Üniversite mensubu olduktan sonra bazen “yok olası YÖK” demek gelmeye başladı içimden. Epeydir içimde saklıyordum, çünkü bir müjde gelecekti; bu yüzden menfaatimi düşündüm, söylemedim. Sonbahar müjdesi, YÖK başkanının vereceği müjde maaş zammına dairdi, ama başkan bu müjdeyi tebessümünden pek belli olmayan mahcubiyetinde saklamış olmalı, onun yerine sonbahar müjdesi Yeni YÖK Tasarısı olarak geldi. Tabii Yök’ün yok olması arzum her sene sol görüşlü öğrencilerin sokak kargaşasıyla ifade ettikleri tarzdan bir yok etme eğiliminden kaynaklanmıyor. Elbette birdenbire yok olması bir yıkım olur, ama kendini zamanla yok etmeye niyeti olmadığı gibi varlığını gösterebilmek için başta yabancı dil puanları ve akademik kariyerlerde bekleme süreleri gibi varoluşunun yegâne temeli askeri ihtilalin hatırasını sadık kaldığını gösterecek eğilimler gösteriyor.
YÖK’ün yüksek öğretimin yaygınlaşmasında ve kurumsal gelişimindeki katkısı inkâr edilemez. Evrensel üniversite mantığıyla düşünüldüğünde meşruiyetinin problemli olması bu gerçeği görmezden gelmemizi gerektirmiyor. Türkiye şartlarının gereği olarak doğmuş, fakat ihtiyacını kendi görebilecek derecede kurumsallaşan üniversitelere rağmen hala nüfuzunu terk etmeye yanaşmayan bir kurum. Eski YÖK başkanlarını hatırladığımda bir iki istisna hariç Nemrut suratlı adamlar geliyor aklıma, entelektüel kabiliyet açısından göstergeleri olmayacak kadar zayıf tiplerdi. Başkanların özellikleri tabii olarak rektörlerde cemalini gösteriyordu. Nemrut gibi olmasa da “Nemrudumsu” bir simanın altında otoriter bir yönetim. Üniversitelerde kurumsal olarak tabiri caizse “ yökcük” gibiydiler. (Böyle görmek bizim zaafımız da olabilir).
Son iki dönemdir oldukça sevimli, tebessümlü samimi görünen YÖK başkanlarını gördük. Umut vaat ediyorlardı. Bundan önceki köpek, kuş vs besler motosiklete biner espri filan yapardı, sosyolog olması ise bir şanstı. Bir şeyler yapmayı arzu ediyordu, ama ne yaptığını tam bilmiyoruz ki yüksek öğretimle ilgili tasarıyı halefine kaptırdı. Yeni başkan kurumun sitesinde birçok şeyi tartışmaya açtı. İşlevsel olarak özellikle rektörlük seçimleri konusunda şikâyet ettikleri dönemleri taklit etseler de ufak tefek farklılıkları vardı. Yıllardır dillerden düşmeyen YÖK tasarı nihayet ortaya çıktı. İyi tarafı tartışmaya açmış olmasıydı. Bize de üniversitemiz tarafından ulaştırıldı ve görüş soruldu. Ağırlığını idari mekanizma ve özellikle rektörlük sultasının tasfiyesine dönük yapılanmanın oluşturduğu bu tasarıda öğretim üyelerini ilgilendiren kısım “bekleme süresi ve dil puanı” üzerine kurgulanmış görünüyor. Profesör veya doçentle ilgili ne getiriyorlar pek anlaşılmıyor, belki de bir şey olmadığından anlaşılmıyor bu kısmın esası yardımcı doçentlik üzerine kurgulanmış. Doçent olmak eskiden olduğu gibi profesör olmaktan daha zor. Bir ayda içinde gördükleri tepki veya mantık ürünü olmadığı açık olan dil ve bekleme meselesiyle ilgili değişiklikler yapıldı. Bu dil meselesi felsefi arka planı olan laikliğin CHP’liler tarafından bu arka planından ve toplumsal yapıdan soyutlanıp rakı içip içmemek veya tesettür üzerinden algılayıp şekle indirgemesine benziyor. İşte belki şahsımı doğrudan ilgilendirdiği için tam bu cümleleri okuyunca yani dil ve bekleme meselesini “yok olası yök” dedim. Ve yök kısmını da küçük harflerle özellikle yazdım. Esasında makul bir adamım, makul gerekçeleri olduğunda ikna edilmeye müsaidim. İkna olmak için soruyorum evrensellikten dem vuran cümlelerinde dünyanın neresinde doktorasını almış öğretim üyesi olmuş insanları merkezi yabancı dil sınavıyla test edip, akademik kariyeri bunun üzerine oturtuyorlar. Dil yüksek lisans ve doktora seviyesinde istenir, test edilir geçenler yoluna devam eder. Ayrıca ilköğretim müfettişlerinin öğrenci mülakatına benzeyen mülakatını hangi dünya üniversitesini takliden almışlar bulamadım, bilen varsa bizi de bilgilendirse memnun oluruz.
