Ağustos böcekleri sustu. Her sabah tan yeri ağarırken ötmeye başlayan cırcır böcekleri Eylül ayının geldiğini sezmiş gibi bu sabah bir anda sessizliğe gömüldüler. Kim bilir belki adlarının hakkını vermek istercesine Ağustos böcekleri Ağustos bitince çalgılarını toplayıp başka memleketlere doğru uçup gitmiş bile olabilirler..
Yaz boyu kendini iyiden iyiye özleten rüzgar artık günde iki kez, bir sabah bir de akşamları olmak üzere esmeye başladı serin serin. Ayaklar çorap istiyor artık geceleri. Balkon kapıları hafifçe itildi, sırta koymalık şallar el altında tutulur oldu. Hâsılı yaz bitiyor, 1 Eylül itibarıyla sonbahar kendini iyice hissettirmeye başladı.
Kafam dağınık bugünlerde. Düşüncelerimi bir konuda toplamakta zorlanıyorum. Parçak purçak fikirler, bölük pörçük düşünceler uçuşuyor zihnimde. Bu nedenle bu yazımda ordan burdan, kısa kısa her şeyden yazayım istiyorum.
Yeni komşularımız hakkında
Büyük şehirden küçük şehre göç eden, metropol yaşantısından kaçarak sadeleşme özlemiyle yepyeni bir yaşama başlayanların sayısı her geçen gün artıyor. Bunlardan biri de yeni komşumuz Edward Norton. Evet evet yanlış duymadınız, yeni komşumuz yalnızca Edward Norton da değil üstelik, Jude Law, Tom Hanks ve ünlü çizgi film kahramanı Caillou’nun babası da yeni komşumuz oldu. Nasıl diye soracak olursanız ünlü seslendirme sanatçısı ve tiyatrocu Kerem Kobanbay’ın kurduğu Ak’la Kara ses stüdyosunun Bodrum ofisinin hemen bitişiğimizde açıldığı haberini verebilirim. Bu saydığım ünlülerin ses babası olan Kerem Kobanbay ve ekibi artık yeni komşumuz. Kerem beyle konuşurken kâh Tom Hanks var karşımda sanıyorum, kâh Edward Norton. Daha önce bir film seslendirmesinin nasıl yapıldığına hiç şahit olmamıştım. Yeni ofislerinde onları ziyaret ettim. İki ses kayıt odası bulunan ofiste bir yandan ekrana bakıp alttan geçen yazıları okurken diğer yandan seslendirdiği kişinin ruh haline bürünüp onu yaşamak gerçekten çok zor bir işmiş.
Ev alma komşu al dedikleri bu olsa gerek.
Akü boşalınca
Her şeyden anlamalı insan. Biraz da olsa, kendi işini kendi görecek kadar bilgisi olmalı her konuda. Bu mümkün mü bilmiyorum ama geçtiğimiz günlerde sırtımdan soğuk terler dökerken böyle olması gerektiğini düşündüm.
Bir haftalığına evde misafirimiz vardı. Onu ailece Bodrum’un güzel yerlerinde dolaştırdık, gezdirdik, misafir duasını hak etmek için elimizden geleni yaptık. Tam misafirimizin son gününde onu otobüsüne yetiştirmek üzere arabaya bindik ki akü boşalmış, araba çalışmıyor. Akü niye boşalır, ne yapmak lazım gelir, nerden şarj edilir derken sağdan soldan yetişenlerin yardımıyla hallettik halletmesine ama şundan bir kez daha emin oldum: Evdeki elektrik-su tesisatı başta olmak üzere, sigortadan, sifon yapımına, otomobilin aküsünden lastik değiştirmeye, evde yemek yapmaktan basit hastalık tedavilerine, diş çekiminden ağrı dindirmeye yarayacak koca-karı ilaçlarına kadar her konuda hepimizin az ya da çok, bir şeyler bilmemiz şart. 11 senelik okul + 4 senelik üniversite eğitimi sırasında bence hayat bilgisi olarak bu bilgiler verilmeli. Hayatın içinde bizzat öğrenirken, zor oluyor…
Resim sergisi
Sanatı severim. Bilhassa müzik ve edebiyat benim için vazgeçilmezdir. Resim ve heykel sanatından ise açıkçası pek anlamam. Elbette güzel bir doğa resmine bakmaktan ben de keyif alırım, ama “modern resim” dedikleri şeyden pek anladığımı söyleyemem. Torba’da bulunan butik otel Casa dell’Arte aynı zamanda konsept sergilerin yapıldığı nezih bir yer. 30 Eylül’e kadar devam edecek olan Gündüz Düşü adlı sergiyi geçenlerde gezme imkanı buldum. Çok sevdiğim yazar/şair Murathan Mungan’ın -Bu dünya bir anlatma yeridir, sözünü teyit edercesine tüm sanatçıların kendi algılayışlarıyla dünyayı anlatma çabalarına hayran kaldığımı söylemeliyim. Eserlerin pek çoğunun ne anlattığını anladım mı? Hayır. Ama aynı şeye bakan herkesin birbirinden farklı bir şeyi görüyor olması bence harika! On parmağın onu bir mi mesela?
