartlardır. Buna göre Fenâ’nın temel üç özelligi vardır;
1-) Allah’tan başkasına ibadet/kulluk etmemek;
2-) Allah’tan başka hiç bir varlığı, Allah’a rağmen ölçü kabul etmemek;
3-) Allah’tan başka bütün varlıkların varlığının nedeninin Allah olduğunu bilmek.
Bunlar gerçekleştiği zaman kul, bütün sorumluluklarını, dolayısıyla Misak’ın şartlarını gerçekleştirmiş olur. Bu ise Rızaullah’a nail olmaktan başka bir sonuca neden olmaz.
Doğrudur.
Dinin özellikle ibadetle ilgili esaslarında sınırları zorlayarak fazla sorumluluklar üstlenme eğilimine girmiş olan zâhidler, iç ve dış etkilerin sonucunda zamanla inanç ve düşün çelerde de farklı özelliklere sahip olmaya başlarlar. Zaten bu safha, tasavvufun oluşum aşamasını oluşturur. Bu süreçte önemli bir değişiklik (bozulma) Fena inancında görülür. Bu değişiklik zamanla artarak ve genişleyerek, sonuçta Allah-Kul, Yaratan-Yaratılmış ayrımının kaybedildiği bir noktaya ulaşir, işte Mekke müşriklerinde dahi bulunmayan yanlışlık buradadır. Ve bu yanlışlığın mensup ve taraftarları “Müslüman” sıfatına sahip bazı insanlar olmuştur.
Çok ibâdet eden çok oruç tutan çok riyâzet yapıp nefsine göz açtırmayan mutasavvıflar vardır. Bu meşreb üzre Hakk’a yaklaşmaya çalisan kullar, ehlullAhın bir kısmını teşkîl ederler.
Nitekim Allah (c.c.) buyuruyor:
“Sonra biz o kitabı kullarımızdan süzdüklerimize mîras kıldık, onlardan da nefislerine zulmeden var, muktesid, (orta giden) var, Allahın izniyle hayırlarda ileri geçenler var, işte bu büyük lütuftur” (Fâtır 35,32)
Âyet-i Kerîmeden ögrendigimize göre, Allah ehli seçkinlerden Kitâba vâris olan kullar, karakteristik farklılıklar arz eden üç temel yol üzre Hakk’a ulaşma yolculuğu yapmışlar… İlk sırada zikredilen meşrep sâhibi sınıf, Kâfir nefsine zulmedip göz açtırmayan, şeytâna hiç yaşam alanı vermeyen, nefsine karşi zâlim olanlardır. Bu sınıf zâhidleri sapkın olarak takdîm eden müddeiyi Bu âyet-i kerîme yalanlamaktadır. Âyet-i kerîme, bu zümrenin Allah ehli seçkinlerden ve vârislerden olduğunu belirtiyor. Elbette Bu meşrepteki ehlullah, bütün mutasavvîfleri temsîl de etmemektedir.
Çok ibâdet eden çok oruç tutan çok riyâzet yapıp nefsine göz açtırmayan zâhid kullardan, istisnâsız hiç birinin , akâid ve irfân noktasında Hakk’tan sapmayacaklarını iddia etmek tabîi ki mümkün değildir. Bu yolun tabîatında uçurumlar, yırtıcılar, sürekli tehlikeler vardır. Eğer enâniyyet noktasında ya’nî özde temel problemler yoksa, Efendimiz’in sünnetinde ifrata kaçmanın ya’nî namazı orucu çogaltmanin, konuşmayı azaltmanın hattâ insânlardan mümkünse uzaklaşmanın Hakk’a yaklaşmak noktasında faydası, elbette zarârından fazladır.Bu nnoktada Müddeinin sapkınlık iddiası bir vehimden ibârettir. Enâniyyet noktasında (özünde) problemi olan, lâ ilâhe illallah kılıcı ile gururunun başinı kesmeyen keşiş veyâ Hint fakirlerinin riyâzetler yoluyla mesâfe almaları da elbette mümkün olmaz.
İnanç esâsları ve düşünce boyutunda yeri geldikçe kimin saptığını inceleyeceğiz. Yaratan yaratılmış ayırımının kaybedildiği düşünülen noktaları da yeri geldiğinde inceleyeceğiz. Somut misâller olmadan şimdiden îzâhatlara girişmek verimsiz olur.