YÖK öncesindeki doçentlik hazırlanan teze bağlıydı ve savunma bunun üzerinde gerçekleşiyordu. Bu sistemde sınava giren aday kendisini test eden jüri üyelerine benzer türden sorular yöneltmiş olsa jüri üyelerinin altından kalkamayacağı durumlar da ortaya çıkabilir. Allahtan aklı başında profesör arkadaşlarım var onlarla konuştuğumda mülakat sistemini problemli gördüklerini söylediler de içimi rahatlattılar. Doçentliği yeni almış arkadaşlar ise zafer kazanmış edasıyla mülakatın gerekli olduğundan dem vuruyorlar. Askerdeki devrecilik gibi önce ezilmek vakti gelince ezmek üzerine kurulu bir durum, ama bu sınavın “onur kırıcı” olduğunu söyleyen biraz yaşını başı ilerlemiş ve sınavı ikinci defada geçebilmiş bir arkadaşımızdı. (Aklıma Ahmet Hamdi’nin “Türkiye yedin beni” ifadesi geldi.) İmkânlarına güvenenler bu onur kırıcı sınava da girmiyorlar zaten. Yardımcı doçent olarak kalmayı yeğliyorlar. Aklıma gelmişken doçentlik jürisiyle ilgili oluşan bir kanaatin yansıması da şu ifadelerde kendini buluyor. “Doçentlik jürisinde üyeler sınavdan geçirmek istediklerine adayın annesinin adını, bırakmak istediklerine üyelerin anne adı sorarlar.” Bu deyim sınavdaki soruların ucubelik derecesini anlatmak için rahatlıkla kullanılabilir. Kanaatimce sözlü tarih meraklıları doçentlik mülakatlarında yaşananlarla ilgili keyifle okunacak bir çalışma çıkarabilirler. Böyle bir girişten sonra aşağıda benzer şeyleri tekrar ederken ortaya çıkacak karışık durum YÖK karmaşanın etkisiyledir. Yazı yeterince akademik olmayabilir, çünkü beni tasarlamak isteyenlerin akademik ölçülerini anlayamadığım için benzer nitelikte bir cevap yazmam gerektiğini düşündüm.
Üç Aşağı Beş Yukarı Yabancı Dilin Döndü mü, Beklemen Bitti mi, Doçent Olmaya ve Yeni YÖK Tasarısına Hazır mısınız ?
Tarafımıza görüş bildirilmesi için gönderilen belgenin henüz bir tasarı olması, maluliyetlerle dolu bir içeriğe sahip olmasından dolayı, her şeyden önce kabul edilmiş ve bizlerinde kabul etmeye zorlanmış olduğumuz bir karar olmaması bakımından sevindiricidir. Tabii ki doğrudan üniversiteleri ilgilendiren bu tasarının üniversiteler aracılığıyla öğretim üyeleri tarafından gerekçelerini akademik tespitlere dayalı olarak sundukları teklif ve tenkitlerin neticesinde oluşması gerekirdi. Bu tasarının hangi akademik çalışmaların neticesinde hangi gerekçelere dayalı ve kimler tarafından yapıldığı bilinmezler arasındadır. Ben veya biz yaptık şeklinde önümüze gelmiş bu öneri üzerinde bizlerin yapacağı teklif ve tenkitlerin ne anlam taşıdığına dair bile net bir bilgimiz yok. Yine de görüş bildirmeyi bir vazife telakki ediyoruz.
