Site icon

İktidarın Teknolojisi

Osmanlı’nın hukuk sistemindeki “çift” yapının sırasıyla iktisadî ve teknik yapıyı da etkilediğini teslim etmek gerekiyor. Devlet’in iktisadî seçmeleriyle halkın iktisadî hayatı arasında biri diğerini yok etmeyecek dengelerle inşa edilmiş vazifelendirmeler vardı. Bu nedenle Osmanlı Avrupa’ya giderken “tarım toplumu”na istinad eden bir “teknolojik mekanizma” olarak yapılanmakla çelişkiye düşmedi. Osmanlı’nın çağının en yüksek teknolojisi ile İstanbul’u fethi, ekonomik anlamda tarım toplumu olmasını engellememişti. Endüstriyi bildikleri halde toplumu kitlesel anlamda sanayi ekonomisine zorlamaması Osmanlı’nın Avrupa’dan farklı bir zihnî kavrayışla hareket ettiğinin delili sayılmalı. Osmanlı’nın bu yapısı günümüzün pek çok meselesine cevap üretebilir.

Merkezdeki askerî devlet gücünün profesyonel ve uzman personeli, devletin ihtiyaçları için teknoloji üretmekteydi. Kırdaki üretim ve zanaat da kırın sosyo ekonomisini bozmayacak bir uzmanlaşma, hatta kendi ekonomisini çeviren bir teknolojiydi. Öyledir ki Ahi fütüvvetnamelerinde meşk usulü ile elde edilmemiş bir bilgiye itibar gösterilmezdi. Ahi Evren’in şeyhi Evhadü’d- Din- i Kirmanî’nin halifesi Şeyh Fahru’d- Din- i Hasan, Malatya’da zaviye yaptırır ve su temini için de bir kuyu inşa ettirir. Evhadü’d- Din, kuyuyu çok beğenir ve ustasına bu san’atı kimden öğrendiğini sorar. Usta da kimseden öğrenmediğini, kendi kendine icad ettiğini ifade edince Şeyh hemen kuyuyu doldurtur. Kendisine bu davranışının sebebi sorulduğunda da “Bir usta mesleğini, o mesleğin ustasından öğrenmemişse, yani intisabı yoksa, meydana getirdiği eserde kudsiyyet ve haysiyyet olamaz” demiştir[1]. Bu tavrı, şeyhin teknik gelişmeler karşısında “geri” zihniyetlere bağlılığına değil, Ahi teşkilatın yapısındaki hiyerarşiyi koruma güdüsüne yormak gerekir. Bir maddi yararı elde etmenin geleneksel yolu varsa, usta- çırak yapılanmasını bozacak şekilde geliştirilmiş yeni bir bilgiye yer yoktur, düşüncesi temel sayılıyordu. Çünkü bir yararı elde ederken toplumsal yapıyı bozmamak, ekonomik adaleti gözetmek esastı. Osmanlı, teknik gelişmeyi toplumun tamamını kapsayacak ve toplumun tümünün ekonomik varlığını koruyacak bir alanda tahkim kılmıştı. Dolayısıyla bu, kapitalizmin Osmanlı’da niçin geliştirilmediğinin de cevabını oluşturur. Osmanlı kapitalizmin gelişmesini ahiliğin toplumcu yapısını bozacağı ve sosyal adaleti yok edeceği endişesiyle engellemişti.

