Ana Sayfa > Gündem > Herkese Eşit-Mesafeli Anayasa

Herkese Eşit-Mesafeli Anayasa

Türkiye’nin gündemini uzunca bir süredir yeni anayasa tartışmaları işgal ediyor. Esasında 12 Eylül 2010 tarihinde oylanan ve yüzde 58’lik bir oranla kabul edilen anayasa değişikliklerine ilişkin referandum ile birlikte başlayan bu süreç, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal kültürüne sirayet etmiş kronik sorunlarıyla yüzleşmesine vesile olduğu için de büyük bir önem taşıyor. Çeşitli sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, meslek odaları, sendikalar ve kanaat önderleri tarafından sıklıkla dillendirilen “sivil, katılımcı ve demokratik bir anayasa” doğrultusundaki talepler, yerini artık somut önerilere bırakıyor. Bu durum, hem yeni anayasa talebinin siyasal düzeyde karşılık ve muhatap bulmasına hem de Türkiye’nin temel sorun alanlarının teşhirine ve çözümüne dair öneriler sunulmasına imkân sağlıyor.

 

Vesayetsiz Bir Anayasa

Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından hazırlanan ve geçtiğimiz Mayıs ayı içerisinde yapılan bir basın toplantısıyla kamuoyuna duyurulan “Vesayetsiz ve Tam Demokratik Bir Türkiye İçin İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” başlıklı rapor, bahse konu önerileri detaylı bir şekilde ortaya koyuyor. Farklı siyasal ve ideolojik eğilimleri temsil eden akademisyenlerin katıldığı 6 ayrı tematik çalıştaya dayalı olarak SDE Yeni Anayasa Çalışma Grubu tarafından hazırlanan bu raporda, yeni anayasanın hangi norm ve değerler üzerine inşa edilmesi gerektiğinin altı çiziliyor. Yeni anayasa vizyonu, insan onuru, hukukun üstünlüğü, tam demokrasi, çoğulculuk ve çok kültürlülük gibi alt başlıklardan oluşan rapor; siyasal, kültürel, etnik, dinsel, mezhepsel vb nitelikli sorunların köklü bir şekilde çözümünü esas alan özgün ve demokratik bir yaklaşıma dayanıyor.

Bu açıdan bakıldığında, raporun, 1961 ve 1982 Anayasalarında yer almayan ‘insan onuru’ kavramını öne çıkardığı ve yeni anayasanın mutlaka bu temelde tanımlanması gerektiğine vurgu yaptığı görülüyor. Söz konusu vurgu, 12 Haziran seçimleri sonrasında başlaması ön görülen yeni anayasa yapım sürecinde, birey-devlet ilişkilerinin alacağı/alması gereken seyir açısından oldukça önemlidir. Zira kutsal devlet anlayışına dayalı olarak gelişen ve devleti bireyin önünde/üstünde konumlandıran arkaik bir siyasal formasyonun tecessüm ettiği önceki anayasalar, bu türden bir kavrama yer vermeyerek, birey ile devlet arasında bir çeşit özne-nesne ilişkisi yaratmışlardır. Birey, devlet karşısında ikincil bir konuma itilmiş ve neredeyse bütünüyle devlet denen soyut ve tümel bir iradenin belirlediği nesne durumuna indirgenmiştir. Oysa anayasalar, devletin bireyleri değil, bireylerin devletin temel yapısını belirlediği metinlerdir.

İşte tam da bu nedenle, anayasalar, somut ve gerçek kişilerin bireysel iradeleriyle oluşmuş bir evrenselliği ve ahlakiliği yansıtmalıdırlar. Buradaki evrensellik vurgusu, bireysel iradelerin tek tek verdikleri onayla oluşmuş bir bütünselliğe; ahlakilik vurgusu ise bir kez insan olmakla/doğmakla kazanılan hakların vazgeçilemezliğine ilişkindir. Devlet ile birey arasında ters yüz edilmiş bu ilişki biçimini aslına çevirebilecek ve bireyi devletin karşısında özgür kılabilecek bir anayasanın, bahse konu evrenselliği ve ahlakiliği sağlayabilmesinin yegâne yolu ‘insan onuru’ kavramını kullanmasından ve bu kavramla uyumlu bir içerik geliştirmesinden geçmektedir. Bu kapsamda, SDE raporunda da dile getirildiği gibi, anayasa metninde insan hakları, birey, özgürlük, halk iradesi, hukukun üstünlüğü vb kavramlara yer verilerek, insansal varoluşun kutsallığını/dokunulmazlığını/devredilemezliğini simgeleyen ‘insan onuru’ kavramının somutlaşması sağlanmalıdır.

 

İnsan odaklı bir anayasa

Yeni anayasanın üzerine inşa edileceği temel böylece oluşturulduktan sonra, tüm yaşam alanlarının hem herkes için özgürlüğü sağlayacak hem de başkalarının özgürlüğünü koruyacak bir biçimde örgütlenmesi mümkün olacaktır. Zira insan onuru kavramı, herhangi bir somut kişi ya da grubun tikel varlığına değil, tam aksine tüm insanlığın hep birlikte sahip olduğu bağlama işaret etmektedir. Dolayısıyla bu bağlam, kişi veya gruplar arasındaki farklılıkları yadsımadan ve bu farklılıklar arasında bir hiyerarşi üretmeden, herkes için eşit oranda kapsayıcı bir içeriğe sahip olmalıdır.