Tasarı metninin ana hatlarını rektörlerin nasıl atanacağı konusu oluşturmaktadır. Doğrudan iktidar alanına dönük bu hattın belirginleşmesinde mevcut sistemde öğretim üyelerine demokratik bir seçim hakkı tanınmış olmasına rağmen sistemin göründüğü gibi işlemediği en azından oy vermenin nihayetinde seçilmiş kişilerin atanmasında sadece bir kanaat oluşturduğu bilinmektedir. Elbette evrensellikten söz edilen bu metnin söylemine yansıyan dünya üniversitelerini dikkate aldığı konusundaki iddiaların pek tutarlı olmadığı söylenebilir. En azından doğrudan üniversitelerin belirlemesi gereken kararların belirleyicisi olarak yapılanmış ve bu gücünü de yeni yasa tasarında üniversitelere dağıtmak yerine daha da güçlendirmeye çalışan bir yüksek öğretim kurulunun varlığı kurulduğundan beri yapılan varlığının meşruiyeti üzerinde yapılan tartışmalara rağmen iktidarını esas sahibi olan üniversitelerle hala paylaşma niyetinde olmadığını gösteriyor, ama rektörlerin mutlak otoritesini tırpanlamaktan yana. Buna şu da eklenmeliydi, yani üniversite yapılanması için esas şart olarak; üniversite olarak gelişebilmenin temeli gösterişli rektörlük binalarından önce kütüphane merkezine oturtulmalıydı. Rektörlük binasının merkeze alınması eski vilayet binalarını andırıyor şehir onun etrafında tavaf ediyordu ama o devirde geçti. Üniversite de tavaf merkezi kütüphane olmalı, ama kütüphane olmadığı için rektörlük binasının ihtişamı her şeyi gölgeliyor. Amerikan kütüphanecilerinin deyimi aklıma geliyor “ kütüphane üniversitenin kalbidir” bence buraya birde beyin eklenmelidir ki o zaman bir iki istisna hariç bizim üniversitelerimizde olmayan veya işlevsel anlamda ciddiyeti olmayan kütüphanelerin durumu bir sürü beyinsiz, kalpsiz üniversite örneğidir. Bu tür yerlerde rektörlük binası ve tabii olarak rektör yardımcıları ve dekanları beyni ve kalbi oluştururlar diğerleri onların etrafında tavaf eder. Kütüphanenin beyin ve kalbiyle rektörlük arasındaki beyin ve kalp farkına dikkat çekerim Mesela vergi rekortmenini üniversite yönetimine sokanlar rektörlerin aklına gelmeyen kütüphane meselesini yök emriyle vergi rekortmenine hallettirebilirler. Özellikle taşra üniversitelerinde memurluk yapmaktan başka iş olmadığı için, yani araştırma filan yapacak kütüphane olmadığı için araştırma ve çalışmak için şehir dışına çıkmak zorunda kalan araştırma görevlileri bürokratik mesailerini de aksatacak izinlerden uzak durmuş olurlar. Mesai bitiminde kütüphaneye gidebilirler. Tabii üniversite kütüphanesi sabah 8 akşam 5 mesaisine tabii değilse.
Üniversiteler arasında idare üzerinden sınıflandırma yapılmasının faydaları olabilir, ama bilinmelidir ki öğretim üyesi niteliğinin tespiti bulunduğu üniversiteyle ilgili değildir. Merkezi üniversitelerde kadro sahibi olamamanın sebebi doğrudan nitelikle ilgili değildir. Orada bulunanların kadroyu bir şekilde almasından sonra bir daha ayrılmamak üzere yerleşmiş olmasını destekleyen bir sistem bulunmaktadır. Çünkü yardımcı doçent dışındaki öğretim üyeleri sözleşmeli statüde değildir. Kadroyu ele geçirenin bir daha merkezden ayrılmasına sebebi niteliği olmamaktadır. Dolayısıyla kadroların boş olduğu taşra üniversiteleri yeni istihdam alanları olup, nitelik belirleyen yerler olmamaktadır. Üniversitelerde unvanları olanların aldığı ücretler, niteliklerinin ne olduğu ürettiklerinin ne olduğu sorgulanmaksızın aynı olmaktadır. Bu durumda hiçbir kitabı olmayan akademisyenle birçok esere imza atmış akademisyen aynı kategoride sayılmaktadır.