Evdeki Alman yazar
Geceleri uyumadan evvel yeğenime kitap okuyorum. On yaşındaki yeğenim bu yaşına kadar henüz benim kitaplarımdan hiç birini okumuş değil. Nedense okumaya da yanaşmıyor. Neden diye sorduğumda cevabı hazır.
“Yazarını tanıdığım kitapları okumak istemiyorum. Tanımasaydım, okurdum,” diyor.
Peki, dedim. Bir gece ona söylemeden benim kitaplarımdan birini seslice okumaya başladım. Kitabın ismini ve yazarını bilmeden beni merakla dinlemeye başladı. Kırklar Diyarı adlı kitabım tam yeğenimin yaşına uygun, fantastik öğelerle dolu heyecanlı bir serüven. Birkaç gece kitabı okuyup yarıladıktan sonra yeğenim nihayet kitabın adını ve yazarını merak etti. Ona gülümseyerek önce kitabı sevip sevmediğini sordum. “Çok sevdim, bunu Alman bir yazar yazmıştır,” dedi. “Neden?” diye sordum. Alman yazarlar iyi yazar, dedi. Elimi uzatıp, “Merhaba,” dedim. “Ben o Alman yazarım. Tanıştığımıza memnun oldum.”
Aslında bu durum bizim toplumumuzda oldukça yaygın olan bir tutumu gözler önüne seriyor. Kendi yakınlarımızın, ailemizden, kanımızdan canımızdan olanların iyi bir şeyler yapabileceğine inanmıyoruz. Hep başkaları en iyisini yapar, biz yapamayız, bizimkiler yapamaz diye düşünüyoruz. El alem iyidir, bizimkiler değil. Başkasının tavuğu kazdır, bizimkisi yüz karası. Bunu sadece ailelerimizde değil toplumun genelinde de yapıyoruz. Batılı adamlar zekidir, bizimkiler değil. Batılı adamlar medenidir, bizimkiler köylü! Batılı adamlar ne yaparlarsa iyi yaparlar, bizimkiler taklitten öteye gitmez! Adımız Hans, Maykıl ya da Sindy olsaydı zirveye tırmanmak kolay olurdu ama Ayşe, Fatma, Ahmet olunca o iş yaş iş oluveriyor. Milletçe bir aşağılık kompleksine tutulmuşuz ki sormayın gitsin. Bizden ne köy olur ne kasaba diyoruz. Buna kendimiz öyle inanmışız ki, bütün dünyayı buna inandırmayı başarıyoruz.
Ve son mevzu, Bayram…
Eskiden ortak paydalarda buluşurdu insanlar. Hepimiz insanız, derdik mesela. Ya da hepimiz müslümanız, derdik. Artık biliyoruz ki hepimiz insan da değiliz, Müslüman da. Bu durumda en ortak paydalarımız bile kayboldu diyebiliriz. Bayramlar da birleştirici değil artık, buluşturmuyor, birleştirmiyor, iyileştirmiyor.
Birinin bayramını kutluyorum mesela, “bayrama karşıyım ama size de iyi tatiller” diye yanıt veriyor.
Bir diğerine iyi bayramlar, diliyorum. Evde yokuz, başka sefere diyor.
Mutlu bayramlar diye mesaj atıyorum, karşı taraftan ses yok.
Mail atıyorum, cevap yok.
Toplu mesaj yazıyorum, okuyan yok, beğenen yok.
Tatil var, bayram yok!
Bu konuda yazacak şey çok da benim mecalim yok!
*
Yaz bitti, geldi sonbahar. Ömürler tükeniyor, gençlik de mevsimler gibi gelip geçiyor. Üç günlük dünya dedikleri bu olsa gerek. Dediğim gibi, kafam dağınık bugünlerde. Düşünceler, duygular, umutlar, umutsuzluklar, beklentiler, projeler uçuşup duruyor zihnimin içinde.
Dünya her geçen gün kötüye gidiyor diye düşünüyorum. Yaşamdan yana, insanlardan yana, kendimden yana her geçen gün biraz daha dertleniyorum.
Eylül geldi diyorum, yeni bir ay diyorum, yeni bir mevsim diyorum.
Yenilik diyorum, umut diyorum, belki bu defa olur diyorum.
Yeni diyorum, yine diyorum, yeniden diyorum…
Bilmiyorum ki ben, ne diyorum?
Şebnem Pişkin
– Haber Lotus –
Şebnem Pişkin’in kitaplarına ulaşmak için bağlantıyı tıklayınız:
HLotus
Sürükleyici…