Osmanlı’nın devlet katında, Kirmanî’nin halk katında geliştirdiği tavra benzer davranmadığı, İstanbul’un fethi sırasında tekniğin ustaya dayanmadan geliştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Rivayete göre, İstanbul’un fethi için en büyük engel olan surları yıkmakta büyük toplara ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca arayışa girişilir. Ülkedeki ustalardan hiçbiri daha önce o kadar büyük bir top dökmemiştir. İstanbul içinde bu işi yapabilecek usta olup olmadığı araştırılır. Çabalar sonucunda Bizanslı bir usta bulunur ve Edirne’ye getirilir. Ancak getirilen usta da sadece bir dökümcüdür. Bunun üzerine deneme yanılma metotları kullanılarak Rum döküm ustası ve Türk mühendislerinin önderliğinde tarihte benzerine o zamana kadar rastlanmamış olan büyük bir top imal edilir. Top, ilk denemede gülleyi 1500 metreye atar. Bununla beraber topun etkisi zayıftır. Çünkü bir iki gülle attıktan sonra top etrafındaki askerlerin şahadetine sebebiyet vererek patlayacaktır. Her şeye rağmen toplar dökülür. Gürültüsü ve sur duvarlarını yıkması nedeniyle asker üzerinde psikolojik etkisi büyüktür. Top gülle attığı zaman ısındığından öteki güllenin atılması için saatler geçmekte ve Bizanslılar surda açılan gedikleri tekrar kapatmaktadır. Tarihte ilk defa Fatih, topların zeytinyağı ile soğutulmasını emrederek silahların yağlanması metodunu da icat etmiş oldu. Dikkat edileceği üzere İstanbul’un fethinde teknolojinin elde edilme biçimi, Bacon’un bilim adamlarına tavsiye ettiği metodun aynıdır: Tümevarımla bilgiyi hapsolduğu yerden çıkarmak. Fatih, “iktidarın teknolojisi” kavramı ile hareket ederek davranmıştı ve bu davranışa Ahi- Bayrami dergahlardan itiraz gelmemişti. Akşemsettin, Hacı Bayram-ı Veli’nin halifesi olarak fethin yanındaydı.

Teknolojinin iktidarın hizmetinde olması meselesi ya da iktidarın teknolojiyi halk yararına denetlemesi zihniyeti, Osmanlı’nın son dönemine doğru yıkılmış bir felsefedir. Aslında bu yıkılış, Osmanlı’nın tımar sistemini bozmasının tabii sonucu sayılmalı. Osmanlı ne zaman ahi ve tımar yapısıyla oynadı, o zaman teknoloji tarafından denetlenen bir mekanizma haline geldi. Giderek aydınlar da, teknolojinin, makûs talihi yenmek için kaçınılmaz bir araç olduğunu düşünmeye başladılar. Aydınların tümü, Osmanlıcı/ Türkçü/ İslamcı/ Batıcı fikirlerin hangisinin içinden çıkarlarsa çıksınlar, Osmanlı’nın (ya da Osmanlı bakiyesi devletlerin) temel yönelişini Batı’da temeyyüz etmiş teknolojinin alınması noktasında bir gayretle şekillendirmek istediler. Teknolojinin Müslüman toplumları terakki ettireceği düşü, hala uyanamamış aydını derin uykusuna mıhlıyor. Günümüze kadar da teknolojinin müslüman toplumların içinden çıkan “iktidarın aleti” olması gerektiği fikri çalışılmadı. Bu itiraz gelişmediği için günümüz teknolojileri “aletin iktidarı” denilebilecek bir siyaset zihniyetine tahavvül etmiştir.