İlk dönem sûfileri (H.2./M.8.yüzyıl) Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, kişinin kendisinden geçmesi (Fena olması) inancını oluştururlar. Bu genel hatlarıyla ve büyük oranda doğru temeller üzerinde yer alan bir inanç ve kanaat olur. Buna göre kişi, Allah’tan başka her şeyden geçmeli ve sadece Allah’a yönelmeli, böylelikle kulluğun gerçek şuuruna erebilmelidir.
Fenâ hadîsesini kendinden geçme biçiminde tarif etmek isâbetli olmaz. Sarhôşluk çagrisimi yapan bu ifâde ehlullahn murâdına ve durumuna uzaktır. Varlığından ve enâniyyetinden geçmek varlığını Allah yolunda fedâ etmek daha açıklayıcı bir ifâde olur.
Fenâ kavramı pasifliği ve edilgenliği ifâde eden bir kavram olarak gözükse ve zannedilse bile. Namâz kılmak veyâ fiili cihâd yapmak dahî fenâ kavramı kapsamındadır. Yeri geldiğinde bu meseleyi îzâh edeceğiz inşAllah.
Ancak kişinin kendisinden geçmesi inancı, bir ileri safhada kendisinden geçilen mevcudun ne olduğu problemini gündeme getirir. Probleme göre, kendinden geçmenin (Fena olmanın) gereği olan Fenâfillâh Allah’ta yok olma hali gerçekleşince, yani Allah’tan başka hiç bir şeyi görmeme, bilmeme, duymama hali gerçekleşince, kendisinden geçilenler (Vûcudlar, Allah’tan gayrı herşey) ne olmuştur?
Kendinden geçilen varlığın (insânın veyâ Kâinâtın) ne olduğu ya’nî gerçekte mahiyetinin ne olduğu ve Hakk Teâlâ ile münâsebetinin ne olduğu meselesi,, işte bütün mesele bu…
Evliyâ i’tirâzcısının burda şöyle bir gizli iddiası var:: İslâmla yeni tanışmış bir kulun, Allah ve sünnet yolunda mesafe kat’etmemiş bir kulun, hattâ ilâhî haberleri de yeterince incelememiş bir kulun, ilk îmân ettiği ândaki temiz ve berrak inancı; Ya’nî Allah ayrıdır, kul ayrıdır,, Allah yücedir yücelerdedir, kul suflîdir. Ya’nî selbî akla dayanan tenzîhi inancı. Ya da Allah ol demiştir, bir ânda olmuştur Kâinât,, insân basit bir kul ve yaratıktır inancı,, en doğru bir inançtır… Mücâhede ve riyâzetlerle fenâya eren sufîlerde bu doğru ve berrak inanç,, bozuluyor ve iddiâsına göre İslâm inancına ters bir inanç hâline dönüşüyor… Bu iddianın temel yanlışlığı, yolun daha başindaki bir kulun,, insânın ve Kâinâtın mâhiyeti ve Allah ile olan münâsebeti noktasındaki başlangıç bilgisini doğru ve yeterli ve kâmil bir bilgi olduğunu zannetmektir… Akıllı müslümân, vuslat iddiasında olan mutasavvıfların, varlığın mâhiyeti Ve Hakk Teâlâ ile münâsebeti noktasında ne söylediklerini anlamaya çalisir. Allah’ın lûtfedip bahşettiği îmân nimetinde, bulunduğu basamakta, mü’min olmayan kullardan kendini üstün görme mertebesinde yapışıp çakili kalmaz.
Çok kısa ifâde etmek gerekirse, gerek nefis kâfirine zulmederek, gerek dengeli bir siyâset izleyerek, gerek sürekli hazırlıklı ve teyakkuz hâlinde kâim olma metodlarıyla varlığından ve benliğinden geçmiş, bu sâyede Hakk’a mülâkî olmuş (kavuşmuş) kulun Elbetteki başlangıç hâlindeki mahdut görüşü ve elbetteki noksân irfânı birbiriyle kıyas kabul etmeyecek bir farka sâhiptir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dahî mi’râc öncesi durumu ile sonraki durumu arasında büyük fark vardır. İmân lûtfuyla müşerref olma noktası kemâl noktası değil, kemâl yolculuğuna başlama noktasıdır. Hakk’ın varlığında fânî olmayı başarabilen mübârekler elbette Hakk’ça bir basîrete Hakk’ça bir idrâke ermenin lutfuyla karşilaşirlar.
Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin.
Tenlerde vü canlarda nihân hep sen imişsin
Senden bu cihan içre nişan ister idim ben
Âhir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin
Şeyh Galib.
Sağım solum gözler idim,
Dost yüzünü görem deyu,
Ben taşrada arar idim,
Ol can içinde can imiş.
