Site icon

Uluğ Nutku’ya reddiye: Felsefeden en çok ilahiyatçıların anlaması muhtemeldir!

Bir ilahiyatçı olmaktan her zaman gurur duydum. Gururumun kendimce haklı sebepleri vardı. Kaskatı, dilsiz olgularla örülmüş ve matematiksel formüllerle ve zorunlu yasalarla inşa edilmiş bir dünya algısına ve bu algının yarattığı gözetim ve denetim mekanizmalarına karşı her yerinden gizemlerin/bilinemezlerin fısıldadığı, belirsizliklerin ve tüketilemeyen sonsuz anlamların dans ettiği ve dolayısıyla bana kendimi özgürce anlamlandırma ve inşa edebilmenin imkanlarını her daim sunan bir evren algısını kazanabilmem ilahiyatçılığımdandır. Ve yine ilahiyatçılığımdandır; tüketilebilir olan, sınırlı olan, yüzeysel olanla yetinmeyip tüketilemez olana, sınırsız olana yönelişim. Sınırsız ve tüketilemez olanı yakalayabilmek umudunun bende yarattığı bitimsiz bir merak ve bilme tutkusu, nereden geçerse geçsin, araştırmanın ve bilginin yolunun her durağında nefes nefese kalışım ve her seferinde bilgisizliğimin giderek perçinlenmesi de ilahiyatçılığımın bana bir hediyesidir. Anlam, kendilik, mutluluk ve özgürlük arayışının peşinde sürekli sorgulanan bir hayattır bana ilahiyatçılığımdan kalan miras. Ve belki bu mirasın içindeki en değerli hazinem, bende “kendini bil”me ateşini tutuşturan ve bu nedenle kesinlikten önce değer, anlam ve yoruma iten kendilik kaygısıdır.

Kendini terbiye etmeden, kendi varoluşuna özen göstermeden, kısaca kendilik kaygısı gütmeden girişilecek her tür kesinlik arayışının insanı kendisine yabancılaştıracağından; bir güç yaratan kesin bilgi ve bilimin insanı ayartıp nefsine kurban edeceğinden korku duyulmalıdır her zaman. Farabi’nin asırlar önce felsefe öğrenmek isteyen bir kişiye öncelikle nefsini terbiye etmesini ve düşüncelerinde açıklık kazanabilmesi amacıyla mantık ve geometri tahsil etmesini koşul olarak sunması belki bu yüzdendir. Ve hikmetin bir gereği olarak özü ile sözü bir olan bir insan olabilmek, teorik yetkinliğini ahlaki yetkinliğinden hiçbir zaman ayırmayan bir insan olabilmek . . .

İlahiyatçılığımdan gurur duymamı sağlayan yukarıdaki kendimce haklı sebeplerin aynı zamanda felsefenin varlık sebebi olduğu, felsefe tarihine kabaca göz atan bir kişinin gözünden kaçmayacaktır. Yunan felsefesinin miras aldığı ve bu felsefenin doğuşunu hazırlayan en önemli kaynağın din olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Nitekim Russell kaleme aldığı Batı Felsefesi Tarihi’nde bunu dürüstlükle itiraf eder. Ancak göz ardı ettiği bir nokta vardır. Ona göre her ne kadar felsefeyi doğuran en önemli etken din olsa da felsefe felsefe olmaklığını dinsel olandan kendisini kurtarmasına ve bilimsel/rasyonel bir bakış açısına doğru evrilmesine borçludur. Bu anlamda felsefe de bilim de Yunan’a çok şey borçludur. Aynı bakış açısına Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın yazmış olduğu hacimli ve önemli İlkçağ Felsefe Tarihi’nde de rastlarız. O da, bu alanda yapılan modern araştırmaların gösterdiği üzere, felsefenin teolojiyle iç içe olduğunu, bilimin Yunanlıların bir mucizesi olmadığını itiraf etmekle birlikte felsefenin dinsel açıklamaları değil de doğal açıklamayı, bir başka deyişle “akla dayalı nedenler”i esas almasıyla ancak felsefe olma niteliğini kazandığını ve bu anlamda bilimin olmasa da en azından felsefenin bir Yunan eseri olduğunu belirtir.

