Kulağımı tırmalayan gürültüden biraz olsun kurtulmak için uzaklaşarak başka bir sandalyeye oturdum; soğuktu… Bir kedi geldi. Oralı olmayınca ayaklarıma sırnaştı.
Aklımı kurcalamakta olan bu fikrin ne zaman ekildiğini bulmak için zihnimin dehlizlerine daldım. Karanlığın bütün kapıları hükümranlığı altına aldığı zifirî bir geceydi. El yordamıyla bulduğum kapıları birer birer açtım. İçerilerde türlü deneyimlerin yaşandığı kapılar sonra birer birer kapandı.
Kapılardan birinin içinden geçiyorum. Üzerine ışık vuran kırmızı bir koltuğun yanında beni buyur eden bir sahip vardı. Tüm cesaretimi toplayıp yanına vardım ve sordum:
“Gerçekte ben, rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mıyım yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek miyim? Hangisi gerçek hangisi rüya?”
Gülümsedi.
Sonra elimden tutup kırmızı koltuğa oturmamı sağladı; koltuk sıcaktı. Bir elini dizime koyup usulca kulağıma eğildi:
“Biliyor musun, böyle durumlarda en kötüsü de yarın uyandığında dün olanları yeniden yaşamaktır…”
Sonra kapı -güneşin doğup da batacak olması gibi- kapanacaktı.
“Merhaba.” dedi yan sandalyedeki.
Bakmadım. Kalktım. Bir çay doldurdum.
Kedi de gitmişti.
sen öldüğünde bir zaman yolculuğuna çıkacaksın: dünyada olmadığın zamanlara doğru. Yaşadıkların ise geriye kalan bir film şeridi gibi olmayacak asla. Sen olmadan önce de hiçbir şey olmadığından hiçbir şey olmamış olacak yine.
Onlar anlamadılar,
körler
yaşama dürtüsü bu
karbon temelli,
su bazlı
kıçımızla gülmüştük onlara!
hücresel olmayan bir kodlama ile
sabote ettiler düzeni
çılgınca çoğalırken
genetik kodlarından
yazılmak için yeniden
bir el daha dağıttı tanrı!
İşte burada oturmuşuz senle. İzi sürülemeyecek milyarlarca rastlantı, insanlar içinde sen, insanlar içinde ben…
Zor elbet aklın alması…
Olmuş olan o kadar çok şey var ki… Olanlar içinden hayat bulmuş işte seni, işte beni… Tıpkı galaksideki milyarlarca gezegenden -ki milyarlarca daha galaksi varken- yaşamın var olduğu bu gezegenin olması gibi…
Moleküler o kadar çok yoldan gitmiş ki bu yolların birinden oluşan yaşamın bilinciyiz, tam da burada gün batarken… Bak… Gün kararınca daha derin hissedersin, gündüzün görünmeyeni gece çırılçıplaktır. Peki, kabahat kimde, neyde, diye soracaksın tabii:
Kabahat ne karbonda ne hidrojende.
Bedenine büyük gelen bir kafan var senin! Hepsi bu…
Kırklı yaşlara geliyorum ve içimde ölen, yavaş yavaş ölen isteklerim var. Ruhumun da öyle, deli dolu, şevkle istediği hiçbir şey yok, büyük bir boşluk her şey ve gitgide büyüyor. Shakespeare’in de söylediği gibi “önce hayaller ölür, sonra insanlar…”
MEHMET DÖNMEZ
HLotus