Öyle sanırdım ayrıyam,
Dost gayrıdır, ben gayrıyam,
Benden görüp işiteni,
Bildim ki ol canan imiş
Mürşid gerektir bildire ,
Hakk’ı sana Hakk’al yakîn,
Mürşidi olmayanların,
Bildikleri güman imiş.
İşit Niyazi’nin sözün,
Bir nesne örtmez Hakk yüzün
Hakk’tan ayan bir nesne yok,
Gözsüzlere pünhan imiş.
Niyazi MISRî
Evet, başlangıçta kendi mâhiyeti, Kâinâtın mâhiyeti ve Hakk Teâlâ ile Kâinât münâsebeti hakkında halîkıyyet-mahlukıyyet veyâ Rabb-kul ilişkidinden öte fazla bir bağıntının farkında olmayan kul, vehminden ve zannından ibâret kendi müşrik varlığının perdelemesinden kurtulmaya muvaffak olduğunda, varlığın bütünüyle Hakk’a âid olduğunu,, sâhibi ve mâliki olduğu gibi gözüken kendi varlığının ise sâdece bir emânet, âriyet ve imtihân olduğunu anlar.
Kısaca, Kulun Tanrı olması veyâ sufînin kanâatine göre tanrılaşması diye bir şey söz konusu değil. Mevcûd olan bir varlığın mâhiyeti hakkında şuurlanmakdan başka, bilginin artmasından başka sufide bir değişim söz konusu değildir. Önceden bilmiyordu sonradan ögrendi. Bilmediği ögrendigi şey, Allah’ın isimlerinin önceden de mazharı olduğu gerçeğidir. Münkir de mazhardır, müşrik de mazhardır, nâkıs mü’min de mazhardır fakat bilmiyorlar. Bu hakikati ögrendiklerinde varlıklarında bir değişim olmuş ta olmaz. Husûsî insânların Kâinâtta teshîr kabiliyetine, umûmî olarak bütün insânların Kendi Kâinâtlarında musâhhâr olduklarını bilmiyorlardı. Allah’ı gökte zannediyor yerde de olabileceğini bilmiyorlardı. Görülen ve değerlendirilenler değişmedi, kulluktan tanrılığa da geçiş olmadı, önceden mahiyeti bilinmeyen varlıkların mâhiyeti çözüldü o kadar…
Ehlullah, herkesçe anlaşilması mümkün olmayan bütün ifâdelerinde şu âyetlere mutabıktır.
“Dikkat edin; onlar, Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. Bilesiniz ki O, her şeyi kuşatmıştır.” (Fussilet, 41,54)
“Her ne yana dönerseniz Allah’ın vechi oradadır” (Bakara 2,115)
Andolsun ki sen bundan gafildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” (Kaf 50,22)
“Ona şekil verdiğim ve rûhumdan üfledigim zamân siz hemen o’nun için secdeye kapanın” (Hicr 15,29)
“Andolsun ki biz insanı mükerrem kıldık ” (İsrâ1 7,70)
“Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.” (Câsiye 45,13)
“Ey Dâvud biz seni yeryüzünde halîfe yaptık…” (Sad 38,26)
“Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklîf ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. O’nu insân yüklendi, doğrusu o (çok) zâlim, (çok) câhildir.” (Ahzâb 33,72)
“Süleyman’a da şiddetli esen rüzgarı musahhar kıldık.” (Enbiyâ: 81)
“Davudun maıyyetinde dağları müsahhar kılmıştık, kuşlarla beraber tesbih ediyorlardı ve biz bunları yaparız” (Enbiyâ 21,79)
“Size Rabbiniz tarafından bir mucizeyle gönderildim. Ben size çamurdan kus şekline benzer bir şey yapar içine üflerim, o da Allah‘ın izniyle hemen kuş oluverir… Eğer inanmaya niyetiniz varsa, elbette bunlarda sizin için alacak dersler vardır.” (Al-i İmran 3,49)
“Hani sana Kitabı, Hikmeti, Tevrat‘ı ve İncil‘i talim etmiştim. Hani Bi–izni (iznimle) balçıktan kuş şeklinde yaratıyor, onun içinde nefhediyordun da Bi–izni (iznimle) bir kuş oluyordu! Anadan doğma köre ve cüzzamlıya benim iznimle şifa veriyordun. . . Hani ölüleri benim iznimle hayata çikariyordun. . .” (Mâide 5,110)
Ehlullah karşitları ise bu ve benzerî âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ile tenâkkuza düşerek Allah dostlarına muhâlefet etmektedirler. Bunlar hiç Kur’an okumuyorlar mı? Anlamaya çalismiyorlar mı?