Nedendir bilinmez, felsefe ve bilimin Yunan’dan başka bir toprakta yeşermiş olabileceği ihtimali korkutucu gelir bazımıza. Koşullanmış ve kalıp yargılarla biçimlenmiş bir modern kafa için bunu itiraf etmek karanlığın tekrar hüküm sürmesine geçit vermek gibidir. Modern olmak, rasyonelliği ve bilimi – elbette Tanrısız bir rasyonellik ve bilimi – bilginin ve doğru/iyi yaşamın tek rehberi olarak konumlandırmaktır. İrrasyonel ve bilim karşıtı bir dinin rasyonelliğin simgesi olan felsefeyle akrabalığını dile getirmek modernliğin temeline dinamit yerleştirmek gibi görünür. Öyleyle rasyonel bir etkinlik olarak felsefe ve bilim varlık sebebini ve gücünü din karşıtlığından almak mecburiyetindir. Ve felsefenin ve bilimin tarihi böyle bir ideolojik önyargıyla kabaca gözden geçirilir ve din karşıtlığıyla ancak varlığını ve bağımsızlığını koruyan bir felsefe ve bilim hikayesi/kurgulaması kaleme alınır. İlerleme, özgürlük, doğanın efendisi olma gibi kutsal kavram ve inanç önermeleriyle özdeşleştirilen felsefe ve bilimi karşımızda buluveririz. Bu da doğal olarak felsefe ve bilim tetikçilerini yaratır. Tetikçiler toplumun ilerlemesi ve özgürlüğü adına bir risk oluşturduğu ihtimaliyle fişlenen inançlı insanları kurşuna dizerek onları ait oldukları karanlık, ilkel, vahşi cehennemlerine postalamak için karşı konulmaz bir arzuyla yanıp tutuşurlar. Karanlık insanlardan kalan yerler ve sahipsiz kalan mallar ganimet bilinir. Pozitivist bir felsefe ve bilimin zulmüne ve kabalığına karşı tinin, yaşamanın, öznelliğin, yorumun, varoluşun, bireysel sorumluluğun, tarihselliğin, duyguların hakkını vermeye çalışan varoluşçuların, Alman idealistlerinin, Romantiklerin, postyapısalcı ve postmodernistlerin kulakları sağır edercesine yükselen seslerine karşı sağırlaşmayı başarırlar. Pozitivizmin ölü bir felsefe olduğunu dünyaya ilan eden Popper, Rorty ve daha birçoğuna hiç aldırış etmeksizin tetikçilik mesleğini sürdürmeye devam ederler. İşte o tetikçilerin son neferlerinden birisidir Prof. Dr. Uluğ Utku Nutku.

Doğrudan şahsımı hedef alarak; beni “yeni yetme ilahiyatçı” diye küçümsemek ve benim şahsımda da bütün ilahiyatçıları aşağılamak amacıyla kaleme aldığı, Bilim ve Ütopya dergisinde yayınlanan yazısındaki iddialarının, sayın profesörün felsefe bilgisi konusunda bende derin bir kuşku yarattığını itiraf etmeliyim. Yine bir başka yerde, Yeni Adana Gazetesi’nde yayınlanan “Bilime Kapalı Toplum” başlıklı yazıda biz ilahiyatçıların takiyyeciliğini, besmelesiz bilim yapamayan ve bilimi esir alan dinciler olduğumuzu, dahası ülkeyi ele geçirmekte olduğumuzu ve bunun ivedilikle önlenebilmesi adına fişlenmemiz ve temizlenmemiz gerektiğini Ergenekoncu üslubuyla sayın profesörden öğreniyoruz. Bu vesileyle, ben de sayın profesörün üslubuyla bu yazıda “toplumun büyük çoğunluğunun bilmediği ama öğrenmek zorunda olduğu başka bir gerçeği ele alıyorum”: Türkiye’de kimi sözüm ona – felsefeden anladığı dinsizleştirilmiş bir Yunan felsefesi, ilahiyatçılıkları örtbas edilmiş Galile ve Newton gibi bilim adamları ve Hobbes gibi düşünürler, ateistleştirilmiş bir Kant, tek kutsal kabul edilen bir analitik felsefe geleneği, ilahlaştırılmış bir Feuerbach ve Marx’tan ileri geçmeyen – felsefecilerin yıllarca felsefe diye öğrettiği şey felsefe değil, tetikçiliktir. Adı geçen sayın profesörün şahsında Sokratvari bir felsefeci değil adeta bir ideolojinin tetikçisi konuşur. Fütursuzca serdedilen ve hiçbir felsefi değeri olmayan iddialarına bir göz atalım:

  1. “Yazıda bu bilinen gerçeği değil, toplumun büyük çoğunluğunun bilmediği ama öğrenmek zorunda olduğu başka bir gerçeği ele alıyorum: İlahiyatçının felsefeyi hiçbir zaman anlayamayacağı gerçeği. Hiçbir ilahiyatçı felsefeyi anlayamaz; anlaması için din kavramlarının kuşatmasını kırmalı, felsefenin toplumsal bilinci geliştirici karşıt kültürünü temsil edebilmeli.”
  2. “Felsefi düşünebilmek için verilmiş kültürün bütün yargılarının dışına çıkmak gerekir. Verilmiş, mevcut, gelenekle gelen kültür daima din çerçevelidir.”
  3. “Dünyanın hiçbir yerinde bir ilahiyatçı bir felsefe bölümünde çalışmaya kalkışmaz, kalkışırsa rezil olur. Zaten aklına bile gelmez. Bizde ise uyduruk akademik gerekçelerle doluşmuş durumdalar.”
  4. ‘Din felsefesi’ diye bir şey de olmaz. Dinin, olsa olsa, sübjektif kaynaklı bir dünya ve insan görüşü olur. Tanrı’nın aranacağı ve bulunacağı yer insan zihnidir.”