Ali Şeriati de teknolojinin karşısında Türkiye’deki İslamcılar gibi düşünüyordu. “Batı’da gelişmiş bilgi insanı kurtarabilir”. Modern zamanların tüm Müslüman düşünürleri gibi o da Batı’da gelişmiş paradigmadan etkilenmişti. Şeriati’ye göre insan dört zindan, dört cebr altında esirdir: Doğa, Tarih, Toplum, Benlik. “Teknolojinin (uygulayımbilim) yalnızca bir ödevi vardır: İnsan’ı Doğa’nın baskısından kurtarmak! Teknoloji ve Teknik’e (Fen) hücumlar yöneltilmekte, insan’a kıydığı ve insan’ı harcadığı, insan’ı çarpıtıp bozduğu ileri sürülmektedir. Doğrudur da! Ancak, yine bu teknik insana kurtuluş da sağlayabilir. İnsan, gıdasını, giyeceğini, barınağını sağlayabilmek için günde on iki saat çalışmalı idi, bu ilk zor, ilk baskı idi; Doğa’nın zoru ve baskısı! Teknoloji üretimi yükseltiyor ve onun bu tür çalışmalarının süresini on- on iki saatten bir saate indirgeyerek on bir saatini özgür kılmış oluyor (…) Şu halde Teknik, bilimin yardımı ile insanı, onu baskı altında tutan, çevre ve tabiat kanunlarının zoruna koşan etkenlerden kurtarabilir”[2]. “Başka bir güçlük de şuradadır: İnsan bilim ile Doğa’nın zindanından, Tarih’in zindanından, Toplumsal Kurallara Egemen Düzenin zindanından kurtulabilir. Fakat yazık ki kendi zindanından bilim ile kurtulamaz. Çünkü bilginin kendisi de tutsaktır. Bu bilimin kendisi, bir tutsağın bilimidir (…) Doğa, Toplum ve Tarih zindanından boşanması gerekmekte ve boşanmaktadır, gelgelelim sonra anlamsızlık ve boşluk içine düşmektedir” (Şeriati, 1985: 75- 6). “Bilgin insan, kendi dışında olan zindanlardan kurtulsa bile, kendine karşı başkaldırıp özgür olamaz. Görüyorsunuz ki bu zindandan kurtuluş bilim yolu ile mümkün değildir. Şu halde bu zindandan nasıl kurtulmalı? Aşk ile” (Şeriati, 1985: 80- 1). Ali Şeriati, kitabını Descartesci bir yargı ile bitiriyor ve moderniteyi Batı’da mümkün kılan bir mekanizme doğru yürüyüp saplanıyor. “Bilinçli insan; Doğa, Tarih, Toplum, düzeni zindanlarından bilim ile kurtulur. Dördüncü zindandan ise din ile kurtulur” (Şeriati, 1985: 87), diyor. Şeriati’nin sözleri, çok ilginçtir ki Abdullah Cevdet’in “materyalizmi” ile paralel duruşlara dönüşüyor. Ne demişti Abdullah Cevdet: “Bizim karşımızda muazzam bir medeniyet var, bu medeniyetin karşısında sağlam bir mevki almaya, aynı silahlarla, aynı neticelere varan usüllerle silahlanmaya, donatılmaya ve hazırlanmaya mecburuz (…) gaye: Kuvvetli olmaktır, ideal sahibi olmaktır, zengin olmaktır, ümrana, afiyete, irfana, vicdana, istiklale, mâlik olmaktır”[3]. “Din insanları güzelliğe, fazilete, irfana ve hakikate ulaştırmak için vardır (…) felsefi anlamda dindar (…) ahlâki erdeme sahip (…) Dindarlığın bu manasıyla, herkesin dindar olduğu gün din, hem lahuti, hem nasuti müesseselerin en yükseği en derini ve en güzeli olur” (Cevdet, 2008: 33).

Maddi güçlükleri fizikle, manevi kısılmışlıkları ise Allah ile aşmayı tasavvur eden bir Müslüman düşünce mapushanesini yıkamamış oluyor. Zira, maddi güçlükleri dinden bağımsız bir “bilgi”nin aşacağı yargısını en başta “din” reddediyor. Nuh’un teknolojisi (gemi) bunun en bilinen örneğidir. Gemi, maddi uygarlık yıkılırken, buharlı kazanıyla dev dalgaların içinden yeni bir insanlık çıkaracaktı. Hepimiz biliyoruz ki, o gemiyi yapan vahiyden başkası değildi: “Vahyimizle ve Bizim gözetimimizde gemiyi inşa et (yap)! Zulmedenler hakkında Bana hitap etme. Onlar, muhakkak ki; boğulacak olanlardır” (11 Hud 37).


[1] Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, 1991: 149- 50

[2] Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı, Bir, 1985: 65- 6

[3] Abdullah Cevdet, İçtihad’ın İçtihadı, Haz: Mustafa Gündüz, Lotus, 2008: 133

Lütfi Bergen

– Haber Lotus –

HLotus
Exit mobile version