Yunan mitolojisinin en bilinen öykülerinden birisi İkarus’un Düşüşü’dür. Çağının en yetenekli mimar ve mucidi arasında sayılan babası Daidalos ile birlikte Girit Kralı Minos’un hışmına uğrayarak içinden çıkılması imkânsız olan meşhur labirente kapatılırlar. Aynı zamanda bu labirentin mimarı olan Daidalos kaçmak için farklı bir yol düşünür. Kuşların yıllar boyunca labirente düşürdüğü tüyleri balmumuyla yapıştırıp kendisine ve oğluna kanatlar yapar. Uçarak kaçmaya hazırlanırlarken de İkarus’a “Ne çok alçaktan uç ne çok yüksekten…” öğüdünü verir. Çünkü çok alçaktan uçarsa kanatları neme maruz kalıp ağırlaşarak uçmasını engelleyecek ve denize düşmesine neden olacaktır. Çok fazla yükselirse de güneşin ısısı balmumunu eriterek düşmesine yol açacaktır. Bu uyarıya rağmen İkarus uçmaya başladığında yüksekte olmanın ve bu yüksekliğin verdiği özgürlük hissinin tadını alır ve bu duyguyla kendinden geçip gözünü güneşe dikerek babasının söylediklerine aldırış etmeden hızla yükselmeye başlar. Ne yazık ki korkulan olur ve güneşin balmumunu eritmesi sonucunda denize düşerek hayatını kaybeder.
Bazı insanların sınırsızca yükselme arzularını sembolize eden bu öykü, bilimsel literatürde aşırı hırsın bireylerin olduğu kadar grup, şirket, kurum ve hatta toplumların zararına olabilecek tehlikeleri içerdiğini ifade eden “İkarus Kompleksi”, “İkarus Sendromu” gibi kavramlara da ilham kaynağı olmuştur. Öte yandan, aynı öyküden süzülüp gelen “Ne çok alçaktan, ne çok yüksekten” öğüdünden yola çıkarak bireylerin toplumsal yaşamda etkileşime girdikleri grup, toplumsal tabaka, katman, sınıf gibi yapılarla ilişkilerinin nasıl oluştuğuna ve neye göre şekillendiğine dair bir düşünce turu yapmak da mümkün.
İnsan, hayatın olağan koşulları çerçevesinde bir ailenin içine doğar. Dolayısıyla ilk ve en kuvvetli bağını annesiyle ve ailesiyle kurar. Ebeveynlerin fedakârlığı temelinde başlayan bu ilişki, eşsiz bir sevgi bağı ve aidiyet duygusu yaratarak çocuğun hayatın güçlükleri karşısında ebeveynlerin rehberliğini kolayca kabul etmesini ve aralarında olağanüstü çatışmalar ortaya çıkmadıkça onlara itaat etmesini sağlayan bir zemin oluşturur. İnsan büyüyüp, gelişip, daha fazla sosyalleştikçe karşılıklı güvene dayalı bu ilişki modelinin farklılaşan türevleri toplumun diğer kesimleriyle de hayata geçirilir.
Bununla birlikte, kişiler arası ilişkilerin; gruplar, kurumlar, sınıflar vb. ile kurulan bağların kapsamını ve niteliğini belirleyen şey yalnızca karşılıklı güven esası değildir. Toplumdaki hiyerarşik yapılanma, çıkar ve güç ilişkileri dengesi hemen her zaman işe karışır ve bireyleri belli noktalarda önceden belirlenmiş statü ve rolleri üstlenmeye zorlar. Bu statü ve rollerin dışına çıkmak isteyenler bunu uygun görülen yollardan yapmadıklarında çoğu zaman yaptırımlarla karşı karşıya kalırlar.
İkarus’un hüzünlü öyküsünü yukarıda yer alan açıklamalar dâhilinde okuduğumuzda şöyle bir sonuca da ulaşabiliriz: Toplumun en alt katmanlarında yaşayacak olursak yoksulluk, saygı ve itibar görmeme, işsiz kalma ya da düşük gelirli ağır ve tehlikeli işlerde yıpranma, sağlık hizmetlerinden yeterince faydalanamama, eğitimsiz ve cahil kalarak sorunlarını çözecek yetkinliğe ulaşamama, toplumun üst katmanlarındaki kişilerin elinde oyuncak olarak onların çıkarına hizmet etme gibi birçok olumsuzlukla boğuşmak zorunda olup bu olumsuzlukların getirebileceği hayati tehlikelere de maruz kalabiliriz.
Toplumun en üst katmanlarına tırmanmaya kalkıştığımız zaman da bu katmanlardaki statü ve rollerin kendilerine tanıdığı ayrıcalıkları başkalarıyla paylaşmak istemeyen seçkinlerin giderek sertleşen rekabetleri ve farklı tepkileriyle karşılaşabiliriz. Tarih, toplumun en üstünde yer alan kişilerin hızla yükseldiğini gördükleri ve kendilerine tehdit oluşturabileceğini düşündükleri kişileri yok ettiklerini anlatan örneklerle doludur. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun en şanlı hükümdarlarından birisi olarak kabul edilen Kanuni Sultan Süleyman’ın hem halk hem de askerler tarafından çok sevilen oğlu Şehzade Mustafa’yı boğdurtmasının gerisinde bu tür hislerin bulunduğu yorumları yapılmaktadır. Fransa’da 1400’lü yıllarda yaşanan Yüzyıl Savaşları sırasında halkın umudu hâline gelen ve hem askerî hem de dinî alanda doğal bir lidere dönüşen Jeanne d’Arc’ın sonradan sapkınlıkla suçlanması sonucunda kazığa bağlanıp yakılarak idam edilmesi de diğer bir örnek olarak verilebilir. Dolayısıyla iktidar sahiplerinin rakip gördükleri kişilere duydukları öfke tıpkı İkarus’un öyküsündeki güneş gibi yakıp kavurucu olabilmektedir.
Sonuç olarak, “Ne çok alçaktan ne çok yüksekten…” öğüdünün aslında yükselmek isteyen genç nesillerin arzularını törpüleyip iktidar sahiplerinin toplumu kendi belirledikleri düzen çerçevesinde yönetmelerine hizmet ettiğini söylemek mümkün. Bununla birlikte, toplumun genelinden çok seçkinlere hizmet eden ve bu uğurda toplumun sürdürülebilirliğini tehlikeye atan herhangi bir düzeni değiştirmek amacıyla iktidar sahipleriyle mücadele etmeyi planlayabilecek kişilere önlerindeki zorluğu göstermesi ve stratejilerini bu tür tehlikelerin bilincinde olarak geliştirmeye yönlendirmesi açısından da önemli dersler içeriyor.
HLotus