Burada açıkça fark edileceği üzere sayın profesör, yüce/nesnel/evrensel hakikatlere erişmiş ve ilerleme ve özgürlük gibi evrensel değerlerle donanmış ayrıcalıklı, tepelerde gezinen ve tepelerden dünyaya bakan biri; cahil insancıkları aydınlatmayı ve kurtuluşa eriştirmeyi hedefleyen bir peygamber/filozof kral edasıyla konuşmaktadır. Hiçbir ilahiyatçının felsefeyi anlayamayacağı gerçeği üzerinde bir şekil, bir de içerik açısından duralım. Öncelikle şekil açısından bakalım ve “Hiçbir ilahiyatçı felsefeyi anlayamaz” önermesinin bir bilgi değeri olup olmadığını inceleyelim. Analitik bir bakışa sahip olan birisi, burada dile gelen önermenin sentetik değil analitik bir önerme olduğunu; bize dünya hakkında yeni bir bilgi veren bilimsel bir önerme değil, aksini düşünmenin bizi çelişkiye düşüreceği zorunluluk, hata payı içermeyen bir netlik ve kesinlik ve “hiçbir” ile dile gelen bir imkansızlık gibi terimlerle iş gören mantıksal bir önerme olduğunu rahatlıkla fark edecektir. Bu da şu anlama gelir: Önerme, doğruluğunu olgulardan ya da gerçeklerden değil, kişinin zihninin içindeki kurgusal yargı ve anlamlardan alan, kısaca kelime oyunlarından/örümcek ağlarından alan totolojik nitelikte bir önermedir. Şekil açısından baktığımızda bunun içi boş bir önerme olduğunu söylemekle cahillik etmiş olmayız umarım. Sürekli akmakta olan, değişim halindeki dünyaya ve bu dünya içindeki olaylara ilişkin bilgi verme iddiasında olan sözüm ona bir felsefeciden İnsan Zihni Üzerine’sinde “Var olan bir şey var olmayabilir de” diyen Hume adında birini ya da Tractatus’unda “A priori doğru tasarım yoktur, deneyimimizin hiçbir bölümü de a priori değildir. Gördüğümüz her şey başka türlü de olabilirdi” diyen Wittgenstein adında birini duymuş olması beklenirdi. Görünen o ki, Sayın profesör öznelliklerini ve duygularını, onları inkar edilmesi mümkün olmayan bir ayet formuna sokabilmek ve kitleleri etkilemek adına, mantıksal bir kılıf içinde sunabilecek bir zeka ve kıvraklığa sahip.

Önermeyi analitik değil de sentetik bir önermeymiş gibi görelim ve bunun içerik açısından bir doğruluk değeri taşıyıp taşımadığını düşünelim. Burada felsefe ve bilimin tetikçiliğini yapan sayın profesörden beklenen şey, savunduğu felsefi ilkeler ve bilimsel bir bakışın gerektirdiği üzere, bir konuda acelece yargıda bulunmaktan kaçınmak, elden geldiğince konuyla ilgili veriler toplamak ve nihayet verileri test etmektir. Test etmek, bir şeyin somut koşullar içerisinde pozitif sonuçlar verip vermediğini incelemektir. Bu, günümüzde bilimin en üst ve gelişmiş formunu temsil eden Amerikan pragmatizminin yaptığı ve bilimden anladığı şeydir. Daha açıklıkla ifade etmeye çalışalım: Bir şeyin doğruluğu ve bilimsel bir değer taşıyıp taşımadığını anlamanın tek yolu, gözlem ve deney/deneyim yoluyla o şeyin somut koşullar içinde işe yarar, verimli sonuçlar üretip üretmediğine bakmaktır. O halde, kimin felsefeci olup olmadığını belirlemenin yolu, kişinin kökenine, kaynağına, kimliğine, kimin yandaşı olduğuna, kimin ideolojisine bağlı olduğuna, yediği içtiğine, ak mı kara mı olduğuna değil ürettiklerine ve ürettiği şeylerin kalitesine bakmaktır. Bir felsefeciyi felsefeci yapan şey, Yunanlı olması, ilahiyatçı olması, bilimci olması, Marksist olması vs. değil, ürettiklerinin felsefi bir nitelik ve değere sahip olmasıdır. Oysa bilimin sözcüsü gibi konuşan sayın profesörün felsefeci olmayı bir kimlik ve ayrıcalık meselesi gibi görerek ve bu ayrıcalığın meşruiyetini de a priori doğru kabul ederek tamamen bilimsel bir tavrın dışına sürüklendiğini ve ideolojinin karanlık çukurunda gezindiğini görmekteyiz. Amerika’nın bugünkü büyük devlet olma başarısının ardındaki sır, kökeni, kaynağı ve kimliği ne olursa olsun somut hayat koşullarında mücadele ederek haklılığını, güvenilirliğini, verimliliğini ve işe yararlığını kanıtlayan her türden fikri ve kişiyi hakikat/hakikatli kabul etmesidir. Hangisi doğru acaba? Bir insanı doğuştan lekeli bir yabancı gibi fişlemek, emeğine, topluma kazandırdıklarına bakmadan kökeniyle yargılamak mı? Yoksa bilimsel bir tavırla sonuçları ölçmek, verimliliğine bakmak, onu somut koşullar içinde test etmek mi? Hangisi insanca yaşamaya daha yakışan bir tutum? Emeğimizle var olmak ve gurur duymak mı yoksa doğuştan kast dışı olduğumuz için ömür boyu kimliksiz ve lekeli bir biçimde yaşamak mı? Buna siz karar verin. Karar verirken şu soruları da aklınızın bir kenarında tutarsanız iyi olur diye düşünüyorum: Felsefeci olmayı kendine özgü bir ayrıcalık gibi gören sayın profesör, emekli olduğu yıldan sonraki yaptığı konuşmaların derlenmesiyle oluşturulan kitapçıkları bir kenara koyarsak, felsefi denebilecek kaç eser bıraktı bizlere? Akademik hayatı boyunca hangi eserleri, yok yok hangi görüşleri ulusal ya da uluslar arası arenada tartışıldı? Türkiye’nin refahı, geleceği, iyiliği adına ne gibi katkılarda bulundu? (Sayın profesör belki burada itiraz edebilir ve diyebilir ki, ‘akademik hayatım boyunca felsefi anlamda ciddi bir eser kaleme almamış olsam da çeşitli üniversitelerde felsefe bölümleri kurarak katkıda bulundum.’ Ben kurduğu bölümlerden birisinde çalışıyorum. Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü kurmak ve geliştirmek için Mersin’den iki öğretim elemanı getirir. Ne talihsizliktir ki, getirdiklerinden birisi yasadışı örgüt bağlantısı ve faaliyetleri nedeniyle tutuklanır, diğeri ise bir kız öğrenciye cinsel saldırı suçlamasıyla yargılanmakta. Varın gerisini siz düşünün!). Bir insanı felsefeci yapan felsefi eserleridir. Aristoteles’i Aristoteles, Kant’ı Kant, Hegel’i Hegel yapan şey, bizlere bıraktıkları eserleri ve o eserlerin tarihin gidişatına olan etkileridir. Sayın profesör adına eğer ortada ciddi bir eser görülmüyorsa, acaba ömrünü nerede ve nasıl geçirdi? Bunun cevabı da herhalde kendisini yakından tanıyan kişilerin zihinlerinde ve gönüllerinde mevcuttur. Bir kimsenin ayıbını, kusurunu kişisel tatmin adına ya da şahsi duygularımızı işin içine katarak ifşa etmeyi biz ilahiyatçılar ilahiyatçılığımız gereği hoş karşılamayız. Merak edenler araştırabilir. . .