Kul Allah olmaz ama; Allah kuldan zâhir olur. Kullar tanrı değildir ama istisnâsız bütün kullar ilâhî (tanrısal) güç ve kuvvetlere âlet ve mahâldirler.
İnsân ile Allah arasındaki münâsebetin, sırf hâlik mahlûk münâsebetine indirgenebilecek bir basitlikte olmadığını belirten bu ve benzerî âyet-i kerîmeleri görmezden gelerek, belki uyanık olduğu halde uyur taklidi yaparak Evliyâya muhalefet edenler aslında bir sapıklık içindedirler.
Bu noktada evliyânın sözlerini anlamamakta azamî gayret göstererek nefsine imtiyazlı bir yer tahsîs etmeye çalisan müddei, ileride de görüleceği üzre ısrarla sufîlerin kendilerini tanrılaştırdığı fikrini savunmaktadır. Halbuki bu mübârekler kendilerini tanrılaştıranların her hâline zıd bir kulluk içerisindedirler. Yok olanı vâr etmek, vâr olanı da yok etmek mümkün olmadığı için, varlığa mazhar olmak sebebiyle zarûrî bir hilâfet ya da aynalık durumu kaçınılmaz olduğu için. Bu mübârekler Allah’a şirk koşan nefisleri ve enâniyyetlerini yok etmeye (Hakkâ teslîm olmaya) muvaffak olmuş olsalar bile beşerî varlık cihetlerini yok etmeye muktedir olmadıkları için,, durumları nispeten gizli kalmış, kadir ve kıymetlerinin takdîri bilinemez olmuştur. Peygamberlere îmân etme hâdisesinin yapısı da buna benzer. Her şey îmânâ muhatap kişinin değerlendirmesinde, tercîhlerinde gerçekleşir. Hâkim olan da kendi tercîh ve hükümleriyle mahkûm olan da değerlendirmeyi yapanın kendisidir. İrfân fakiri şekilciler,, Firavun’un ben Allah’ım sözü ile Evliyâ’nın ben Hakk’ım sözünün farkını ayırd edemediler. Vahdet-i vücûd ehli büyükler, müddeilerin iddia ettiği üzre Nemrut ve Firavunlar gibi sırf kendilerini tanrılığa tahsîs etmiyorlar ki, Allah’ı her yerde müşâhede ettiklerini söylüyorlar. Bu büyüklerin durumunu fark etmek zor olmasa gerek. Ama özünde bu büyüklerin özüne karşi bir yabancılık ve cehâletten doğan bir münâferet olduğu için. Eş sesli sözcüklerin anlamlarının da bir olduğunu iddiada ısrâr etmek gibi bir yanlışa düşüyorlar. (Mesela; bir Kara, siyah anlamına geliyor diğer bir kara toprak parçası anlamında kullanılıyor, ses benzerliğinden başka bir benzerlik yok, anlamlar farklı,, hayır efendim, Hallâc ile Firavun aynı sözü söylemişler o halde iki söz de bâtıldır demekte ısrâr etmek gibi…)
Bu, çözülmesi gereken önemli bir konu olarak gündemi oluşturur. Buna bağlı olarakta, Fena gerçekleştiği zaman, bunun tamamıyla Allah’ın rıza ve takdirine uygun yaşamak, davranmak anlamına mı geldiği, yoksa Allah-Kul ayrımını kaldırıp “Bir” olmak anlamına mı geldiği konusu, üzerinde sıklıkla düşünülen husus olur. Bazılarını tahmin ede-bilsek dahi, tam olarak bilemediğimiz bazı sebeplerden dolayı, söz konusu problemin odaklaştığı yukarıdaki soruya Bekâ-billah (Allah’la bakî olmak) biçiminde cevap verilir ve bu cevap çogu sûfî tarafından kolaylıkla kabul edilir.
Râbb Zât’ı itibâriyle tektir ve Rabb’lığından Zât’î olarak çikmaz. Kul dâ Zât’î olarak kuldur ve Zât’ında (özünde) kulluğundan hârice çikamaz. Lâkin Özünde farklılaşmaksızın Rabb, kul olarak gözüktüğü ve mütecellî olduğu gibi, kul da Rabb’lik ve ilâhlık özelligi ile vasıflanabilir.