SDE raporunda geçen “özgürlük kural, sınırlama istisnadır” ilkesi, tam da bu minvalde değerlendirilmelidir. Bu ilke, bir anlamda yeni anayasanın aksiyomatik temelini oluşturmaktadır. Yani özgürlük, mutlak ve vazgeçilemez bir hak olarak, yine ve yalnızca bir başka özgürlüğün korunması amacıyla sınırlandırılabilir. Bu durum rapora, anayasa hukukunun geleneksel ifadesi olan “herkesin hak ve özgürlüğünün sınırı, başkalarının hak ve özgürlükleridir” tümcesiyle yansıtılmıştır. Böylece Cumhuriyet tarihi boyunca başvurulan “rejimi ve inkılâpları koruma”, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünü sağlama” ya da “laik cumhuriyeti muhafaza etme” türünden ideolojik ve sübjektif gerekçelerle bir hakkın sınırlandırılmasının önüne geçilmek istenmiştir.

 

Özgürlükçü Bir Anayasa

Hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve evrensel standartlara aykırı düşmemek kaydıyla, oluşabilecek bir takım objektif şartların varlığına bağlayan bu yaklaşım, bugüne kadarki deneyimler göz önünde bulundurulduğunda, son derece önemlidir. Örneğin yıllardır devam eden ve genellikle kamusal alan-özel alan ayrımına dayalı olarak, ancak zaman zaman da hizmet alan-hizmet veren ayrımıyla ilişkilendirilerek sürdürülen başörtüsü yasağını ve sorununu sona erdirmenin tek yolu, bu yaklaşıma anayasal bir geçerlilik kazandırmaktan geçmektedir. Çünkü devletin görevi, bireylerin hak ve özgürlüklerini kullanabilmelerini engelleyen bir takım ayrımlar üretmek değil, bir toplumda bulunan ya da bulunması muhtemel farklılıkları güvence altına almak olmalıdır. Kişi ya da gruplar, bu türden bir güvenceye kavuştuklarında, muhataplarına yönelik bir yok etme ya da aşağılama davranışı içine girmedikleri müddetçe, eleştiri ve tartışma özgürlüğünün tüm olanaklarından faydalanma imkânı bulabileceklerdir. Farklılıklarına rağmen ve farklılıkları içinde uyumlu olmayı başarabilen bir toplumsal, siyasal ve kamusal gerçekliğin oluşması da ancak böyle mümkündür.

Bu ideale ulaşmak amacıyla hazırlanan SDE Raporu, Türkiye’nin şu ana kadar böyle uyumlu bir gerçeklik üretememesinin altında yatan en önemli nedenlerden biri olan Kürt sorunu açısından da oldukça ufuk açıcı bir içerik taşımaktadır. Gerek her türlü etnik vurgudan arındırılarak yalnızca hukuki bir bağın ifadesine dönüşen vatandaşlık tanımı ve anadilde eğitime ilişkin olumlu yaklaşımı nedeniyle gerekse ‘tam demokrasi’ başlığı altında ifade edilen ve ülkenin geneline hitap eden önerileri dolayısıyla, rapor, Kürt sorununun çözümüne de ışık tutmaktadır.

Ancak tüm bu kapsamlı önerilerin içeriği kadar, üslubu da mezkûr sorunun çözümü açısından önemli bir perspektif sunmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nden bahsedilirken “Türkiye Silahlı Kuvvetleri” ifadesinin kullanılmasını bu duruma örnek olarak vermek mümkündür. Başlangıçta basit bir sözcük değişikliği şeklinde de değerlendirilebilecek olan bu üslup, Kürt sorununun dayandığı sosyo-psikolojik arka planın bilincinde olunduğunu ve sorunun çözümü için de bu psikolojinin nazar-ı dikkate alındığını/alınması gerektiğini göstermektedir.

 

Etnisitesiz Bir Anayasa

Zira Kürt sorunu, belirli bir ölçüde de, sözcüklerin kullanılış biçimleriyle ilişkili bir sorundur. Bu durum, geçmiş dönemlerde maruz kalınan ve dilden edebiyata, tarihten vatandaşlık tanımına kadar hemen her şeyin Türklük ekseninde tanımlandığı siyasal ve kültürel kimlik temelli inkâr politikalarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla sorunun kalıcı bir şekilde çözümü, yalnızca vatandaşlık tanımının değiştirilmesiyle değil, aynı zamanda onunla paralel olarak tüm anayasanın etnik vurgudan arındırılmasını sağlamakla mümkündür. Yine anayasa, rapordaki bir diğer öneriye uygun olarak, Atatürkçülük, Atatürk milliyetçiliği, Atatürk ilke ve inkılâpları gibi ideolojik içerikli ifadelerden de arındırılmalıdır.

SDE’nin, “Türkiye Silahlı Kuvvetleri” ile “Atatürkçülük” bağlamında dile getirdiği anayasanın diline-üslubuna ilişkin bu öneri, 12 Haziran seçimlerinden sonra başlayan yeni anayasa yapım sürecinin en temel ilkelerinden biri olmalıdır. Çünkü Türkiye’nin kronik sorun alanlarının çözümü bu ilke uyarınca hareket etmeyi gerekli kılmaktadır. Etnik, dini ve ideolojik vurgulardan arındırılmış ve tüm toplumsal kesimlerin eşit oranda sahiplenebileceği içeriğe kavuşturulmuş bir anayasa hedefinin, aynı zamanda yüzüncü yılına hazırlanan Cumhuriyetin “güçlü ve tam demokratik bir Türkiye” hedefiyle denk düştüğü de unutulmamalıdır.

(06.06.2011 tarihinde Star Açık Görüş’te yayınlanmıştır.)

Ahmet KIZILKAYA

– Haber Lotus –

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.