Sayın profesörün diğer iddiasını sorgulamaya çalışalım. Onun tanımladığı biçimiyle felsefe, yine onun tanımıyla daima din çerçeveli olmak zorunda olan kültürün dışına çıkabilmek, dini kavramların kuşatmasını kırmak ve din karşıtı bir düşünce geliştirebilmektir. Acaba mümkün mü? Kültür, insanı insan yapan ve özellikle dil vasıtasıyla insanı yaratan şeydir. Şimdi, bir balığın ona hayat veren okyanusun dışına çıkması ve okyanus karşıtı bir söylem geliştirmesi ne kadar mümkündür? Çıktığını kabul etsek bile, daha karşıt bir kültür geliştiremeden nefessiz kalacak ve Tanrının şefkatli kollarına bırakacaktır kendisini. Kavramsız, yorumsuz tecrübenin mümkün olamayacağını bize öğreten – ve ne yazık ki sayın profesörün bihaber kaldığı – Kant’ın, Wittgenstein’ın, Heidegger’in, Gadamer’in ve birçok postmodernistin dile, tarihselliğe yaptığı vurgu yukarıdaki iddiamızı destekler mahiyettedir. O halde bu iddia ciddi bir zihin karışıklığı ve yanılgı içermektedir. İddiayı düzeltmeye çalışalım ve diyelim ki, felsefe kültürün dışına çıkmak değil – ki bu mümkün değildir – kültürün içinde kalarak ama derinlikli anlama isteği, önyargılardan kurtulma arzusu, daha fazla özgürlük ve mutluluk adına kültürün bütün öğelerini içten eleştiri ve sorgulamaya tabi tutmaktır.

Sayın profesörün yukarıdaki iddiasını, felsefe tarihinin destekleyip desteklemediğini sorgulayalım.  Acaba sayın profesör, her şeyin Tanrılarla dolu olduğunu söyleyen bir Thales’i, dört unsuru Tanrı adlarıyla adlandıran bir Empedokles’i, Mısır ve Hint etkisinin bariz bir biçimde hissedildiği Pisagorculuğu, Zerdüştiliği andırırcasına evrendeki tüm şeylere içkin bir yasa, evrensel bir us olarak Tanrı’dan ve karşıtların Bir olan Tanrıdaki uyumundan bahseden bir Herakleitos’u, söylenen ve yapılan her şeyi bilen Tanrılardan söz eden bir Sokrates’i ve tek tanrıcılığı savunan bir Ksenofanes’i, Tanrıya benzemeyi hedefleyen bir Platon (Demiurge) – ki Platon, Kanunlar adlı eserinde ‘Bütün şeylerin ölçüsü Tanrıdır” diyerek açıkça ilahiyatçılık yapmakta galiba! – ve Aristoteles’i (İlk Muharrik) felsefe tarihinin neresine koyacak?