Bir yardımcı doçent olarak beklentilerimiz tasarıda üzerinde durulması gereken düzenlemelerin arasında doçentlik sınavının evrensellik ve insanilikle bağdaşmayan yönlerinin değiştirilmesi üzerineydi. Mesela adeta ilköğretim müfettişlerinin öğrenci teftişin andıran mülakat sisteminin dünyanın hangi üniversitelerinden örnek olarak alındığı konusu açık değildir. Daha doğrusu sınavlarda şahit olunan yüzlerce örnekten insan onurunun rencide edilebildiği durumların ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Yeni tasarıda özellikle vurgulandığı üzere niyet evrensellik ve önde gelen dünya üniversitelerine benzemekse, acaba bu tarz bir mülakat sistemi dünyanın neresinde hangi üniversitelerde uygulanmaktadır? Doçentlik tezi üzerinden yapılacak bir savunmanın adil ve insani tarafları bulunmaktadır, ama nereden sual edileceği belli olmayan soruların karşısına çıkan bir doçent adayı, jüri üyelerini benzer bir sorgulamaya tabii tuttuğunda jüri üyelerinin dahi pekâlâ sınavdan olumsuz görüş alması mümkün ve tabiidir. Ayrıca doçentlik müracaatı ve jürilerin oluşması cevapların gelişmesi bir yılı aşan bir süreye yayılmaktadır. Doçentliği alanların beş yıl bekleme süresi ise orduda rütbe beklemeyi andırırken doçentliğe müracaat için de beş yıl bekleme getirilmiştir. Maksat tecrübeyse öğretim üyesi statüsünde profesör ve doçentle aynı pozisyonda olan, aynı dersleri verebilen, doçentlik harici jürilere girebilen yardımcı doçentin doçent olduğunda beklemesi gerek sürenin anlamı nedir? Bu süre yalnız doçentlik jürilerine girebilmesi için tecrübe edinmesine dönük müdür? Tecrübenin puanlama sistemi içerisinde bir anlamı var mı ki beklemenin makul bir gerekçesi olsun. Onlarca üniversite açılmış ve kadroları boşken akılla mantıkla bağdaşmayan bekleme tasarısının gerekçeleri nedir?
Bu tasarıyı hazırlayanlar- ki onlar muhtemelen Osmanlı tarihi üzerine yazdıkları tezlerini İngiltere”de veya Türk edebiyatı veya Türkiye’ de ilköğretim sorunları üzerine yazdıkları tezlerini Amerika da çalışmışlardır- eğer kolejde öğrenmedilerse yabancı dil öğrenmek için yurtdışında kaç sene harcadıkların şüphesiz bizden daha iyi bilirler ve merkezi yabancı dil sınavlarından yeterli puanları alanların ilgili dille ilgili durumlarını da bizden daha iyi bilirler. Puanların düşürülmesi ve bir defaya mahsus olması makul görülürken son iki yıl son üç yılda bir yenilenmesi gereken sınava puanlarıyla ne amaçlanmaktır? Öğretim üyesi bütün mesaisini sınavdan iyi not alabilmek için mi harcayacaktır. İki yılda bir aynı stresi yeniden mi yaşamak zorundadır? Doçentlik için gerekli olan 65 puanı alan 70 puan aldığı zaman ilgili dille ilgili problemini tamamıyla halletmiş mi olacaktır. Öğretim üyesine merkezi dil sınavı dünyanın neresinden hangi üniversitelerini taklit ederek alınmıştır. Elbette sınav olmaz çünkü öğretim üyesinin dil bilmesi tabiidir. Akademik çalışmaya başladığında istenilen kriterlerin arasındadır ve bu yüksek lisans doktora aşamalarında sınavlarla test edilir. Almanca