Kulun Rabb’lık özelligi ile vasıflanmasını anlamak kolaydır. İmtihân dünyâsında kuvvet ve kudrete sâhip olmuş bir padişah ya da tahakküm gücü olan bir mevki sâhibinin asıp kesmesi öldürmesi diğer insânlara baskı yapabilmesi hattâ idâre etmesi Rabb’lık sıfatıdır. Hatta bir annenin ve babanın veyâ mürebbînin çocuk üzerindeki tasarrufu da Rabb’lık sıfatı îcâbidir. Hattâ bu mânâ’da bu durum insân için o kadar olağan ve sıradandır ki, bir insânın rabb’lık ve tanrılık (dikkat edin Allah‘lık değil) iddiası Allah’a kulluk iddiasından çok daha küçük bir iddiadır.
Rabb’in kullukta zûhuru noktasında ise Hazret-i Niyâzî şu mübârek beyitleri zikretmiş.
Hakk Teâlâ’dan yakın insâna bir şey yok denür,
Lik (Lâkin) bildir kim dürür Allâh ya kimdir ibâd.
Beyitte anlatılmak istenen şu: Allah’ın bildirmesiyle biliyoruz ki Allah kuluna çok yakın, kulun kendisine kendisi kadar yakın. Allah kuluna bu kadar yakın ise, ki, Rablık ve hâbirlik sıfatı gereği, Rabb ve hâbir olanın yakınlığı zarûrîdir. Allah’ın kulundan ilmen haberdâr olmasından öte aynen haberdâr olması gerekir. Meselâ kulunun parmağının ucu yansa bu yanmanın acısını Allah, ezelî ilminin, evvelden bilmesinin ötesinde aynen bilmesi gerekir ve bilir. Gerçek bu iken hazret soruyor, kul ibâdet ederken, Allah bu ibâdetten ayrı düşünülebilir mi?
Yeri geldikçe bu mevzuda meseleyi birkaç misâl ile anladığım kadarıyla îzâh etmeye gayret edeceğim. Şimdilik kâfidir.
Ali Aytaç Şenol
– Haber Lotus –
HLotus
“Şimdilik kâfidir.” / değil.
Fenafillah makamında olan bir velinin konuşması nasıldır? Fenafillah makamına varan kişiye bazılarının sandığı gibi bir “sertifika” mı veriliyor? Yoksa fenafillah olan kişiye bazı haller mi verilir ; bu haller nasıl tecelli eder? Tarihte etmiş ise bugün de edebilir mi?
Bu fenafillah ve bekabillah tabirleri (hem Nurcular hem de tasavvuf ehli tarafından) son derece rahatsız edici bir şekilde içeriğinden boşaltılarak kullanılıyor. Bu konuda yazılanlar kafi değil.
Lutfen devamedin!
Hikem kardeş,
Bu yazı dizisinin amacı Evliyâ müdâfası… Tevhid nesli sitesindeki müddeilerin itirazlarını esas aldık. Fenâ ve Beka konusunu bütünüyle incelersek bu yazı dizisini bitiremem. acilen başlamayı düşündüğüm şöhretler serisi, Teslis meselesi, ve “ergenekon ve yahudiler” yazı dizileri var. Bir de güncel haberler yapıyoruz bu yazılara sıra gelmiyor. Maişet derdi de sürekli yazı yazmamıza fırsat vermiyor.
Evliya müdafası yazı dizisini hızlandırmak için bundan sonraki cevapları çok kısa tutmayı düşünüyorum. Doğru mu olur bilmiyorum. Senin de fikrini almak isterim. Bu hızda gidersek bu yazı dizisini bitiremeyeceğiz.
Ben irşada mezun olmadığım için aslında sorduğun sorularda cevap vermeye yetkili değilim. Sorduğun sorulara burda çok kısa cevap vermeye çalışayım.
Fenâfillah bir mertebe olmayıp. Kıyâmeti kopan kulların yaşadığı bir hâldir. Büyük bir ölüm ve diriliş hadisesidir.
Kıyâmeti kopmuş bir kulun, hevasından konuşmayacağını söyleyebiliriz. Ama o kulun her sözünün ilâhî olduğunu ve her sözünün doğru olduğunu söyleyemeyiz.
Sertifika ve icâzet meselesi önemli… Şöhretler serisi yazı dizisinde Mahmut Ustaosmanoğlu Efendiyi incelerken bu konuda yazmayı düşünüyorum.
Böyle bir kulun en ayrıcalıklı hâli, Efendimiz (s.a.v.) ile, sahabenin büyükleri ile, meşrebine muvafık evliyâullah ile emir alış verişi ve sohbet içinde olmalarıdır.
Elbette her devirde BÖYLE MÜbârekler vardır.