Ortaçağ felsefesini geçelim. Malum karanlık çağ. Hatta ortaçağın düşüncesine felsefi bir düşünce de demeyelim! Doğrudan Rönesans ve Aydınlanmaya sıçrayalım. Denemeler’inin “Tanrıtanımazlık Üstüne” başlıklı bölümünde, modern bilimsel yöntemin öncüsü gibi kabul gören Bacon’ın “Evet, sığ bir felsefe bilgisi insanı tanrıtanımazlığa yöneltir ama derin bir bilgi de gelir en sonunda dine dayanır; çünkü insan, . . . . ister istemez her şeye yeterli bir Tanrının varlığına inanır” sözünü nasıl anlamamız gerekir? Kilise baskısıdır muhakkak! Edwin Arthur Burtt’un kaleme aldığı The Metaphysical Foundations of Modern Physical Science adlı hacimli ve oldukça önemli eserden ve Lynn White’ın 1967’de Science dergisinde yayınlanan ve ses getiren “The Historical Roots of Our Ecological Crisis” adlı makalesinden, özellikle tetikçilerin din karşıtlığı için kullandıkları Galileo ve Newton’un inançlı insanlar olduklarını, her ikisinin de iyi birer teolog olduklarını öğreniyoruz. (Ayrıca Galileo’nun teologluğu ve bu bilim adamının ideolojik niyetlerle nasıl çarpıtıldığıyla ilgili olarak Mustafa Armağan’ın kendi adıyla kurduğu internet sitesinden “Galile Bombası: Asırlık Bir Efsanenin Sonu” yazısını okumanızı tavsiye ederim). Dahası Newton gibi bir bilimsel dehanın teolojik meseleleri ele aldığı teolojik başlıklar taşıyan teolojik eserleriyle karşılaşıyoruz. Otobiyografik eseri Benim Gözümden Dünya’da “Aklımızın sadece en basit şekilde kavrayabildiği, nüfuz edemediğimiz bir şeyin varoluş bilgisi, en derin aklın ve en parlak güzelliğin tezahürü. . . İşte gerçek bir dini tavrı oluşturan da, bu bilgi ve duygulardır; işte ben sadece ve sadece bu anlamda gerçek bir dindarım” diyen bir Einstein’a ne demeli?! Fransız filozof ve bilim adamı Pascal’ın dinciliğini ve sofuluğunu herkes bilir!  Hobbes’un rahip olduğunu ve doğadaki Tanrısal yasadan bahsettiğini, Locke’un İnsan Anlığı Üzerine Deneme’sinde Tanrının varlığını kanıtlamaya çalıştığını, Berkeley’nin piskopos olduğunu ve evrenin Tanrının ezeli algısından ibaret olduğunu, üç büyük rasyonalist Descartes, Leibniz ve Spinoza’nın iyi birer ilahiyatçı olduklarını ve Tanrısız edemediklerini, Ethica’sında “Tanrıya inanmayan bir kimsenin ahlaklılığa yönelmesi mümkün değildir” diyen Kant’ın iyi bir dinci olduğunu, bütün ilim ve felsefenin beşiği olarak Hindistan’ı gösteren Voltaire’i, Ansiklopedi’nin Öndeyiş’inde dini yücelten ve dinsizleri kıyasıya eleştiren D’alembert’i, babası Protestan Kilisesi papazı olan Nietzsche’yi, yine babası kilise hizmetçisi olan ve iyi bir teoloji eğitimi alan Heidegger’i ve daha yüzlercesini hatırlatmama bilmem gerek var mı?! Ayrıca bugün elimizdeki en önemli felsefe tarihlerinden birinin yazarı, bizatihi Cizvit rahibi olup aynı zamanda iyi bir felsefe tarihçisi olan Frederick Charles Copleston’ı hangi felsefecimiz bilmez? Hangimiz rahip olduğu gerekçesiyle eserini hiç sayarız? Dinsel ton ve sesleri örtbas etme kaygısı gütmeksizin ve kurgusal bir din karşıtı felsefe hikayesi yazma arzusu taşımaksızın sadece felsefe tarihinin gerçeklerine dikkat kesilecek olursak, birçok felsefecinin düşüncelerinin teolojiyle sıkı fıkı olduğunu, teolojiyle harmanlandığını, yine pek çoğunun ya din adamı sınıfından olduğunu ya iyi bir din eğitimi aldığını ya da aileden dini bir gelenek içerisinde yetiştiğini görürüz. Ve şimdi soruyorum: sayın profesör hangi felsefeden bahsediyor acaba? Felsefe ve bilimin tarihinde adları öne çıkan yukarıdaki düşünürlerin ve adını zikretmediğim nicelerinin hangisine “Bu felsefeci/bilim adamı değil, felsefeden/bilimden anlamaz. Çünkü onun zihni din kavramlarının kuşatması altında!” diyebiliriz? Yıllarca ateizmin en güçlü sesi olmuş, analitik felsefe geleneğine mensup filozof Antony Flew, son zamanlarda kaleme aldığı Yanılmışım Tanrı Varmış kitabıyla birden filozofluğunu yitirmiş ve felsefeden anlamamaya mı başlamış oldu?  Ya da dünyanın önde gelen genetik uzmanlarından Dr. Francis Collins, The Language of God: A Scientist Presents Evidence for Belief adlı kitabıyla artık bilimden anlamaz bir hale mi gelmiş oldu? Antik Yunan filozoflarının, ezeli-ebedi, sonsuz, sınırsız; bir bakıma Tanrının farklı bir adı gibi görünen arkhe arayışlarını felsefe denen şeyin bir çeşit teoloji, yani akılcı/doğal bir teoloji olduğuna yormamak mı gerekir acaba? O halde sayın profesörün yapmaya çalıştığı şey ne ola ki? Görünen o ki, yaptığı şey, felsefe tarihinin gerçeklerinin aksine kurmaca bir felsefe tarihi yaratmak hatta din karşıtı bir felsefe tarihi hikayesi uydurmaktır. İdeolojik bakış da zaten bunu gerektirirdi.