öğretim yapan üniversitede Almanca, İngilizce öğretim yapılan yer de İngilizce bilgisi seviyesi aranması tabiidir. Doktoraya girişte dil kriteri koyduğunuzda ilgili kişi yaşının müsait zamanlarında bunu öğrenir öğrendiğini de kullanır. Siz 50 yaşına kadar dil sormadığınız adam gecikip de doçentliğe müracaat etmediyse akademisyen olmaya niyet etmiş çocuklarıyla dil kurslarına gitmeye başlar. Ömrünü dil öğrenimine verir. Sonunda bir puan az aldım, iki puan kaldıydı şeklinde yürür durur. Bir yandan da tuhaf sesler duyabilir “Sen 65 aldın, helal olsun yabancı dil sana kurban olsun! Doçentte olursun profesör hayli hayli olursun. Sen 63,750 aldın, sen koç gibi kurban oldun, az biraz daha çalış, kuzu gibi kalanlar var. Bu sistem polis veya asker olmak için gerekli boy kilo ölçülerini aklıma getirdi birden. Boyun 1.64, sen askeri okula giremezsin biraz basket oyna. Boyun 165 sen askeri okula girersin belki ileride daha da uzarsın. (Allah yıllardır birkaç puan etrafında işini gücünü bırakıp takıntılı bir hayatı yaşayanlara sabır versin, üstelik Fransızcadan hazırlanıp İngilizce sınavlardan doçentlik dilini alanların varlığını düşünürken)
Öğretim üyesi açığının sık sık gündeme geldiği bir zamanda bekleme sürelerini ileri sürmek yüksek öğretime hangi pratik çözümleri getirecektir. Bu tür bekleme süreleri kadro çokluğunun bulunduğu merkezi üniversitelerde zaten istenmektedir. Bu tür uygulamaların üniversiteye bırakılması hatta doçentlik sınavlarının bile üniversiteler tarafından yapılması beklenirken sistemi zorlaştırmanın akademik niteliğin artışında ne gibi katkıları olacaktır. Bundan birkaç yıl önce taşrada kadroyu teşvik için doçentlikten profesörlüğe geçişi üç yıla indirmeyi düşünenler, Türkiye de ne oldu kadrolar mı doldu da birdenbire tam tersi bir fikre düştüler.
Öğretim üyeleri aylıklar konusunda sıkıntı içindeyken, YÖK başkanının sonbaharı işaret ederek verdiği iyileştirme müjdesi başka bir sonbaharı beklerken, akademik niteliğini geliştirebilmek için yeterli ödenekler yerine gündelik hayatın idamesiyle uğraşan öğretim üyesini ülke gerçekleriyle bağdaşmayan yeni sistemlere sürüklemeye dönük tasarıların memleket menfaatleriyle ne derece bağdaştığı evrensellik açısından ne gibi katkılar sağlayacağı konusunda tasarıları hakkında cevap bekleyen kurumların bize sunduğu tasarıya ek olarak bilgi vermeleri gerekmektedir. Bu tasarının bir iki istinası hariç tarafımızdan desteklenebilir hiçbir tarafı bulunmamaktadır.
Nitelikten ziyade nicelikleri öne çıkaran bu tasarı hakkında görüşlerim yukarıda yazdığım gibidir. Son çıkan gazetelerde artık devlete arz edilmeyecekmiş şeklinde bir haber vardı ben yine de son defa gereğinin yapılmasını arz ederim şeklinde yazdım.
Yrd. Doç.Dr. Ahmet Özcan
Açık adresi; Yabancı dil sınavından geçmişti, yeniden test edilecek, bekleme süresine takıldı. Zaten bu sürede bildiklerini de unutacak. Şu anda doçent ve profesör olan hocalarının çok iyi yabancı dilleriyle yaptığı tercümelerle idare edecek.
– Haber Lotus –
HLotus