Gelelim sayın profesörün üçüncü ve dördüncü maddedeki,  “Dünyanın hiçbir yerinde bir ilahiyatçı bir felsefe bölümünde çalışmaya kalkışmaz, kalkışırsa rezil olur. Zaten aklına bile gelmez. Bizde ise uyduruk akademik gerekçelerle doluşmuş durumdalar.” ve  “‘Din felsefesi’ diye bir şey de olmaz. Dinin, olsa olsa, sübjektif kaynaklı bir dünya ve insan görüşü olur. Tanrı’nın aranacağı ve bulunacağı yer insan zihnidir.” iddialarına. Özellikle sayın profesörün bu iddiaları adeta bizlere, dünyanın gerçekleriyle hiçbir alışverişi olmayan, gerçeğin ne olduğunu öğrenme merakıyla/bilimsel bir tavırla araştırma zahmetine girmeden aydınlatmak istediği halkı kandırmaya yeltenen, salt masa başında ağ dokuyan bir adam portresi sunmaktadır. Çünkü sayın profesörün, Notre Dame Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren Center for Philosophy of Religion’dan (Din Felsefesi Merkezi); dünyanın birçok üniversitesinin felsefe fakültelerinde yer alan “Felsefe ve Din” ya da “Felsefe ve Din Bilimleri” bölümlerinden, mesela bir Yale Üniversitesi Felsefe Bölümündeki “Felsefi Teoloji” Kürsüsünden; “International Journal for Philosophy of Religion, European Journal for Philosophy of Religion, Sophia, Faith and Philosophy, Religious Studies, Philo” gibi din felsefesi dergilerinden; hemen dünyanın bütün küçük/büyük üniversitelerinin felsefe bölümlerinde çalışma alanını din felsefesi (Philosophy of Religion) olarak betimleyen felsefecilerden; en ateşli felsefe tartışmalarının yapıldığı ve yüzlerce eserin yazıldığı, felsefenin en çekici ve en verimli alanlarından/konularından/problemlerinden birisi olan din felsefesi sahasında kendilerini gerek feminist, gerek teist, gerek ateist, gerek agnostik olarak niteleyen Pamela Anderson, Keith Yandell, William P. Alston, Stephen Cahn, Michael Almeida, Kevin Corcoran, John Cottingham, William Lane Craig, Don Cupitt, Richard Swinburne, C. Stephen Evans, Antony Flew, Alvin Plantinga, Kai Nielsen, Richard Gale, John Haldane, William Hasker, John Hick, Marilyn Adams, A. MacIntyre, J. L. Mackie, A. Farrer ve ismini sayamayacağım daha yüzlerce felsefeciden/din felsefecisinden habersiz olduğu muhakkak. Hadi belki sayın profesör internet kullanımı konusunda pek iyi değildir diyelim ve bunları geçelim ama ya dinin, her ne kadar din düşünce tarihinin başlangıcından beri felsefenin en önemli ve en çok tartışılan konusu olarak ele alınmış olsa da, modern felsefenin önemli bir konusu haline gelmesinde büyük katkıları olan Hume’un Din Üstüne’sini, Kant’ın Salt Aklın Sınırları İçinde Din’ini ya da Felsefi Teoloji Üzerine Konferanslar’ını, Hegel’in Din Felsefesi Üzerine Konferanslar’ını hiç duymamış olmasını nasıl karşılayalım?!

Sayın profesörün yazısındaki en büyük çelişki ise din felsefesi diye bir şey olmaz derken kendisinin din felsefesi yapıyor olmasıdır. Din felsefesinin, eğer birazcık literatüre aşina olsaydı, bir dinin felsefesi, dini bir felsefe değil, dinin felsefi/eleştirel bir düşüncenin konusu yapılması olduğunu anlardı. Din felsefesi bir dinin kelami bir tavırla savunulması değildir. Tıpkı eğitim felsefesi, siyaset felsefesi, bilgi felsefesindeki mantığın ve yöntemin aynıyla dinin felsefi olarak irdelenmesidir. Burada sadece tavır farklılığından söz edilebilir. Evet, kimi ilahiyatçılar vardır ki dinde sorgulanamaz, kuşku duyulamaz, yanılabilirlik ihtimaline kapalı alanlar belirler ve dinin daha makul bir zemine dayandırılması adına felsefe yapabilir. Bir başka deyişle, tıpkı bir marksistin kendi ideolojisinin doğruluğu ve haklılığı uğruna felsefeyi kullanabilmesi ve eleştiriye tahammülsüzlüğü gibi, bir besmeleli bilimci de dinsel bir amaç uğruna felsefeyi kullanılabilmektedir. Bir başka deyişle de, din a priori doğru kabul edilebilir ve bu doğrunun pekiştirilmesi adına felsefe dinin hizmetine koşulabilir. Ama kimi ilahiyatçılar da vardır ki, işin hakikatini ya da hakikat olup olmadığını kavramak, daha fazla özgürlük ve mutluluk adına kuşku ve eleştiriden hiç ödün vermeksizin dinin felsefesini yapabilir. Felsefe tarihi açıkça göstermektedir ki, hakikat ve özgürlük kaygısından hiç ödün vermeksizin ve eleştiri ve sorgulamada hiçbir sınır tanımaksızın dinin felsefesi yapılabilmektedir. Sayın profesör, “Dinin, olsa olsa, sübjektif kaynaklı bir dünya ve insan görüşü olur. Tanrı’nın aranacağı ve bulunacağı yer insan zihnidir” derken yaptığı şey ne acaba? ‘Din felsefesi’ diye bir şey olmaz derken açıkça din felsefesi yapıyor olduğunun ve bizlere Feuerbach’ın yansıtmacı din anlayışını felsefi/objektif bir gerçekmiş gibi dayattığının farkında mı? Bu ne yaman bir çelişkidir! Sayın profesör, din konusundaki görüşlerinden çokça istifade ettiği Feuerbach’ın da ilahiyat eğitimi aldığını ve Hegel’in öğrencisi olabilmek adına ilahiyat çalışmalarını yarım bıraktığını bilmiyor olsa gerek! Ve aynı zamanda Hegel’in çok kaliteli bir ilahiyatçı olduğunu da!

Diğer taraftan, din sübjektif kaynaklı ise felsefe objektif kaynaklı mıdır acaba? Felsefenin nesnelliği bilimsel bir nesnellik olmasa gerektir. Bilimsel bir nesnellik idealini felsefeye uygulamamız burada sayamayacağım felsefi gerekçelerle mümkün değildir. Öyleyse felsefi bir nesnellikten ne anlamamız gerekir? Zannımca, felsefede nesnellik, Aristoteles’in çok yerinde bir tespiti olarak, düşüncenin kendi amacı dışındaki bir şeye – doğruluğu a priori kabul edilen bir inanca, ideolojiye, yönetime vs. – alet edilmemesidir. Felsefi nesnellik aynı zamanda, bir meselenin çözümünde farklı perspektiflere açık olabilmektir. Tıpkı Popper gibi “Ben haksız olabilirim ve sen haklı olabilirsin ve çaba göstererek, konuşarak, tartışarak belki doğruluğa daha yaklaşırız” diyebilmektir. Çünkü karşımda uzanan dağa bakarak durduğum açıdan, içinde bulunduğum sınırlı zaman ve mekandan kalkarak “İşte karşımda duran dağ denen şeyin hakikati budur” diye bir yargıda bulunmak felsefi nesnellikten fersah fersah uzak bir tavır olur. Sayın profesörün nesnellikle kastı, somut hayatla ilişkisi bulunmayan, içinden çıktığı ve onu hem biçim hem de içerik olarak belirleyen sosyo-kültürel bağlamla hiçbir alışverişi olmayan/olmamış olan, kısaca su katılmamış, saf, ari ve nötr olup göklerde uçmakta olan bir akla dayanmak olsa gerek! Umarım böyle bir akıl bir gün bir yerlerde bulunur.

Halkın “Dünyanın hiçbir yerinde bir ilahiyatçı bir felsefe bölümünde çalışmaz. Çalışmaya kalkışırsa rezil olur” gerçeğini bilmesi gerekiyorsa, müsaade edin de işin doğrusunu biz ilahiyatçılar söylesin. Avrupa ve Amerika’da kişinin kimliği, inancı, mezun olduğu okul vs. çok önemli ve öncelikli değildir. Önemli olan tek bir şey vardır: Kişi felsefe yapabilecek bir bilgi ve düşünme gücüne sahip midir, değil midir? Bunun anlamanın tek yolu, çalışmalarına ve başarılarına bakmaktır. Böyle bir anlayışın meyveleri olarak, dünyanın çeşitli üniversiteleri felsefe bölümlerinde birçok ilahiyatçıyı/ilahiyat mezununu (Divinity, Religion, Theology, Religious Studies eğitimi almış kişileri) felsefeci olarak istihdam etmiştir/etmektedir. Merak edenler olursa, verebileceğim üniversite linklerindeki öğretim üyelerinin CV’lerine bakmaları yeterli olacaktır. Malum, artık her bilgiye internet yoluyla ulaşmak mümkün. “. . . Kalkışırsa rezil olur.” gibi iddialı bir cümle kuran kişi, eğer şahsıma sormuş olsaydı, bilgisi, araştırma gücü, ideolojik konuşup konuşmadığı konusunda kendisini zan altına sokacak bu tür cümleler kurmaktan kaçınırdı. Tıpkı felsefe tarihinin gerçekleri gibi içinde yaşadığımız zamanın gerçekleri de düpedüz çarpıtılmaktadır.

İddialarının felsefi ve bilimsel bir değeri yoksa, felsefi ve bilimsel bir tavır ve ruhtan uzak sayın profesör acaba ne demek, ne anlatmak istiyor? Bu soruyu, “Akıl ihtirasların kölesidir” diyen Hume’u ve “Akıl duyguların gölgesidir” diyen Nietzsche’yi anarak soruyorum. Sorunun cevabı, ekmek kavgası olsa gerek. Zira kendisinin karşıt kültür (din karşıtlığı) olarak konumlandırdığı felsefenin bugüne kadar çok ekmek yedirdiği söylenebilir. Bilim ve felsefe adeta bir silah gibi kullanılmıştır. Avlanılan düşmanlar ve dolayısıyla etlerinden, sütlerinden faydalanılan avlar ise doğuştan lekeli, aşağılık kompleksine itilmiş ve aşağılık olduklarına inandırılmış ilahiyatçılar ve dinciler. ‘Aman ha! Bize sahip çıkın, peygamberler gibi aziz tutun, bizi besleyin ki güçlü olalım, böylece dincilerin şerrinden, karanlığından sizi uzak tutabilelim. Gel, ne olursan ol yine gel ama tek dinci olma!’ Ve böylece ülkemin gelişimine yön verecek ve katkıda bulunacak en önemli mevkiler ehliyetsiz ve liyakatsizlerle istifleme doldurulacaktır. Lakin kim bilebilirdi ki ülke sancılı da olsa daha da demokratikleşecek ve böylesi tetikçilik işe yaramaz olacak. Dilerim insanlığa yakışmayan böylesi bir tetikçilik bir gün olur tümden yok olur. Şimdi tekrar Farabi’yi anarak soruyor ve cevabı sizlere bırakıyorum: Gerçek takiyyecilik, yani göründüğünden başka türlü olmak kimlerde ve nerede volta atmaktadır?

Bir ilahiyatçı olarak kimliğimi gizlemek, dışlanma ve aşağılanmaya maruz kalsam da göründüğümden başka türlü olmak, yabancılık hissetmek zorunda kalmadım hiçbir zaman. Tek bildiğim çalışmak, emeğimle var olmak. Emeğimin adı da felsefedir. Bir ilahiyatçı olmamın ve dindar bir çevrede büyümüş olmamın bende felsefeye karşı hatırı sayılır bir aşinalık ve yatkınlık oluşturduğunu söylemekten geri duramayacağım. Felsefe tarihini okuduktan sonra bu kanaatimin giderek güçlendiğini gördüm. Çünkü daha küçük yaşlardan itibaren kendimi, tıpkı Yunan filozoflarının arkhe arayışlarında olduğu gibi, soyut ve nihai düşüncelerin, rasyonelleştirilmeye çalışılan kavramsal yapıların içinde buldum. Yine küçük yaşlarda ruh kavramıyla tanıştım, ruhun doğasını anlamaya dönük kuşkularla cebelleştim. Her şeyi ezeli bilgisiyle bilen bir Tanrının varlığına rağmen insanoğlunun nasıl özgür olabileceğini sorguladım ve dahası dünyada karşılaştığım kötülüklerle iyilik sahibi bir Tanrının varlığının nasıl uzlaşabileceğini ve nihayet gerçekten bir Tanrının var olup olmadığını da. Zihnim düşüncelerin kavgasına ev sahipliği yapıyordu. Doğal olarak, kendiliğinden merak, kuşku, eleştiri, rasyonel gerekçeler bulma, derinlikli anlama gibi felsefi bir bakışın temel özellikleri olan etkinliklerin içerisinde kendimi buldum. İlerleyen zamanlarda yaptığım şey, kişiliğimin önemli bir öğesi olan felsefi bakış ya da tavrı hayatın bütün sorunlarına yöneltmekten ibaretti. Dolayısıyla felsefeden en çok ilahiyatçıların anlaması muhtemeldir! Elbette bütün ilahiyatçılar değil, felsefi bir bakışa ve düşünüş tarzına sahip olan; merak, kuşku ve eleştiriye hakkını veren ilahiyatçılar.

Abdüllatif  TÜZER

– Haber Lotus –

HLotus
Exit mobile version